Hüseyin Erkan, Eğitimci/Yazar


İLERİ GÖRÜŞLÜ BİR MÜDÜR


sakın siyasete girmeyin derim ben

yalan söylemeyi bilmiyorsanız.

                                               H.E.      

                Yaygın olarak söylenen öyle sözler var ki, “yüzde yüz doğru” gibi algılanır hep.

                Sözgelişi, “Sabreden derviş, muradına ermiş.” denir.

                Evet, sabır gereklidir çoğu zaman; gereklidir de tek başına sabır hiçbir işe yaramaz. Dahası,  kolayca çözülebilecek sorunları her geçen gün zorlaştırıp çözümsüz hale getirir sonunda.

                Kaş ve Bodrum’un karşısındaki Meis adası ile Ege’de burnumuzun dibinde bulunan birçok adanın Yunanistan’a verilmesine sesimizi çıkarmadık da iyi mi oldu?

                Uluslararası anlaşmalara göre, silahsız olması gereken bu adaların, göz göre göre silahlandırılmasına göz yumup karşı çıkmadık da ne oldu?

                Ayıkla şimdi pirincin taşını!

                Bunlar yetmiyormuş gibi, aynı denizdeki 18 kayalığın işgalini de, “sabreden derviş” gibi görmezden gelmedik mi?

                Birileri muradına eriyor; eriyor ama biz değiliz; o muradına eren.

                Çok yaygın söylenen yanlışlardan biri de, “Dayak cennetten çıkmış.” sözüdür.

                “Cennetten çıktığı için dayak iyidir; yararlıdır, sık sık başvurulması gerekir” anlamında…

                Kim kimi dövebilir? Güçlü olan zayıfı döver elbette. Güçlünün her dediği doğrudur!

                Güçlünün her sözü, her isteği, hiç itiraz edilmeden yerine getirilmeli!

                Hayır deme lüksü yok zayıfın. Böyle bir hata işleyen sövülmeyi de göze almalı, dövülmeyi de…

                Yazar Ertuğrul Taylan, anılarını romanlaştırdığı Kuyubaşı adlı son eserinde bu konuya yer verir; sık sık. Birkaç örnek okuyalım bu güzel romandan şimdi:

                “Bir gün öğle sonrası zili çalınca, dış kapıya yöneldik. Öğretmen, kapının başındaydı. İçeri girenin sırtına bir şaplak yapıştırıyordu. Kapının önüne yaklaşınca, sıradan çıkıp avlu kapısına yöneldim. Sıra tokadına karşı çıkmıştım.” (*)

                Bir ilkokul… 6 – 12 yaş arası çocuklar… Sevgiyle başları okşanması gerekirken onların, her birinin sırtına şaplak yapıştırmanın anlamı ne?

                Sevgi yerine korku pompalamanın kime ne yararı var? Çocukluğumuzdan başlayarak korku ekiyorlar hep beynimize. Yaşımızla birlikte ekilen o korku tohumları da büyüyüp gürbüzleşiyor.

                Ailede anneden, babadan korkuyoruz. Okulda öğretmenden, müdürden… Sokakta, caddede yaşça başça büyüklerimizden… Jandarmadan, polisten…

                Kaymakamdan, validen, bakandan… Ve Tanrı’dan…

                Evet, Tanrı’dan da korkarız biz. Cehenneminde cayır cayır yakan, isterse tüm sevdiklerimizi elimizden alıp kolumuzu kanadımızı kırabilecek olan o büyük güçten nasıl korkmazsınız ki?

                Kuyubaşı romanının öğretmenini dinleyelim biraz da. Bakalım, o ne diyor:

                “Çocuklar sınıfta çok gürültü ediyor. Kafam şişiyor. Yoruluyorum. Arada gelen muhtar, imam: “Hoca döv bunları. Yoksa baş edemezsin!” diyorlar. Ama dövmüyorum. Bağırıp çağırıyorum. Kulak çektiğim oluyor. Gürültünün asıl sebebi beş sınıflı dershane. Örneğin bir derste, son iki sınıfta tarih dersi işlenirken, ilk üç sınıf ‘ödevli’ oluyor.”

                Gördüğünüz gibi, iyi niyetli bir eğitimci, bu öğretmen. Muhtar ve imam, “Hoca, döv bunları!” dediği halde, gaza gelip dövmüyor. Ama kulak çekiyor, bağırıp çağırıyor. Asıl sorun nedir, biliyor musunuz? Beş sınıflı bir okulda görev yapan bu arkadaş, gerçekte “öğretmen” değil.

                “Ya nedir?” sorusunun yanıtı şu:

                1960’lı yıllarda, lise mezunu gençleri askere almak yerine, bir aylık kurstan geçirip köylere “yedeksubay öğretmen” olarak gönderdik.

