Mehmet BABACAN, Eğitimci- Yazar ve Şair


ADIM ADIM BİZİM OBA


      İnsanoğlu çetrefil bir yaratıktır.

     Doğanın bir ürünü olduğu halde, belki de doğanın

en acımasızı. Diğer doğa kardeşlerine acımasız zararlar

vermekten utanç duymamayı sürdürüyor.

     Kendi kendine verdiği zararlar intihar derecesinde.

“ Doğada var olmak ve var etmek” gibi yüce bir görevi

olduğunu kavramaktan uzak durur. Bir kaçıştır bu.

 

                                                               ***

     Doğa kardeşlerimiz şikayete karar vermişler bir gün.

Her gruptan birer temsilci seçerek Tanrı’ya gitmişler.

     Nöbetçi Melek karşılamış onları.

     “ Ben iletişim yetkilisiyim. Önce sorununuzu bana

açıklamak zorundasınız.” demiş.

     Sözcü olarak Aslan öne çıkmış:

     “ Melek kardeş, benim heybetli halime bakarak çekinmeyin.

Biz barışçıyız. Doğamızı, doğa kardeşlerimizi seven ve sadece

yaratılışımızdan gelen kurallarla yaşarız. Ama aramızda “ İnsan”

denen bir yaratık var. İyisi yok değil elbet. İyilerini öpüp başımıza

koymak isteriz. Ama kötüleri o kadar çok ki düşman başına.

İsterseniz arkadaşlarımız tek sırayla tek şikâyetlerini anlatsınlar.”

     Bunun üzerine sıraya geçip çektiklerini bir bir anlatmışlar.

     Melek ayağa kalkmış, parmağını uyarırcasına sallayarak:

     “ Bana bakın akılsızlar” demiş.

     “ Tanrının ne diyeceğini bilmem de ben derim ki halinize

şükredin. O yaratık kendine yaptığı yıkıcılık için harcadığı onca

enerjiyi size karşı harcasa, haliniz ne olur biliyor musunuz?”  

     Bir yudum su içip devam etmiş Melek:

     “ Be kardeşler! Bu yaratığın iyi yaptığı hiç mi bişey yok yav?

Yaptıkları hep mi Kötü?”

     “ Hayır hayır!” deniş doğa görüşmecileri. Aslan gene söze

girmiş:

     “ Zekice ürettiği ya da bilince çıkardığı öyle güzel şeyler var

ki övmeye sözcükler yetmez. Sevgi, saygı, hak, hukuk, adalet,

kardeşlik, dostluk, barış ve daha niceleri var. Bunların hatırına

boynumuz bükülüyor işte.”

     Baş Melek biraz da acımış:

    “ Şikâyet yerine, o iyilere yardımcı olmak en iyi çözümdür

bence. Tanrımız da hiçbir iyiliğin göz ardı edilmemesini iister”

demesi üzerine, geri dönmüş şikâyet kurulu.

     O gümden beri görülmüştür ki şikâyetle olmuyor. Amaçsız

umutlar da havada kalıyor. Ne yapmalı sorusu tarih boyunca

yanıt aramıştır. Bulduğu yanıt “ İyi insanlar, iyi şeyler yapmak

İçin, iyi örgütlenmelidir” olmuştur.

 

                                                               ***

     Düşündürücü değil mi Meleğin söyledikleri?

     Gerçekten “ kendi değerini bilmeyen bir yaratıktır” dense şu

 insan nesline, hak etmiyor mu?  

     “ İnsan olmuşluğa” biçilen o tanrısal değerlerle oyuncak gibi

oynar da bedelini pahalıya öder her seferinde.

     Yaptığı yanlışların ya kendinde ya da başkalarında kalcı

izler bırakabileceğini düşünmeye gerek duymaz.

     Hiç unutamam.

     Çelimsiz bir çocuktum. Humma dedikleri bir hastalık

yakamı bırakmıyordu. Çok zayıf, armut sapı gibi boynu olan,

karikatür benzeri  bir çocuktum.

     Bizim Yörükler çocuk güreştirmeyi çok severlerdi. Az da

olsa dövüştürdükleri bile olurdu.

     Belki de açığa vuramadıkları bazı komplekslerini tatmin

etme çabası mıydı, kim bilir?

     Rahmetlik Musa Doğruöz’le beni güreştirdiler bir gün.

