Öykü: İlknur GÜNEYLİOĞLU  - TÜRKİYE HARİKALAR DİYARINDA
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 2.02.2021 15:42:00 4478 0

Öykü: İlknur GÜNEYLİOĞLU - TÜRKİYE HARİKALAR DİYARINDA

TÜRKİYE HARİKALAR DİYARINDA

1993   

Annem, oturma odamıza yer yatağımızı yapmış. Uyuma vaktimiz yaklaşıyor. Kömür sobamız yavaş yavaş soğuyor. Üzerinde, eğri büğrü olmuş, kokusu kalmamış portakal kabukları. Yaşlılar için vakit çabuk geçermiş, derler. Annemin altın gününde duydum. Çocuğum, ama benim için de çabucak geçiyor. Daha akşam, babam işten gelmiş, bağıra çağıra, çıraları tutuşturmuyor muydu, sobanın içine eğilmiş? Onu düşününce hemen ölsün istiyorum, işte yine oldu. Sabahları onunla karşılaşmıyorum. Ben uyanmadan işe gitmiş oluyor. Ablam, her sabah görüyormuş babamı. Benden daha erken gidiyor çünkü okula. Babam eve geldiğinde çok korkuyorum. Keşke hiç karşılaşmasak… Kanser diye bir hastalık varmış. Çaresizmiş. İleride, ben çok büyüyünce, ülkemizde patlama yapacakmış. Uğur Dündar televizyonda söyledi. Belki kanser olur babam, neden olmasın? Tedavisi de yok, ölüverir.

Yer yatağımızda taklalar atmayı çok seviyorum. Televizyonun kanalları yine karışmış. Babam, yatağın bitiminde, ayakta dikilmiş, kanal arıyor, tuşlara basıp basıp. Gri, siyah noktalar, çizgiler, cızırtılar… Televizyonun önce sesini kapatıp, sonra kapatacakmışız onu tümden. Babam, sesi çok yüksek buluyormuş açtığı anda. Söylenip duruyor. Ablam, divanda bağdaş kurmuş, kitap okuyor, ben taklalarımı atarken. O, artık, genç kız oluyor galiba. Benim okuduklarımı beğenmiyor. Soruyorum ona, “Benim kadarken sen de ‘Alice Harikalar Diyarında’ kitabını çok sevmiyor muydun?” “Git başımdan Zeynep ya!” diyor her seferinde.

Taklamı atarken, duracağım yeri ayarlayamayıp, babama çarpıyorum. Öyle sinirleniyor ki, ağzından salyalar akıyor. Hemen toparlanarak kaçıyorum, salona. Salon çok büyük, buz gibi, karanlık. Kullanmıyoruz bu odayı. Koltuklara oturmuyoruz. Burası, sadece misafirler için. Kapısı hep kapalı. Zorla açıyorum ve saklanıyorum koltukların arkasına. Ayak sesleri duyuyorum, babam peşimden gelmiş. Koltuğu ittiriyor duvara. Beni sıkıştırıyor. “Bir büyüyemedin!” diye bağırıyor. Bütün mahalle bizi dinliyor. Biliyorum, çünkü ertesi gün, komşu kadınlar, süpürge elinde, işini bırakıp, bana soruyor. “O gürültü neydi kız, gece gece sizin evden gelen?” Beni çok utandırıyorlar. Diyemiyorum ki onlara, “Babam beni dün gece öldürecekti, babam korkunç bir yaratık, babam beni, bizi sevmiyor!” İnanmazlar. “Saygısız, yaramaz, nankör,” derler bana. “Pis, hayırsız evlat,” derler. Babam beni öldürmeden ölsün, istiyorum. Bir umut, kansere yakalanır, diye bekliyorum. Çaresi bulunmadan yakalansın.

“Mayalanan yoğurda da devirseydin sorardın ben sana! Bu gece yine işe yatağa, bak yarın akşam görürsün sen taklayı!” diye bağırarak gidiyor babam. Kapatıyor salonun kapısını. Beni karanlığa terk ediyor.

“Sus, baba, sus! Komşular duyacak, yedi yaşında altına işeyen kız olur mu? Sus, yoksa daha çok isteyeceğim ölmeni! İstedikçe, Allah da benim canımı alıverirse o zaman! Korkuyorum. Canımı hemen almasa da, öldüğümde ya cehenneme koyarsa beni! Günahkârım ben baba! Annem öyle diyor. Sus!”

