ALİ TAŞ ADN.


“BEN BİLMİYORUM Kİ…”(*) 


     Rahime İdiguk ilk kitabı olan “Ben Bilmiyorum ki…”de, başkahraman olan Rüya adlı kız üzerinden Adana mahallerindeki yoksul bir ailenin yaşamına götürür. Portakal bahçesi bozularak, yeni oluşana bir gecekondu mahallesine yerleşen bir aile ve ev olarak Rüya’nın ailesi görünürdeki yerini alır. Rüya’nın naif ve umarsız yapısına özgü bir dille anlatırcasına yansıtmak istediği kıvamda algılanan “Ben Bilmiyorum ki…”, Rüya’nın öznel dünyasından çoğullara ulaşan bir vurgu diye bakılabilir,  sözünü ettiği roman zamanına özgü olarak.. Rüya, sesini başka Rüya’ların sesine eklemiştir de çoktan zaman kesiti gözleminde.  Aile yaşamı adına gizli bir özeleştirilik de taşıyan romanda dayaklara, şiddete, insancıl özlemlere açılan gizil his koridorları da görülebilir. Sevgi ve eğitimden yoksun, yaşanmayan bir çocukluğun, gençliğin, yaşamın iç hesaplaşması olarak da düşünülebilecek olan,  yer yer imgeli yalın bir dilin eşliğinde yansıtılan romanda içerik olarak zaman ve zemin önem kazanır. 
     “Sonbaharın kuzey doğudan esen rüzgârı, yol kenarlarındaki sararmaya yüz tutmuş otları iyice kurutmuştu. Ara sıra hızla gelen bir poyraz önüne kattığı otları çevredeki diğer çöplerle havaya kaldırarak, tozu dumana katarcasına savurup, başka başka yerlere taşımaktaydı. Güneşin hüküm sürdüğü saatlerde dışarı çıkmamak en akıllıca işti. Yakıcı güneş, son ışıklarını toplayıp hızla kaybolurken, ürperten bir serinlik hâkim oluyordu çevreye.     
    Doğa betimlemesinin yer yer görüldüğü     yazar Rahime İdiguk’un 26 bölümlük Adana romanında naif,  döneme özgü bir kent mahallesindeki yaşamı gelenek ve kültürüyle yansıtıyor. Alıyor sizi, Adana nostaljisinde çıkardığı mahalle gezisinde varoşlara götürüyor. Aile yaşamlarının, eğitimin, insanın, çocuğun, sevginin, aşkın, dedikodunun, kavganın, kinin, sevginin, yalanın, doğrunun, cahilliğin, dostluğun adeta kıyılarında durup çektiği yaşam fotoğraflarıyla süslü mahalle yaşamında elinizden tutarak gezdiriyor. Anlatımcı yalın bir dilin naifliği ve gerçekçiliğiyle sıradan insanların yaşamlarından kotarılan bir gerçekçi öyküye götürüyor bakışlarımızı. Pek az bir zaman, imgelerle görselleştirdiği dilini giçlü kılıyor…
     Rahime İdiguk, Adana’daki birbirine benzeyen alt evli, tulumbalı, curunlu eski evlerin nostaljik/otantik özellikli karma ve tipik bir kopyasını okurun önüne uzatır… Taş evi bulunan bu avlu, kent merkezi eski Adana ile Karşıyaka örneği kenar semt evlerinin bir buluşmasından oluşur gibidir. Ortasında, altlarında iki yüksek divan bulunan dut ağaçları, avlusu çiçekli, sebze ekilen arka bahçeli… “…Yine tahtadan büyük bir masa ve tahtadan sandalyeler, divanlarla ayrılmaz bir bütünlük teşkil ediyordu. Ağaçların bulunduğu bu alana ‘oturum’ diyorlardı. Oturumun yanındaki tulumbadan su ihtiyacı gideriliyordu. Tulumbanın çevresine curun dedikleri küçük bir havuz yapılmıştı; bu havuz, tulumbadan akan suyun ayaklara sıçramasını önlüyordu…”  (s.36) 