     Musa benden küçüktü. Boyu da kısaydı. Ama köyde

varlıklı sayılabilen bir ailenin çocuğuydu. Babası muhtarlık

yapmıştı. O yüzden, lakap olarak Musa Keya ( Kâhya) diye

çağrırlardı. Yani Musa doğadan alması gerekenleri daha

yeterli alabilmiş bir çocuktu.

     Bense doğramaç çocuğuydum. ( Doğramaç, ekşi ayrana

katılmış yufka ekmek kırıntılarından oluşan, doyurucu bir

ayaküstü yemeğiydi.)

     Güreşe tutuştuk. Musa beni aldı yere vurdu. Gülmekten

katılıyor, alkış tutuyordu izleyen büyükler. Yerde Yatarken

“ Seni mahvettim ya!” diye çığlık gibi bağırdığımı hiç bir zaman

unutamadım. Çaresizlik yüklü hıncımın çığlığıydı o.  Sonradan

ilkokul 4. 5. Sınıflarda çok candan arkadaşım oldu Musa Keya.

     Mekânı cennet olsun.

     İçimdeki o hıncı “ kin” e dönüştürmeyen duygu Babamda

tanıdığım hoşgörü ve insan severlikti.

     Musa Keya ile öyle arkadaş olmuşt8uk ki “ Bit Döğüşünde”  

bile eş olmayı kabul etmemiştik.

     Sevgili Musa’ya kin tutmamıştım, ama o gün alkış tutan

büyüklerden nefret etmiştim. Sonradan öğrendim ki nefret

edilecek olan onlar değil, cahillikleriymiş.

     Sahi “ Bit Düğüşü”nü bilmezsiniz, değil mi?

     “ Pire itte, bit yiğitte bulunur” demiş, ipsiz dedenin biri. Bit

dayağı yememiş olmalı.

     O yiğitlik madalyası sıkça bulunurdu bizde.

     Sabah derse başlamadan önce “ Bit yoklaması” yapılırdı.

     Öğretmenin görevlendirdiği erkek öğrenci oğlanların; kız

öğrenci kızların bitini yoklardı. Oğlanların yakasına, kızlarınsa

saçlarına bakılırdı. Saçlar karıştırılarak, yaka kıvrımları iyice

açılarak aranırdı. Sirke yapmaya hazırlanmış olan bitin sırtı

mavileşirdi. Bir kesde yüzlerce sirke doğururlardı. Uysal ve

sinsiydiler. Oysa pira yaman sıçrar yakalanmazdı. Çok zararlı

da görülmezdi nedense.

     Zaten Ninem “ Sıçrayandan korkma, sinsiden kork” derdi.

     Çoğumuz bit açısından varlıklıydık canım.

     Öğretmen, sanırım cüsselere de dikkat ederek, ikişerli

eşlendirir, eşler birbirini tokat yöntemiyle döverlerdi.

     Tokadı atmadan önce yüksek sesle “ Ülen bitli gezmeye

utanmıyor musun?” demek zorundaydık. Önce yavaş sesle

söylenerek şamarlar yavaş vurulur, ama can acıdıkça dişler

sıkılır, tokatlar sertleşirdi. Burnun sümüğüyle ağzın suyu

birbirine karışırken, hem sözler feryada dönüşür, hem de

 tekmeler devreye girmeye başlardı. Öğretmenin “ yeter!”

komutu, yarın sabaha kadar “ Mütareke” demekti.

     Eve gidince bit çıktığını söylemek zorundaydık. Belki

bunu bir uyarı yöntemi olarak kullanıyordu öğretmen.

Çünkü utandırmanın bir eğitim yöntemi olduğunu sanıp,

pisliği halının altına süpürdüğümüz yıllardı.

     Bu hale düşmekten müthiş utanırdık. Ama bit çok yaygın,

çok doğurgandı. Nerde ortaya çıkacağı belli olmazdı.

     Geleceğe yönelik kin tutma olmayışı, her defada dayak

eşinin ayrı oluşundan ileri geliyor olmalıydı. Eşleme sırasında

Öğretmen denklik güdüyordu mutlaka.

     Kızlarda dayak olayı yoktu. Onları katran kurtarıyordu.

     Mazot gibi olan katranı köylüler kendileri üretirlerdi.

Havuz gibi bir yere katran ağacının odunlarını döşer, üstünü

toprakla örterlerdi. Üstünde yakılan ateşin ısısıyla odunların

yağı akardı. Hayvan parazitlerine karşı kullanılan katranı,

kadınlar da saçlarına sürerlerdi. Biti öldürüyor muydu, yoksa

kokusundan mı kaçıyordu bilmem? Ama bitten koruyordu.