Üşüyorum, donuyorum, parmaklarım uyuşuyor salonda. Sırtım duvarda, ayaklarım taşta. Annem gelse de, alsa beni. Gelemez ki! Babam izin vermez. Niçin beni öldürmeye çalışıyor babam? Neden, kızım demiyor bana hiç? Niye “Aptal, sersem, siktir git, sen ne anlarsın!” diyor? Niye hiç sarılmadı bana? Ablama da, anneme de aynı davranıyor, ama onların umurunda değil. Annem neyini seviyor ki babamın? Babam çok zararlı bir yaratık bence. Hepimizi mahvediyor. Çok üzülüyorum, çok korkuyorum, çok ağlıyorum. Her yer çok soğuk, çok karanlık…

“(…) O kadar çok gözyaşı akıttı ki, bir süre sonra etrafında on santim derinliğinde, geçidin yarısına gelen genişçe bir havuz oluştu. (…) uzaklardan birisinin adımlarını duyunca hemen gözlerini silip kimin geldiğini görmek için baktı (…)” [1]

Annem koltuğu çekti, kucağına alıverdi beni. “Buralarda hasta ol da, doktora götüreyim seni! İğne yapsınlar sana!” dedi. Demek babam uyumuştu. Şimdi, annem beni korumuş mu oluyor acaba, ama babamın beni sıkıştırmasını engellemedi ve babam uyumadan yanıma gelemedi. Doktora da verecek beni, bana iğne yapsınlar diye. Belki yine de korumuş oluyordur. İnşallah öyledir Allahım! Allah beni koruyor olsaydı, bu kadar ağlamama izin verir miydi? Hep kızıyor annem bu sorularıma. Kimsenin kızı bu kadar yaramazlık yapmıyormuş. Böyle sorular da sormuyormuş. Ablam da sormamış hiç. Ben niye böyleymişim ki? Ailenin işe yaramazı ben olacakmışım, babam da söylemişti. Doğru olabilir. İşe yaramayacak olanı anne de, Allah da korumaz zaten.

Babam divanda uyumuş, yine çok horluyor. Biz horlasak, onu uyandırdık diye döverdi bizi. Uyumadan önce, aradığı kanalı bulmuş. Televizyon açık kalmış. Akşam haberlerinin tekrarı. Ekranda, ülkemizin haritası var ve haritanın sağına, ateşe benzeyen resimler koyuyorlar hep. Üzerine, her gün ölenlerin sayısını yazıyorlar. Hep ölüyorlar. Bu ölenlerin anneleri, babaları, ablaları yok mudur? Çok merak ediyorum. Arada, televizyonda gösteriyorlar ağlayanları, onlar aileleri olmalılar. “Şehitlerimiz var,” diyor öğretmenimiz de okula gittiğimizde. Biz, haritanın en solundayız. Yönleri söyleyemediğimi duysa öğretmenim, yine kızardı. Ama şimdi gece olmuş, çok ağlamışım, çok üşümüşüm, uykum çok gelmiş, nasıl hatırlayayım ki? Öğretmenimizi sevmiyorum. Bize sıra dayağı atıyor. Cetvelle avuçlarımıza vuruyor. Çok kızdıysa da, tüm parmaklarımızı birleştiriyoruz, öyle vuruyor. Değiştirerek veriyorum ellerimi, “Öncekinde buna vurmuştunuz öğretmenim, bu sefer öbür elim olsun,” diyorum, “Yoksa artık, kalemi tutamam.” “Tamam, aç!” diye bağırıyor. Ben vazgeçeceğini bekliyorum oysa. Belki diyorum, bir gün “Acıyorsa vurmayayım sizlere çocuklar!” diyecek.

Bazen düşünüyorum, insanlar, her gün ölüyorsa, babam niye ölmüyor ki? Turgut Özal bile öldü baharda. O zaman, biz başsız mı kaldık, diye çok korktum. Kim yönetecekti, kim koruyacaktı ülkemizi? Sonra babam ölürse, bizi kim yönetir, kim korur, diye düşündüm. Annem duymasın, ama bana kalırsa biz kendimizi daha güzel yönetir ve daha çok korurduk. Sıra arkadaşım Tülay, çok ağlamış Turgut Özal ölünce. “Neden?” diye sordum ona. “Biz de Malatyalıyız, ondan çok üzüldüm.” dedi. Bence, birinin ölümüne üzülmek için aynı şehirden olmak şart değil. Öyle olsa, ben babamın ölmesini istemezdim. Aslında, ben ölümün ne olduğunu bilmiyorum. Haritalarda görüyorum sayıları, haberlerde duyuyorum birilerinin bir daha olmayacağını. Tanıdığım hiç kimse ölmedi. İnsanlar hep birlikte niye ölüp duruyorlar,  anlatmıyor kimse bana. Belki, büyüyünce anlarım ne olduğunu.

