KONUK YAZAR


ÖĞRETMENLİK SEVDASI

Cemal KURNAZ


Cemal KURNAZ

Öğretmenler Günü'nde aldığım bir demet çiçek beni eski günlere götürdü. Öğrencilik yıllarımı, meslek hayatımı düşündüm. Hepsi bir filim şeridi gibi gözümün önünden geçti.

İlkokuldayken hepimiz öğretmen olmak istiyorduk. Çünkü köyümüzde tahsil yapanların hepsi öğretmen olmuştu: Üstelik öğretmenin maddî durumu iyi, itibarı yüksekti. Bu, aynı zamanda aileler için de kârlı bir yatırım demekti. O yıllarda köy çocuklarının da âdilce yarışabileceği imtihanlar yapılırdı. Henüz dershaneler böylesine yaygınlaşmamıştı. Öğretmenimizin mesai haricinde bize özel dersler vererek nasıl şevkle çırpındığını hatırladım. Zira öğretmen okuluna öğrenci sokabilmek, ilçe ve vilâyet çapında övünç vesilesi oluyordu. Öğretmenler bu hususta âdeta yarış içindeydiler.

Nihayet öğretmen okulu imtihanına girdik. En heyecanlı an şüphesiz ki kazananların hoparlörden ilanı anı idi. Oğlu, üçüncü ve son hakkında kazanan bir babanın, sevinçten şapkasını göğe fırlatarak döne döne oynayışı hiç bir zaman gözümün önünden gitmez.

O yıllarda bir öğretmenin babası olmak gurur verici bir şeydi.

Öğretmen okulunda kendimize sıcak bir yuva bulduk. Günün yirmi dört saatinde öğretmenlerimizle birlikte idik. Herkesin tek bir gayesi vardı: Öğretmen olmak. Bunun için buradaydık. Okul hayatı süresince hep bu göreve hazırlandık. Devamlı bu yönde telkinler yapıldı.

Aristo şöyle demişti: Tanrı dünyaya inip bir meslek seçecek olsa mutlaka öğretmenliği seçer.

Ya İskender? "Babam beni gökten yere indirdi, hocam beni yerden göğe yükseltti." dememiş miydi?

Hocaların atının ayağından sıçrayan çamur sultanlara şerefli bir ziynet değil miydi?

Bir okuma parçasında okumuştuk da hani nasıl ürpermiştik. Etrafa korku salan kanlı eşkıyayı bir ihtiyar kulağından tutup götürüyordu. Bu halin sebebini soranlara, "Allah'a karşı geldik, kanuna karşı geldik bir de hocaya mı karşı gelseydik" diyordu.

İşte bu tür telkinlerle her gün biraz daha büyüdüğümüzü hissederek mesleğe hazırlanıyorduk.

Sonra, öğretmen bir mum gibi erir, fakat etrafını aydınlatırdı.

Yeni nesiller bizim eserimiz olacaktı.

Alnımızda bilgilerden bir çelenk, cehle karşı savaş açmıştık.

Cumhuriyeti yüceltecek olan bizlerdik.

Ege'nin, Torosların, Doğu Anadolu'nun, Karadeniz'in, İç Anadolu'nun dağ köylerinde; yolsuz, okulsuz, ışıksız, susuz köylerinde, mahrumiyet içinde imkânlar yaratmaya, hizmet yapmaya hazırlanmıştık.

Biz Anadolu'ya gidecektik.

Üniversiteye hazırlık söz konusu olmadığı için tarih ve edebiyat gibi kültür dersleri henüz itibardan düşmemişti.

Zengin bir kütüphanemiz vardı. Resim, müzik, spor, tiyatro faaliyetlerine ayrı bir önem verilirdi. Öğrenciler çok yönlü yetiştirilirdi.

Yükseköğrenim yapmak da büsbütün imkânsız değildi. Son sınıfa geçenler arasından seçilen başarılı öğrenciler Yüksek Öğretmen Okulu'na gönderilirdi. Burada bir yıl hazırlık sınıfı okuduktan sonra üniversite sınavlarına giriyorlardı. Kazananlar, pedagojik formasyonunu burada yapmak kaydıyla fakültelerini bitiriyorlardı.

Yüksek Öğretmen'e seçilen ağabeylerimiz, ablalarımız biz küçüklerin gözünde birer destan kahramanı gibiydiler. Arada bir okulumuzu ziyaretlerinde onlara gıpta ile bakardık.

Yüksek Öğretmen Okulu'nda öğretmenlik sevdası daha da büyüdü. Bu defa liseler için hazırlandık.

Aradan yıllar geçti.

Bakıyorum da sanki bir şeyler değişti.

Artık insanlar tesadüfen, gönülsüzce öğretmen oluyorlar.