     Romanın baş kahramanı Rüya’dır. Onun gözünden verilir anlatım… verilir..  İki odalı evde çocukları Gonca, Rüya ve Cemile birlikte, Adana’nın bir kenar mahallesinde yaşayan anne Nihal, şanssız ve talihsizdir…  Rüya, babası kunduracılık yapan küçük bir esnaftır. Rüya, okula başladığında yaramaz sınıf arkadaşları hiç rahat yüzü vermezler. Bu kiracılık dönemlerine ait bir fotoğraftır.  Kiracı olarak oturdukları evin sahibi Melek annesine, ailesine sürekli sorun çıkarır… Kendilerinden iyi yaşayan kiracısını çekemeyen ev sahibi Melek, annesi Nihal’a yapmadığını bırakmaz. Bebek olayından sonra zıt gider; “dirlik dışlık…”(s.14) vermez. “Kötü komşu insanı mal sahibi eder” derler ya, (Buna ahlaksız ve gözü götürmeyen cahil kafalılığı da eklemek gerekir.)  daha sonra, Adana’nın kendi kendine oluşan gecekondu mahallerine bir ev de kendileri eklemek zorunda kalırlar. Portakal bahçesinden bozma yerden 50 m2 arsa alarak, bu ev sahibi işkencesinden kurtulurlar. Karşıyaka’daki yeni evlerinde annesi doğum yapar, zar zor bir ebe bulurlar; Can dünyaya gelir. Tabii burada, şimdilerde betona teslim olan o güzelim bağ, bağ yolu ve bağa çıkma nostaljileri de buruk bir anı olsa gerek.  Bunun yanı sıra, ailede erkek çocuk önceliği, dayak eksilmeyen şiddettir.   
     Yer yer hareketlenen dildeki betimlemelerle oluşan fotoğraf, yaşadıkları Karşıyaka’nın zaman zaman yinelenen bildik görsel kesitlerinden biridir. Teknoloji ve modernliğin egemen olmadığı o günlerde, yaşamda imece ağırlıklıdır. Tandır ekmeği yapımı da bunlardan biridir… “Avluda tanıdık tanımadık bir sürü kadın, yerlere oturmuşlar, önlerinde alçak ayaklı tahta sinilerde ekmek açıyorlardı. Avlunun diğer bir ucunda bulunan tandırdan azgın dalgalar hâlinde ateş çıkıyordu. Çıkan ateş havaya yükseldikçe dans ederek inceliyor, bir duman hâlinde daha yükseklerde halka halka yükselip kayboluyordu. Tandırdan yayılan sıcaklık Rüya ilerledikçe hissedilir derecede kendini göstermişti. İlerlerken bacaklarına yapışan muşambanın çıkardığı sesten daha da tedirgin olmaya başladı. Şimdi herkes kendine bakıyordu. Koca kız altına işiyor diye.” (s.40)    Nihal’ın kardeşi Süha, İzmir’den gelerek Nazlı’yla evlenir; Nazlı’nın kardeşi Ömer de, ortaokuldan ayrılan Rüya’yı istese de vermemişlerdir Daha sonra Ömer askere gider. Gonca da ilkokuldan sonra annesi istemediğinden okula gidememiş ama daha sonra üniversitede okumaktadır. Bir söz ve nişandan dönen Rüya, daktilo kursuna dersaneye gider, yönetici Fehmi kendisinden hoşlanıp yaklaşmak istese de “nişanlıyım” diyerek olumlu yanıt vermez, Fehmi başkasıyla evlenir. Daha sonra, İzmir’deki babaannelerinin yanına gittiklerinde Ömer’le karşılaşırlar. Ömer, İsviçre’den İzmir’e gelir, lisededir Rüya, Ömer’e olan yakınlığı güçlenir, evlenme konuları gündeme gelir. Adana’ya gelen Ömer, hastanelik olur, Baştan beri, Ömer konusunda Rüya’yla çekişen, Nurdan’la Ömer nişanlanır sonunda. Daha sonra, Rüya’yla Ömer’in karşılaştığı ortamlar olur… Rüya’nın babası otomobil aldığında o onları götürüp getirir.  