Ablamın yanına, yer yatağımıza yatırdı annem beni. Yoğurdumuz yarın olur mu acaba? Peynirimiz dün olmuştu. Sabah kahvaltıda tarhana yoktur, inşallah. Çorba içince, okulda, karnım sallanıyor gibi oluyor. Sobada, annemin yaptığı ekmekten kızartıp yağ sürerim ekmeğime. Yatağımızın bazı yerleri, topak topak olup, neden batıyor sırtıma? Yastıklarımızla çarşafımız, yorgan kılıfımız neden aynı desen değil? Perdelerimizin hiçbiri birbirine benzemiyor. Ben zevksiz bir çocuk değilim. Bence, Nermin Teyze’nin evi gibi olmalı evimiz. O olmazsa da sıra arkadaşım Tülayların evi gibi olsun. Belki, bu gece rüyamda, yeni evimizi görürüm. Adresimizi bilsem, yeni evimize mektuplar yazardım. Nasıl olsa, artık, yazmayı ben de biliyorum. Yeni evimize, bahçemizdeki kayısı, yemiş, muşmula ve ıhlamur ağacını, güllerimizi ve kedilerimi de götürürüz. Meyvelerimizin tatları çok güzel, güllerimiz mis gibi kokuyor, hem de ben ağaçlarımıza salıncak kurdurup bineceğim yine orada. Kedilerimle de oynarım, başka başka yavruları olur. Yeni yuvalar yaparım onlara, bahçemizde yine. Komşularla, annem, babam kızsalar da… Bit, pire, pislik sardıracakmışım her yeri. Yok ki tüylerinde bir şey, ben bakıyorum hep onlara diyorum, inanmıyorlar. Nihayet, yarın bu haftanın son okul günü. Herkes çok seviyormuş okula gitmeyi, bence yalan. Ben çok yoruluyorum. Sırt çantam çok ağır, öğretmenimiz her şeye kızıyor, ama yine de evde oturmaktan iyidir. İnşallah, yarın sabah okulun oradaki inşaatta, adam şeyini bize çıkarmaz. Ondan da çok korkuyorum, ama babam duyar diye kimseye söylemiyorum. Bizi görünce işini gücünü bırakıp, pantolonunu indiriyor ve bir elini sallayarak yanına çağırıyor. Öbür elinde tuttuğu şey, çok çirkin, etten bir parça. Tülay’la hemen koşarak kaçıyoruz okula. O da söylememiş kimseye. Belki, yarın inşaatta çalışmıyordur adam. İnşallah Allahım!

Yeni evimizi göreyim, rüyamda. Âmin…

2020

“Yavaş Zeynep!” dedi, “Yoğurdu deviriyordun!”

“Hayatım, farkındayım da, Funda kucağımda, görüyorsun. Bari Ayla’yı al elimden de, poşetleri rahat taşıyayım. Ağzımda iki maske üst üste var, iyice bunaldım zaten.”

Aslında daha neler demek isterdi kocasına. “Sen misin bana akıl veren! O zaman, artık, çocuklarla sen de daha fazla ilgilen!” dese…

“Ne diye mandıradan açık yoğurt alıyorsun, yollarda dökülecek işte!” deyiverdi bu kez kocası. “Çünkü annemin yoğurduna benziyor,” dedi Zeynep. Annesiyle ilgili bir şey söylediğinde, kocası hemen susardı. Annesini, memesinden akciğerlerine sıçrayan kanser illetinden kaybettikleri o gün de, şimdiki gibi, hava çok soğuktu. Genç kızlığındaki üşüme vardı üstünde bu gün. “Babam, kanserden ölsün,” dileğiyle geçirdiği çocukluktan sonra, annesinin kansere yakalanması, onu günahkâr olduğuna, artık, kesinlikle inandırmıştı. Soğuk, suçluluk, yalnızlık, çaresizlik ve onu içine çeken karanlığı hissediyordu bu gün de. Bazı günler, geçmişin aynı hisleri, üzerinden hiç vakit geçmemiş gibi üşüşüveriyordu zihnine. Acı çekmeye programlıydı sanki. “Babam verdi bana bu zayıflığı,” derdi. “Armağanı bana, onun çocuğu olduğum için.” “Ablanı da aynı baba yetiştirmedi mi?” derdi annesi tüm zavallılığıyla. “Kimisi için tüm yaşamı sarsacak, büyük yıkım ve felaketler yaşatacak duygular, kimisi için çoktan unutulup gitmiş anılardır.” derdi Zeynep. Havada dağılır, giderdi sözleri, annesine ulaşamadan.