Fakülteyi yeni kazanmış öğrencilerimin gözlerine bakıyorum. Hocam diyorlar, feleğin gözü kör olsun, biz buralara düşecek insan mıydık; bilmem kaçıncı tercihimizdi, çaresiz geldik işte...

Herkesin gönlünde başka aslan yatıyor.

Eski arkadaşlarıma bakıyorum. Gözlerindeki ışık kaybolmuş. Bazısı halktan kopmuş, yalnızlaşmış; bazısı erozyona uğramış, halktan biri olup kalmış. Kahvehanenin müdavimi. Mezuniyetinden sonra bir kitap alıp okumamış.

Eskiden anneler, "Kızım bir öğretmen yüreği yakacak" diye rüya görürlerdi. Şimdiki kızlar,

"Karanfilim saksıda

Bir yâr sevdim Aksu'da" (Aksu İlköğretmen Okulu)

türküsünü bilmiyorlar bile.

Babam, bir suç işlemiş gibi mahcup. "Yeter ki öğretmen ol, ceketimi satar okuturum" dediğine pişman sanki.

Ne oldu, ne değişti?

O bitmez tükenmez bir inançla ışık taşıyanlar nerede?

Karanlık semamızı ışıtan yıldızlara ne oldu?

Hani Dostluk şarkısını, Öğretmen marşını söylediklerinde yer gök inlerdi.

Neredeler şimdi?

Bu sevdaya ne oldu?

 Kaynak: Millî Eğitim, 80 (Kasım-Aralık 1988), 43-44.

 

HASAN ÂLİ YÜCEL'İN FARKI
Yıllar önceydi. Milli Eğitim Bakanlığı Yayımlar Dairesi'nde yaşlı bir kişiyle tanıştım. Devlet Kitapları Genel Müdürlüğü'nden emekli imiş. Otuz yıla yakın bu görevde bulunmuş.

Karşımda bir tarih duruyordu. Ona sordum:

"Hasan Âli Yücel'in diğer Millî Eğitim Bakanlarından farkı ne idi?"

"Hasan Âli Bey, haftanın üç günü Ankara'da, üç günü İstanbul Devlet kitaplarında bulunuyordu. O günlerde basılmakta olan Doğu ve Batı klasiklerini çok önemsiyor, onların basımı ile matbaada bizzat ilgileniyordu. Ondan sonra hiçbir bakan basımevine uğramadı. Hakkını yemeyeyim, birkaç kez de Ali Naili Erdem'in uğradığını hatırlıyorum."

Kültürde, eğitimde niçin başarısız olduğumuzun cevaplarından birisi belki de bu anekdotta saklı olabilir.

BİZ ÖĞRETMEN OKULUNDAYKEN
On bir yaşında öğretmen okuluna başladım. 1967-1974 yıllarında Antalya Aksu Öğretmen Okulu'nda okudum.

*

Öğretmen Okulu sınavları üç aşamalıydı. Önce öğretmen (veya öğretmenler kurulu) öğrencinin öğretmen olabileceğine dair karar veriyordu. İlk sınav ilçede idi. Bunu kazananlar öğretmen okulunda yazılı sınava giriyordu. Kazananlar sözlü sınava alınıyorlardı.

Şunu belirtmeliyim ki, öğretme okullarında hiçbir ders diğerinden daha önemli değildi. Beden eğitimi, müzik, resim-iş ve tarım dersleri matematik ve edebiyat kadar değerliydi.

Her ders uygulamalı idi. Yaparak yaşayarak öğrenmek esastı. Her türlü hayvanın tahnit edilmiş örneklerinden oluşan bir müze vardı. Öğrenciler bunların özelliklerini görerek tanır, öğrenirlerdi. Her dersin binası, laboratuarı ayrı idi. Laboratuarda deneyler yapılırdı. Resim ve el işi binası ayrı idi. Metal işleri, ağaç işleri, kâğıt işleri (ciltçilik vb.) ayrı atölyelerde yapılırdı. Müzik dersi için müzik binasına gidilirdi. Burada piyano, keman, mandolin, bağlama vb. çalgılar bulunurdu. İsteyenler ders haricinde buradan istediği çalgıyı alır, bir köşeye çekilir onunla meşgul olurdu. Çevreden mandolin, keman, bağlama sesleri yükselirdi. Tarım dersleri uygulamalı yapılırdı. Yaz tatilinde zorunlu olarak bir ay okulun bahçelerinde çalışılırdı.

Son sınıfı geçenler, geçmiş yılların bütün derslerinden tek tek bitirme sınavına girerlerdi.