                O güne kadar öğretmen olmayı aklının köşesinden geçirmemiş, bu konuda hiçbir ders almamış, hiç kitap okumamış bu gençlere beş sınıflı bir okul teslim ederseniz, bundan daha iyisi olamazdı. Bu köyün muhtarını dinleyelim biraz da:

                “Birkaç yıl önce çalışan bir hoca, çok döverdi çocukları.  Cetvelle, tekme tokatla. Kışın, çok yaramazlık yapanların elini kolunu, sobanın ağzına getirip dağladığı da olmuştu. Bir çocuk dayaktan yatağa düşmüştü. Birkaç gün sonra, kağnıyla kasabaya, doktora götürüldü. Ama bir kolu ve bacağı sakat kaldı.”

                Haydi, siz siz olun da korkmayın bu “sözde öğretmen”den! Bu öyküyü dinleyen öğretmen şöyle diyor:

                “O çocuğu bazen köy içinde görüyorum. Yeke yeke yürüyor. Sakat sol kolu da askıda gibi duruyor. Haline acıyorum. Dayağa karşı oluşumun, çocukluğuma uzanan bir yönü de var. Komşu köyde okula başladığım ilk haftalardı.” (*)

                Sonrasını ben özetleyeyim:

                Altı – yedi yaşındaki bu çocuk, üst sınıflardaki bir yakınından aldığı teneke bir düdük öttürür; öğle tatilinde. Sınıfındaki bir kız, “Öttürme şu düdüğü!” diye uyarır sertçe. “Öttürürüm”, “Öttüremezsin” şeklinde bir ağız dalaşı olur. Arkadaşı öğretmene şikâyet eder.

                Öğretmen düdük çalan çocuğu çağırıp bir soru sorar; arkasından yüzüne bir tokat atar. Çocuk, “Bu ceza bana yeter.” der gibi arkasını dönüp giderken, tekrar çağırılır. Bir tokat daha… Sonra kulağından tuttuğu gibi, kafasını sınıfın kapısına sertçe vurur. Yüzü pancar gibi kızarıp alnı şişer çocuğun. Korku ve utanç içinde döner sınıfa.

                İlkokul böyle… Gelelim liseye:

                Duvar gazetesinde bir yazısı çıkar. Müdür, o yazısıyla okul yönetimini eleştiren bu öğrenciyi bir güzel döver. Müdür yardımcısı da, “Kanından şüphe etmeli bunun, kanından!..” diye aşağılar. Hem de birkaç kez “iftihar belgesi” alan bir öğrenci olduğu halde… Müdür ve yardımcısı böylece, güçlünün eleştirilemeyeceğini güzelce öğretmiş olurlar; bu öğrenciye!

                Okul ve öğretmen, öğrencileri hayata hazırlamalı; değil mi ya!

                Bu görevi ne güzel yapmış; lise müdürü ve yardımcısı!

                Bu öğrenci, ister gazeteci olsun gelecekte, ister yazar ve şair, isterse siyasetçi… Güçlüyü eleştirmek gibi bir yanlış yapar mı bir daha?

                İnanıyorum ki, bu ileri görüşlü müdür ve yardımcısı, daha sonraları, “Bakanlık Müfettişi”, “Genel Müdür” ya da “Bakanlık Başmüşaviri” gibi önemli ve yetkili mevkilere yükselmiştir.

                Ah be!..

                Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Çetin Altan, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu gibi öbür dünyaya göçüp gitmiş yazar ve şairlerimizin, lise yıllarında öğrencilerini hayata hazırlayan böyle müdür ve öğretmenleri yokmuş demek ki! Özellikle her anne, baba ve öğretmenlerin mutlaka okumalarını isterdim; bu güzel romanı.

                Olsaydı, onlar da güçlüyü eleştireceklerine, ona övgüler düzer, dolayısıyla hayatlarının en güzel yıllarını zindanlarda geçirmezlerdi.

                Şanssızlık işte. Yokmuş; öyle ileri görüşlü bir müdürleri!

 

                                                                                                                             Hüseyin Erkan

                                                                                                              huseyinerkan.antalya@gmail.com

 

------------------------------------------------------------------------------------------

(*) Kuyubaşı, Ertuğrul Taylan, Dorlion Yayınları, Ankara 2020, tel: (0530) 307 10 93, depo@insancilsahaf.com; Yazar: Tel: (0535) 526 09 95, ertugrultaylan@gmail.com

                                                                                                                                            

YAZARLAR

  • Cuma 24.9 ° / 14.2 ° Güneşli
  • Cumartesi 28.3 ° / 15.1 ° Güneşli
  • Pazar 28.3 ° / 15.7 ° Güneşli
  • BIST 100

    8806,72%-0,01
  • DOLAR

    32,25% 0,26
  • EURO

    35,08% 0,67
  • GRAM ALTIN

    2270,84% 0,79
  • Ç. ALTIN

    3854,72% 0,51