Annesini kaybettikten sonra, ablası başka kentte üniversite okuduğundan, babasıyla yalnız kalmışlardı. Şimdi, pandemi dönemiyle, kocasıyla birlikte işlettikleri kafeyi zorunlu olarak kapatıp, kirada oturamayacak duruma gelince, yaşlanmış, sırtı öne eğilmiş, boyu kısalmış, kulakları az duyan babasının yanına, onun evine taşındıklarını düşündükçe, “Benim kurtuluşum yokmuş ki ondan, hatta onun kucağına ben geri dönecekmişim,” diyordu. “Ben de ablam gibi, üniversiteden sonra yurt dışına kaçabilmeliydim. Anne ve babamızda, duygu ve düşünce eksikliği, bazen de aşırılığı vardı. Hangisinde ne noksan, hangisinde ne fazlaydı, bilemiyorum. Değişim gösteriyordu, birbirlerini etkiledikleri olaylara göre. Bazen beklenmedik bir anda, annemde düşünce eksilirken, babamda hiç olmadığını sandığımız duygular coşabiliyordu. Yaşam beceriksizi ebeveynlerle zemin ayağımızın altından her an kayabiliyordu. Biz de bu garip düzenin içine dâhil olmak için, sanki bir ayar kurduk aramızda. Ablam, düşünce kısmını aldı üzerine. Ben de duyguyu. Oysa ikisini sentezlesek ve kendi ayarımızı yaratsak, yaşam bu kadar yaralayıcı olmazdı. Düşünce veya duygu eksikliğine göre devreye giriyorduk. Gizlice görevlendirmiştik birbirimizi. Biz, anne, babamıza göre ölçüp biçtik her şeyi. Herkes gibi… Yetişkin olunca, özgün ayarımızı yaratabilmek için, üzerimize yapışan tüm alışkanlıklardan sıyrılabilme mücadelesi verdik. Düşünceler, duyguları, duygular düşünceleri alt etmek, hatta ortadan kaldırmak için saldırdı birbirine. Ablamla ve çok daha kötüsü, kendi kendimizle düşman olmuştuk.”

Babasını hiç affetmedi Zeynep, artık, ona yalnızca acıyordu. Annesini mazur görebiliyordu. Çocukken anlatamamıştı korkudan, şimdi anlatsa hissettiklerini yine anlamazdı babası. “Ellerimin üzerinde, oraya, buraya çarparak oluşmuş, çok taze olmayan, ama henüz tam geçmemiş yara izleri, çizikler olur. Sabahları uyandığımda, öyle açık renklidirler ki, artık, yok olmaya yüz tutmuş, derim. Yataktan çıkıp da, güne başladığımda, ellerimi kullandığım her saat, o yaralar, çizikler kızarmaya başlar ve sonra kahverengine dönüşür. Gece yatarken, en koyu renge ulaşır. Uyumak, ilacı mıdır? Uyanıklık kaşır mı yaraları? Belki de öyle… Sonsuz bir uyku dilerim kendime, zaman zaman. İyileşemiyorum, her gün başa dönüyorum, derim. İlaçlar, terapistler, meditasyonlar, aşklar, gezintiler, sevişmeler, kitaplar, kediler, binalar, işyerleri, patronlar ve nadiren kavuştuğum tüm doğa… Hepsi, hem her şeyi kolaylaştırdı hem de daha da zorlaştırdı. Çünkü her günün sonunda, ayarı özgün olmayan kendime geri döndüm. Olmaz mı temelden bir değişim, hatta dönüşüm? Bu hastalıklı toplumdan ayrılıp nasıl dönüşeyim diyerek, umutsuzluğa da kapıldım. Sistemlerin iç yüzünü keşfetmiştim. Tümünden, daha doğrusu insandan usanmış, tiksinmiştim. Kişisel eylemliliğin bomboşluğu yüzüme tokadı patlatmıştı. Örgütlülüğün aşağılık hiyerarşisinin pisliğini içimden zor atmıştım. Sonra yeniden ilaçlar, terapistler, meditasyonlar, aşklar, gezintiler, sevişmeler, kitaplar, kediler, binalar, işyerleri, patronlar ve nadiren kavuştuğum tüm doğa…”