Son sınıfa geçenlerden not ortalaması en az 9 olanlar Yüksek Öğretmen Okulu'na seçilirdi. Bunlar bir yıl hazırlık sınıfında okuduktan sonra üniversite sınavına girme ve öğretmen yetiştiren bölümlerinde okuma hakkı elde ederlerdi. Böylece, öğretmen okullarının en başarılı öğrencileri öğretmen okullarına öğretmen olmak üzere eğitilirlerdi.

Öğrenciler, millî duyguları yüksek öğretmen olarak yetiştirilirdi.

"Alnımızda bilgilerden bir çelenk

Nura doğru can atan Türk genciyiz

Yoktur olmaz yeryüzünde Türk'e denk

Korku bilmez soyumuz"

diye başlayan Öğretmen Marşı'nı söylerlerken yer gök inlerdi.

"Dostluğun biz sevgisiyle

Toplandık her an burda

Bu sevgi bağı kopmaz hiç

Dağılsak bir gün yurda"

diye başlayan Dostluk şarkısını söylerlerken içleri sevgiyle dolardı.

Tam bir adanmışlık ve millete hizmet aşkıyla donanırlardı. Onlar bir mum gibi eriyecek fakat etraflarını aydınlatacaklardı. Gittikleri köylerde belki bir okul bile olmayacaktı. Muhtarla köylülerle anlaşıp kendi elleriyle sıralar yapacak, bir ahırı temizleyip sınıf hâline getireceklerdi.

Son sınıfta üç il seçme hakları vardı. Cetveli Sinop ve İskenderun üzerine koyup bir şenlik havası içinde doğu illerinden üç tercih yapmak için yarışırlardı.

*

Ben de bu masal çağında yaşayan biriyim.

Yiyecek ekmeği olmayan, oturup kalkmasını, giyinip kuşanmasını, taharetlenmesini bilmeyen köy çocuklarını on bir yaşında alıp eğiterek birer beyefendi, hanımefendi yapan ve millet hizmetine sunan devletime minnettarım.

*

Şimdi artık bunlar çağdışı oldu.

Çağdaş bir eğitimimiz oldu.

Üniversite sınavlarında 40 bin öğrenci sıfır puan almış. Türkçe ve matematikte başarı ortalaması can sıkıcı. Hiç dershane ve test görmeden sınava giren nice Aksu mezunu, üniversitenin önemli bölümlerini kazandılar.

Demek ki eğitim geriye gitmiş.

Ne diyelim?

Vatana millete hayırlı olsun.

KIRK YIL SONRA BULUŞANLAR
"Zamanla nasıl değişiyor insan/ Hangi resmime baksam ben değilim" diyor ya Cahit Sıtkı. Erdemli'de, Kızkalesi'nde "dostluğun bir sevgisiyle" bir araya gelen eski dostların fotoğraflarına bakınca aynı duygularla hüzünlendim. Emin'i, Selami'yi, Ergün'ü, Ali Kaplan'ı, Ali Sezen'i hemen tanıdım. Diğerleri biraz puslu.

Bizim ardımızda bıraktığımız gençler bunlar mı? Kırk yıl nasıl da geçivermiş? Her biri beyefendi, hanımefendi olmuş, saçı sakalı ağartmış.

Yaşanan ayrı hayat yolculuklarına rağmen "farklılık"lara değil "müşterek"lere bakmayı, Aksu ortak paydasını önceleyerek tam bir şenlik havası yaşatmayı başarmışlar. Onlara da bu incelik, bu nezaket, bu olgunluk yaraşırdı. Çok duygulandım, çok!

Sizlerden birisi olmakla bir kez daha gurur duydum.

Ne mutlu yolu Aksu'da kesişenlere!

Ömer Faruk'a yöneticilik yıllarının kattığı çok şey olmuş. Böylesi kusursuz bir ev sahipliği başka türlü nasıl başarılabilir?

Şimdiden Konya buluşmasını sabırsızlıkla bekliyorum.

*

"Biz Öğretmen Okulundayken" başlıklı yazı, kısa süre önce bir duygu patlamasıyla yazılmıştı. Hasan Tülkay rica etti. Toplantımızda okuma nezaketini göstermişler. Mutlu oldum. İnşallah hepimizin duygularına tercüman olabilmişimdir.

*

Köy enstitüleri ve öğretmen okulları bir sürü eksiğine rağmen devrinin ihtiyaçlarına cevap veren kurumlardı. Özellikle köy enstitülerinden intikal eden öğretmen okulları, alt yapı bakımından daha donanımlıydı ve sanki o binaların bir ruhu vardı. Diğer öğretmen okulları için bir şey söyleyemeyeceğim.

Şimdi bambaşka bir zamanda yaşıyoruz. Yarın bambaşka bir zaman olacak. Dönemin ruhu diye bir şey var. Her neslin öncelikleri farklıdır, imkânları ve ihtiyaçları farklı.