Kızlar saçlarına sürüyorlardı. Ders boyunca katran kokusu

solurduk. Dinlenmelerde “ Yaşasın katransız hayat!” diye

nara atardık kızlara gıcık verirdik.

     Şu “ DDT” yi bulan adam cennete gitmeyip de Tanrı’nın

abdestini çalan bizim yobaz mı gidecek yani?

     Yuh olsun derim be!

 

                                                               ***

     Bizim Gülnar Yörüklerinde “ Eğlence Hayatı” son derecede

zayıftı. Çoban kavalının dışında müzik aleti yoktu.

     Göçebe yaşamın yayla- sahil durak yerlerindeki yerleşim,

hayvancılık nedeniyle son derece dağınıktı.

     Eğlence anlamında yalnızca düğünlerden söz edilebilirdi. Bir

de öğrenci eksenli milli bayramlardan.

     Dini bayramlar ve cuma etkinliği yaşamın anlamını Ortaçağa

kaydırıyor gibi oluyordu. 

     Düğünler genellikle iki günlük erkek egemen olurdu.                    

     Kasınlar kız evinde bir delbekle; erkeklerse oğlan evinde

keman, klarnet ve davul eşliğinde göbek atarlardı.

     En kötüsü ise asıl oynaması gereken çocuklara yer yoktu.

Gerçi yaramazlıklarımız da oluyordu, ama davranışın nasıl

olması gerektiğini bir söyleyen, bir yol gösteren olmuyordu.

Kafayı çeken çocukları dövüp kovalıyordu.

     O yüzden, öç alırcasına yaramazlıklar yaptığımız da olurdu.

    

                                                               ***

     Sanırım 1948 yılıydı, Rahmi Kerem Öğretmen geldi. Halk

ona “ Enüstülü Muallim” diyorlardı. Biz bilmezdik en üstünü,

en altını. Ama farklı bir adamdı. İlk işi bit döğüşüne yasak

koymak olmuştu.

     Kısa sürede “ Halk Ozanı” Babamla arkadaş olmuştu.

Arada bir “ Şiir dinlemeye geldim şair” diyerek bize gelirdi.

Babamla konuşurken bit döğüşünden söz açılmıştı. “ Şair,

dayaktan adam bile ölür, ama bit ölmez. Biti ancak temizlik

yok edebilir” dediğini bugün gibi anımsıyorum.

     Ne var ki çocukların düğüne gitmesini o da istemiyordu. 

     5. sısnıfta 14 kişiydik. Yatılı okulları kazanıp gitmemizi

istiyordu. Günlük derslerimiz saat 15.00é’e kadar sürüyordu.

Akşam yemeğimizi yedikten sonra öğretmenin evinde sat

21.00’e kadar bir seminer gibi çalışıyorduk.

     Toplanmamızda zorunluluk yoktu. Biz gönülü geliyorduk.

     Üstelik de Öğretmenimiz yeni evliydi. Hafta sonlarında

Bir öğrencinin evine konuk giderdi.

     Okulla ilgili bazı yazıları Muhtar Mehmet Turgut’a ( Molla

Mehmet) benimle gönderirdi.  Mhtar emmi beni yakınına

Oturtue, okulda neler yaptığımızı ince ince sorardı. Arada

Bir “ Bravo” dediği olurdu. Ne demek olduğunu sormuş ve

anlatmıştım Muhtarın konuşmalarını.

     Ve “ Bu muallim farklı yeğen” diyordu, köylü.

     Çünkü Rahmi Kerem öğretmenden önce köyümüzden

ortaokul ve üstü okullara devam eden bir kişi vardı. O da

köyümüzün en varlıklı ailenin çocuğuydu, Silifke ilçesinde

okuyordu.

      Yatılı okullara gidebilme kanalını açan o farklı Öğretmen

Rahmi Kerem’di.

     Ruhları şad, mekânları cennet olsun.

YAZARLAR

  • Cumartesi 24.8 ° / 13.8 ° false
  • Pazar 25.4 ° / 14.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 25.6 ° / 13 ° Güneşli
  • BIST 100

    9693,46%1,77
  • DOLAR

    32,58% 0,35
  • EURO

    34,75% 0,10
  • GRAM ALTIN

    2507,64% 0,95
  • Ç. ALTIN

    4181,01% 0,22