Artık, bir de sorumluluklar. Yeni bir aile… Doksanlardaki çocukluğunun yerini, şimdi Zeynep’in çocukları almıştı. Babası, torunlarına saygı göstermeyi kızından görüyor, uygulamaya çalışıyordu. “Sersem, siktir git, sen ne anlarsın!” dediği kızı, okullarını bitirmiş, kocasıyla birlikte, sevimli bir kafeyi işleten “Zeynep Hanım” olmuş ve altına işemeyen kızlar yetiştirmişti. Her yer kişisel gelişim, farkındalık, çocuk yetiştirme kitaplarıyla dolmuştu.

“Trans-jenerasyon, motivasyon, aidiyet, mahremiyet, ruhsal doyum, duygusal boşalma bilir misin baba?”

“Ben anlamam, ama Zeynep,” diyordu babası, “Bir yanlışlık var, tepenize sıçıyor bu çocuklar! O kitapları boş verin!”

Baba dese, “Senin karışmaya hakkın yok, verdin bana değersizlik, çaresizlik hissini, o büyük boşluğu, o korkunç karanlığı, yeter! Sen sıranı savdın, bundan sonrası bizim!” Duymaz ki. Duysa da yine umursamazlıktan gelir. Belki de gerçekten aldırış etmez. İkisi arasında gidip gelmekle geçmişti, Zeynep’in çocukluğu ve ilk gençliği. Babam, beni umursamıyor mu? Umursamaz mı görünüyor? Taşlaşmış sorular, tüm zamanlara yayılır. Eğer o taşı alıp denize fırlatamazsak. O da fırlatamayanlardandı belki. Taş, beyninin şeklini almıştı ve kafatasının içine yerleşmişti. Belki de, artık, beyni taştandı. Babasının yüreği. Annesinin de elleri. Ve bakıyordu, tüm yaşıtlarının aynıydı meselesi. “Hayır, anne, hayır, baba! Bu ne Ödipus ne de Elektra! Bu, basbayağı Ortadoğu kompleksi.”

“(…) ‘Hiç de kuralına göre oynamıyorlar,’ diye yakındı Alice, ‘üstelik birbirleriyle öyle bir kavga ediyorlar ki insan yanındakinin ne dediğini duyamıyor – zaten görünüşe göre belli kuralları yok, belki de var fakat kimse onlara aldırmıyor (…)” [2]

Parkın önünden geçerlerken, kızı Ayla’yı elinden tutmuş, konuşup duruyordu kocası. Şarküterinin önünde dövüşen insanlardan duyamıyordu ne dediğini, Zeynep. Sosyal mesafe kuralına güya uyulacaktı koronavirüs pandemisi boyunca. Maske takmama kavgasıyla herkes birbirine girmişti yine. “Ne diyorsun Cihan? Anlamıyorum!” diye bağırdı.

“Çocuk parkına dadanan otuz birci puşt yakalandı mı? Diyorum!”

“Cihan! Ne diyorsun, çocukların yanında!”

Duyarlı sandığı, öyle olmasını umduğu adam bazen gidiverir, yerine, nerede, ne söyleyeceğini bilmeyen bir adam gelirdi. Elbette, babasından çok daha iyi bir baba olmuştu kızlarına, Cihan. Hakkını yemezdi Zeynep onun. İlkokulunu penis korkusuyla tamamlamış annelerin çocuk parklarını da, son bir aydır, mastürbasyon yapan sapık adamlar basmıştı. Kaç nesil, elinde penisini gezdirenlerle büyüyecek, bilemiyordu. Henüz yakalanmamıştı, ama iki kez görmüştü komşular, aynı adam olduğundan emin olamadan.