Bizde devrimci bir özellik var. Yıkıp sıfırdan yapmayı seviyoruz. Buna müteahhidlik de diyebilirsiniz. Eskiyen binaları müteahhide veriyoruz. Bunun gibi, hafızamızı, hatıralarımızı sık sık sıfırlıyoruz. Yıkmak yerine yanına yenilerini yapabilseydik, Ankara ovasında bugün Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren 1920, 30, 40, 50... yıllarının mimari dokusunu bir açık hava müzesi gibi görme ve gösterme imkânımız olurdu.

Köy enstitüleri ve öğretmen okulları da böyle. Binalarını koruyarak, tabelalarını koruyarak, müfredatını güncelleyerek onları yaşatabilirdik.

İlkokulda merhum Hasan Âli Yücel'in bir şiirini okurduk:

"Eskiyi unut

Yeni yolu tut

Türklüğe umut

Sen ol çocuğum."

Nasıl da heyecanlanırdık!

Ama şimdi düşünüyorum de eskiyi unutmadan, hep akılda tutarak, yeni yollar tutmak mümkünmüş. Kopuş olmadan yenilenmeyi ve sürekliliği sağlayabilirmişiz.

Köy enstitüleri ve öğretmen okulları tecrübelerinden yararlanarak yeni şeyler yapmak gerek.

Şimdiye kadar gelen her Millî Eğitim Bakanı sıfırdan başladı. Her bakan değişikliğinde yüreklerimiz ağzımıza geldi. Bakalım şimdi nasıl bir felaketle karşılaşacağız diye.

Oysa Millî Eğitim muhafazakâr olmalı. Demek istediğim mevzuat uzun süre muhafaza edilmeli, ikide bir değişmemeli. Öğretmen, öğrenci ve veli 5, 10, 20 yıl sonraki geleceğini görebilmeli. İkide bir sıfırlarsak sonuç hüsran olur.

Dileyelim iyi şeyler olsun.

Türkiye kazansın.

AYNI GÜZELE ÂŞIK YÜZLERCE GENÇ
Dağ başlarından, uzak köylerden toplanmış gelmiştik. Ürkek serçeler gibiydik. Zamanla birbirimize alıştık.

Liseye geçtiğimiz yıl oldu ne olduysa. Yaz tatilinden döndüğümüzde hepimizde bir gariplik vardı. Hepimiz boy atmış, sakallarımız çıkmış, seslerimiz çatallaşmıştı. Birbirimize bakıp bakıp gülüşüyorduk. Birden büyümüştük.

O yıl hepimiz âşık olduk.

Kaf Dağı'nın tepesindeki gün yüzlü güzel gözümüzü kamaştırdı.

Ne yapıp edip gözüne girmeliydik.

Yetmezdi, gönlüne girmeliydik.

Yeter mi?

Koynuna girmeliydik.

Ona ulaşmak için yollara düştük.

Aynı güzele âşık yüzlerce genç, tatlı sert bir rekabete giriştik. Onu sevmekte yarıştık.

Kimimiz sağdan gittik, kimimiz soldan.

Kimimiz yollarda telef oldu, kimimiz yolda bulduğuna razı oldu, kimisi erken yoruldu.

Kara kışlar gördük, kurak yazlar gördük. Çöller gördük, buzlar gördük. Yılmadık. Hayali sardı sarmaladı bizi. Kavurucu sıcakta, yakıcı soğukta onun hayaliyle avunduk.

Bir ses çalındı kulağımıza:

Özünden çok sevmedikçe gerçekten sevmiş olmazsın!

"Terk-i can derler bu derdin mûteber dermânına!"

Gözüne girebildik mi?

Gönlüne girebildik mi?

Bilmiyorum.

Ama aşk ile aradık, samimiyetle aradık.

Bulanlarımız olmuştur muhakkak.

Onlar, canından çok sevenlerimiz, onun koynunda yatıyorlar şimdi.

Ya bizler?

Kimimiz sağdan kimimiz soldan giden bizler?

Saçlarımız ağarsa da, gözlerimizde aynı parıltı.

Zaman zaman bir araya geldiğimizde, hâlâ o muhteşem yolculuğun hatıralarını anlatıyoruz birbirimize.

Biz onu çok sevdik.

YAZARLAR

  • Perşembe 31.6 ° / 17.1 ° Güneşli
  • Cuma 24.9 ° / 15.2 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Cumartesi 24.8 ° / 13.8 ° false
  • BIST 100

    9629,68%0,85
  • DOLAR

    32,53% 0,26
  • EURO

    34,66% 0,36
  • GRAM ALTIN

    2499,23% 0,53
  • Ç. ALTIN

    4196,44% 1,04