Karataş’ta aynı kampta kalırlar. Üniversiteyi kazanan Rüya ile birlikte kayıt için İzmir’e giden Nihal, kardeşinin davranışları kafasını sarmadığından kayıttan vazgeçerek Adana’ya gelirler. Yeniden üniversite sınavını kazanarak Çukurova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni kazanan Rüya, okula kaydını yaptırır. Üniversitede tanıştığı Muhitin’e acır, onunla ilgilenir. Muhittin onunla evlenmek istese de, önce sıcak bakmaz. Daha sonra, bu yüzden intihar girişiminde bulunur ve intihardan vazgeçme koşulu olarak Rüya ile evlenmeyi öne sürer. Herkesin gözünün önünde evlilik sözüyle de intihardan vazgeçer.  Geceleri bir türkü barda çalışan ağa çocuğu Muhittin’le evlenen Rüya çok mutsuzluklar yaşar. Evlilik sonrası değişen Muhittin,  Rüya’yı sıkça döver, onu okula göndermez. Daha sonra, Ömer’in öldüğünü duyan Rüya, sarsılır, psikolojik sorunlu olarak ruh sağlığı hastanesine düşerek aklını yitirir. 
    Rahime İdiguk’un, yine roman kahramanı Rüya’nın naif ve umarsız yapısına özgü bir dille anlatırcasına yansıtmak istediği gibi algılanan “Ben Bilmiyorum ki…”, Rüya’nın öznel dünyasından çoğullara ulaşan bir vurgu diye bakılabilir,  sözünü ettiği roman zamanına özgü olarak.. Rüya, sesini başka Rüya’ların sesine eklemiştir de çoktan zaman kesiti gözleminde.  Aile yaşamı adına gizli bir özeleştirilik de taşıyan romanda, dayaklara, şiddete, insancıl özlemlere açılan gizil his koridorları görülebilir. Sevgi ve eğitimden yoksun, yaşanmayan bir çocukluğun, gençliğin, yaşamın iç hesaplaşması olarak da düşünülebilecek olan Rahime İdguk’un “ben Bilmiyorum ki…” adlı romanını yine bir doğa betimlemesinin görselleştirmeyle netleştirdiği güzelliğine teslim etmek gerekir…
“Sonbahar. Her şeyin sonu sanki. Mutlulukların, kavuşmaların, ilkbaharla birlikte toprakla kenetlenmiş bitkilerin, dallarda duran yaprakların, uygun gördükleri yerlere yuva yapmış kuşların, her şeyin ama her şeyin sonu. Sonbahar herkeste aynı duyguyu yaratmayabiliyor. Ancak sonbahar, birçok farklı tondaki yeşilin yerini, sarıya, bakır rengine, kahverengi ve kızılın farklı tonlardaki rengine bırakmasıydı; göçmen kuşların göçleri,  toprak altında yaşayan küçük canlıların, yuvalarına kapanmalarıydı. Leylekler güneye göç ederken içi burkulmaz mı insanın? Ne kadar şairane olursa olsun, sonbahar hüzündür, ayrılıktır. Doğanın doğal döngüsüydü yaşadıkları değişimler. Doğa uykusundan yine kalkacak, yine bağrında sakladığı tohumları yeşertecek, yine ürünler sunacak ve yine hasat mevsimi gelecek….”(s.160)    

*(Ben Bilmiyorumki…/Roman/Gizil Yaıncılık/Mayıs 2006/208 sayfa)
 

YAZARLAR

  • Salı 31.1 ° / 13.6 ° Güneşli
  • Çarşamba 35.2 ° / 19.1 ° Güneşli
  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false
  • BIST 100

    9693,46%1,77
  • DOLAR

    32,59% 0,30
  • EURO

    34,72% 0,23
  • GRAM ALTIN

    2498,87% -0,01
  • Ç. ALTIN

    4173,19% 0,00