Yeni evliyken de yaşamıştı aynı penis korkusunu Zeynep. Balkonda, komşusu Aylin’le otururken, bir yaz gecesi, geç saatte, terliklerini yere sürterek geçen bir adam, durup onlara baktıktan sonra, şortunu indirivermişti. Aylin, sigara içiyordu. Sonradan “Niye içeri kaçtık biz, cam küllüğü, elimize geçeni niçin fırlatamadık adama, neden bağıramadık?” diye hayıflandı. Koskoca iki kadın, evin balkonundayken, sokakta penisini çıkarıp, onlara sallayan adama karşı hiçbir şey yapamamıştı. Nutku tutulmuştu ikisinin de. Travmaları nüks etmişti. Aylin de ilkokulda, penis gösterilip, “Gel, gel!” diye çağırılan çocuklardandı. Korkularını aşıp, sağlıklı bir cinsel yaşama kavuşarak, bir de aklı başında ve baba niteliklerine sahip bir koca bulabildiği için şanslı sayılanlardandı Zeynep. Neleri aşıp aşmadığımı bilemeyecek kadar da yorgundu.

Üniversitedeyken bir erkek hocasının tacizine uğramıştı Zeynep. Cihan’a hiç anlatmamıştı. Hocası onun gözünde, başlarda, adalet, eşitlik, hürriyet, aydınlık demekti. Öyle ki, kendini onun kadın hâli olmaya adamıştı. Önerdiği kitapları hemen bitirirdi. Bir gün, Zeynep de hocasına bir kitap önerdi.

“Hocam, Ferit Edgü! Onu okuyun siz de, seveceksiniz bence. Ben tüm kitaplarını bitirdim. Çok etkileyici.”

“Orhan Kemal’in tüm kitaplarını bitirmek varken, bunları mı okuyorsun Zeynep? Hem sen Engels’i bitirdin mi?” dedi hocası.

Zaman zaman kırgınlıklar yaşardı Zeynep hocasıyla ilgili, ama “Entelektüel olmak, kuvvetli olmayı gerektirir,” derdi. Sonra da, “Entelektüel olmak, maddeci olmayı gerektirir,” dedi. Görevi, kendini bildi bileli duygu üretmek olan Zeynep, başta aşağıya düşünceyle sarmaladı her hücresini. Çok acıydı duygudan oluşmak. Zamanı gelmişti düşünceye dönmenin, düşünceyle dönüşmenin. Kendi ayarını bulmanın.

Hocasıyla dertleştiklerinde, babasını anlatırdı ona. Tüm gücenikliklerini. Hocası da, her seferinde, ona, gereksiz hassaslığı bırakmasını öğütleyip, babasının işçi olduğunu hatırlatarak, “diyalektik, tarihsel materyalizm, Hegel, Marks, Engels, üretim ve mülkiyet ilişkileri, sınıflı toplum, sınıf mücadelesi,” der dururdu.

Çocukluğunda, sıra arkadaşıyla birlikte, inşaattaki adamdan ne kadar korktuklarını anlattığında da, hocası, inşaat işçilerinin çalışma koşullarından, iş kazalarından, din ve toplumsal baskıyla kadınsız kalmış yoksul erkeklerin birtakım sapkınlıklara yönelebileceğinden, ama asıl sapkınların burjuvalar arasından çıktığından, onların asalaklıktan yapmadıkları, düşünmedikleri fantezilerinin kalmadığından bahsederdi.

Zeynep de olabildiğince anlamaya çalışırdı bu yeni karşılaştığı düşünceleri. Giyimi, saçları, yürüyüşü değişmişti. “Hocam, benim gibi çaresizliğe kapılmıyor, her şeyin açıklamasını biliyor.” diyordu. “Ben bunları bilmediğimden kırılıp duruyormuşum insanlara, yaşamdaki her mesele sınıfsalmış.”

Hocasının odasında, çayını tazeleyip durduğu günlerden biriydi. O gün de, hep savaştığı melankoliye kapılır gibi olmuşken, hocası yanaştı yanına. Çayını höpürdetti. “Zeynep, çay buz gibi.” dedi. Zeynep, telaşla, sıcak çay getirmeye koşacakken hocası onu kolundan tutup, “Ama sen çok sıcaksın, yanıyorsun, yakıyorsun.” dedi. Ne olduğunu anlamadan Zeynep, hocasının çalışma masasına belden yukarısı, sırtından bastırılmış buldu kendini. Yüzü, masanın pisliğine sürtünürken, hocası da arkasında, kalçasına sürtünüyordu.  Ellerini de arkadan sımsıkı tutmuştu Zeynep’in. “Hocam, yapmayın, etmeyin,” demeye kalmadan kapı zorlandı. Birileri gelmişti. Demek hocası, kapıyı da kilitlemişti. Sessiz durması için işaret etti Zeynep’e. Bu kadar çirkin bir yüzü daha önce görmüş müydü, hatırlayamadı Zeynep. Tepesi kel ve yamuk yumuk kafasından, iri ter damlaları akıyordu hocasının. Yalnızca ensesinde ve yanlarda kalmış beyaz saçlarıyla sakalları birbirine girmişti. Gözleri kan çanağı gibi olmuş, dışarı fırlamıştı. İncecik dudaklarının kenarlarındaki çatlaklarda ve aralıklı dişlerinde az önce yediği kurabiyelerin kırıntıları vardı. Daracık omuzlarının üzerindeki kırışık boynu tir tir titriyordu. Kısık sesle konuşmaya çalışırken, ağzından tükürükler çıkıyordu. Teninin rengi de sakalları gibi grileşmişti, ama kocaman, kepçe kulakları kıpkırmızıydı. Kapıdakilerin gitmeye niyetinin olmadığı anlaşılınca hocası, bıraktı Zeynep’i. Toparlandılar. Birbirlerine baktılar ve sonra hocası gidip kapıyı açtı. Her kimse gelen veya gelenler çekip gitmişti. Zeynep de kaçıp gitti, o gün, odadan.  Olanları hiç kimseye anlatamadı. Babası duyarsa onu mahvederdi. Ya okula da yayılırsa…

Hocasına uzun bir mektup yazdı Zeynep, aylar sonra. Hiç cevabı gelmeyen, cevabı beklenmeyen bir mektup. “Hocam açıklayamadı bana felsefeniz, babamın, inşaattaki işçinin ve sizin erkekliğinizdeki akıl almaz vahşeti. Ne desem kadınlık hakkında, ‘bunlar mücadeleyi böler, bizim mücadelemiz sınıfsal olmalı,’ dediniz. “Psikoloji, psikiyatri,” dedim, böğürdünüz. ‘Çocukluğunda, Samed Behrengi yerine Lewis Carroll okuduğundan sümsüktün,’ dediniz.  Kedileri, köpekleri sahiplenmemle, vejetaryen olmamla ve doğayla savaşmayı değil, doğayla bütünleşmeyi tercih ettiğimi söylememle alay ettiniz. ‘Bunlar, küçük burjuvaların ve ekolojik anarşistlerin uyduruk meseleleri,’ dediniz. Hocam, o gün bedenime tecavüz edemediniz, ama beynime, ruhuma her gün ettiniz.” Böyle sürüp gitti satırlar. Belki de göndermedi mektubu. Zeynep de bu gün, artık, hatırlayamıyordu ne olduğunu yazdıklarına.

Bahçesiz, ama otoparklı apartmanlarına ulaştıklarında Zeynep hâlâ yoğurdu dökmemeye çalışıyordu. Çocukluğunda, kayısı, yemiş, muşmula, ıhlamur ağaçlarının olduğu bahçe, artık, otoparktı. Dümdüz bir betondu. Çevredeki tüm evlerin sahipleri gibi, babası da, kendi babasından miras, viran olmuş, küçük evlerini müteahhide verip, karşılığında, arsaya yapılan apartmandan bir daire almıştı.  Her köşe başı, büyük birer marketti. Apartmanın zemini de bir tekel bayisiydi. Komşular, etrafta ve apartmanın içinde kedi, köpek istemiyordu. Geçen hafta, yirmi dört kedi birden, birileri tarafından zehirlenmişti. On beşi anında ölmüş, kalanlar bir yerlere kaçmış, bulunamıyordu. Muhtemelen, hepsi çoktan ölmüştü. Suçlu aranıyordu, ama henüz, iki yıl önce zehirlenen kedilerin katili bulunamamıştı. Zeynep’in her gün, özenle beslediği minik dostları, çocukluğunda salıncak kurdukları ağaçları, bahçeleri, gülleri, hiçbir şeyi yoktu. Komşularına bunları dile getirdiğinde, “Aşırı hassasiyet gösterirsen yaşam çok zorlaşır, güçlü olman gerek. Çocukların, kocan, baban, iyi mi? Tamam! Sen takılma başka şeylere Zeynepçiğim. Bak pandemi de var! Bitsin diye dua et, başımıza bir şey gelmeden. İşlerimize geri dönelim hemen.” nasihatlerini alıyordu.

Bir çocuğa papatyalardan taç yapmak, kedilerin bahçede oynayışına gülümsemek, ağaçlardan meyve toplamak, gülleri koklamak, toprağa basmak, hepsi vakit kaybıydı. Pandemi dönemindeki irinli pozitiflik, toplumsal hiçbir fayda sağlamayacaktı. Herkes vahşi ağzını açmış, bekliyordu salgının bitmesini. Biter bitmez kesici dişleriyle çiğneyeceklerdi önüne geleni. Kendini kandırış, yaşam formülüydü çağın. En başarılı kandıranlar, en hayran olunanlardı. İncinmez olma yarışı, tüm hızıyla sürüyordu. Rekabet edemeyenler, kendinden nefret ettiriliyordu. Kendini duygulara, korkulara bırakan kişi, topluma göre zayıf ve hastaydı. Duygular, yalnızca güç üzerine kurulu, gücün hizmetinde olmalıydı. İktidarsız ruhların varlığı, iktidarın eliyle son bulmaya mahkûmdu.

Sıcak evlerine girdiklerinde, Zeynep’in babası, salonun bir duvarını kaplayan dev, incecik televizyonu açık unutmuş, çoktan uyumuştu. Onca gürültüye rağmen onların geldiklerini duymadı. Zeyneplerin evinde, artık, tüm perdeler, tüm nevresimler takımdı. Karantinayı güzel dairelerinde geçiriyorlardı. 2021 yılına girmeye, sayılı günler kalmıştı. Zeynep, poşetleri mutfağa taşırken, Cihan, ellerini, tıpkı her gün tembihlendiği gibi, en az yirmi saniye, ovuşturarak yıkamaya ve ardından da dakikalarca kolonyalanmaya gitti.

Zeynep, salondan mutfağa gelip geçerken, arada, televizyonda sayılan rakamlara kulak kabartıyordu. Hem yılsonu değerlendirmeleri yapılıyor hem de günün haberleri veriliyordu. 2020’de, Türkiye’de, üç yüz kadın cinayeti, yüz yetmiş bir şüpheli kadın ölümü olmuştu. Dünya genelinde, her on saniyede bir çocuk istismarı yaşanıyordu. Karantina döneminde, çevrimiçi çocuk istismarı had safhaya ulaşmıştı. Dönümlerce tarım arazisi, ticaret alanı ilan edilmişti. Binlerce ağaç kesilmişti. Eber Gölü’nün suyu, dört kilometre çekilmişti. 2100 yılında her on iki kişiden biri su kıtlığı yaşayacaktı.  Ankara’da, bir binanın bodrum katında, ses telleri alınmış, altmış sekiz köpek bulunmuştu. Konya’da bir köpek kulübesi yakılmış, dokuz yavru köpek yanarak can vermişti. Bu gün tespit edilen üç bin iki yüz on sekiz yeni Covid-19 hastası vardı, vefat sayısı iki yüz elli dörttü. Aşı gelecekti. Virüs mutasyona uğramıştı.

Hiçbir şey onu şaşırtmıyor, ilgisini çekmiyordu. Neredeyse yaşama hevesini kaybedecekti. “İç huzurumu, kendi harikalar diyarımı yaratmalıyım. Bastırılmamış, özerk, hilesiz, doludizgin…” diye düşündü Zeynep. Bir yandan da bunu nasıl becerebileceğine dair hiçbir fikri yoktu. İnsanın en zor engeli, yine kendisiydi. Yine insandı.

Sırayla, birer robot gibi, tüm aile, mutfağa, yemek masasının başına toplandılar.

“(…) Aşağı, aşağı, aşağı. Bu düşüşün sonu hiçbir zaman gelmeyecek miydi?(…)”  [3]

 

[1] Alice Harikalar Diyarında, Lewis Carroll, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İş Gençlik Klasikleri, Nisan 2016, s.13

[2] A.g.y.  s.77

 

[3] A.g.y. s. 6

 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9693,46%1,77
  • DOLAR

    32,58% 0,35
  • EURO

    34,75% 0,10
  • GRAM ALTIN

    2507,64% 0,95
  • Ç. ALTIN

    4181,01% 0,22
  • Cumartesi 24.8 ° / 13.8 ° false
  • Pazar 25.4 ° / 14.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 25.6 ° / 13 ° Güneşli