İnsanoğlu çetrefil bir yaratıktır.
Doğanın bir ürünü olduğu halde, belki de doğanın
en acımasızı. Diğer doğa kardeşlerine acımasız zararlar
vermekten utanç duymamayı sürdürüyor.
Kendi kendine verdiği zararlar intihar derecesinde.
“ Doğada var olmak ve var etmek” gibi yüce bir görevi
olduğunu kavramaktan uzak durur. Bir kaçıştır bu.
***
Doğa kardeşlerimiz şikayete karar vermişler bir gün.
Her gruptan birer temsilci seçerek Tanrı’ya gitmişler.
Nöbetçi Melek karşılamış onları.
“ Ben iletişim yetkilisiyim. Önce sorununuzu bana
açıklamak zorundasınız.” demiş.
Sözcü olarak Aslan öne çıkmış:
“ Melek kardeş, benim heybetli halime bakarak çekinmeyin.
Biz barışçıyız. Doğamızı, doğa kardeşlerimizi seven ve sadece
yaratılışımızdan gelen kurallarla yaşarız. Ama aramızda “ İnsan”
denen bir yaratık var. İyisi yok değil elbet. İyilerini öpüp başımıza
koymak isteriz. Ama kötüleri o kadar çok ki düşman başına.
İsterseniz arkadaşlarımız tek sırayla tek şikâyetlerini anlatsınlar.”
Bunun üzerine sıraya geçip çektiklerini bir bir anlatmışlar.
Melek ayağa kalkmış, parmağını uyarırcasına sallayarak:
“ Bana bakın akılsızlar” demiş.
“ Tanrının ne diyeceğini bilmem de ben derim ki halinize
şükredin. O yaratık kendine yaptığı yıkıcılık için harcadığı onca
enerjiyi size karşı harcasa, haliniz ne olur biliyor musunuz?”
Bir yudum su içip devam etmiş Melek:
“ Be kardeşler! Bu yaratığın iyi yaptığı hiç mi bişey yok yav?
Yaptıkları hep mi Kötü?”
“ Hayır hayır!” deniş doğa görüşmecileri. Aslan gene söze
girmiş:
“ Zekice ürettiği ya da bilince çıkardığı öyle güzel şeyler var
ki övmeye sözcükler yetmez. Sevgi, saygı, hak, hukuk, adalet,
kardeşlik, dostluk, barış ve daha niceleri var. Bunların hatırına
boynumuz bükülüyor işte.”
Baş Melek biraz da acımış:
“ Şikâyet yerine, o iyilere yardımcı olmak en iyi çözümdür
bence. Tanrımız da hiçbir iyiliğin göz ardı edilmemesini iister”
demesi üzerine, geri dönmüş şikâyet kurulu.
O gümden beri görülmüştür ki şikâyetle olmuyor. Amaçsız
umutlar da havada kalıyor. Ne yapmalı sorusu tarih boyunca
yanıt aramıştır. Bulduğu yanıt “ İyi insanlar, iyi şeyler yapmak
İçin, iyi örgütlenmelidir” olmuştur.
***
Düşündürücü değil mi Meleğin söyledikleri?
Gerçekten “ kendi değerini bilmeyen bir yaratıktır” dense şu
insan nesline, hak etmiyor mu?
“ İnsan olmuşluğa” biçilen o tanrısal değerlerle oyuncak gibi
oynar da bedelini pahalıya öder her seferinde.
Yaptığı yanlışların ya kendinde ya da başkalarında kalcı
izler bırakabileceğini düşünmeye gerek duymaz.
Hiç unutamam.
Çelimsiz bir çocuktum. Humma dedikleri bir hastalık
yakamı bırakmıyordu. Çok zayıf, armut sapı gibi boynu olan,
karikatür benzeri bir çocuktum.
Bizim Yörükler çocuk güreştirmeyi çok severlerdi. Az da
olsa dövüştürdükleri bile olurdu.
Belki de açığa vuramadıkları bazı komplekslerini tatmin
etme çabası mıydı, kim bilir?
Rahmetlik Musa Doğruöz’le beni güreştirdiler bir gün.
Musa benden küçüktü. Boyu da kısaydı. Ama köyde
varlıklı sayılabilen bir ailenin çocuğuydu. Babası muhtarlık
yapmıştı. O yüzden, lakap olarak Musa Keya ( Kâhya) diye
çağrırlardı. Yani Musa doğadan alması gerekenleri daha
yeterli alabilmiş bir çocuktu.
Bense doğramaç çocuğuydum. ( Doğramaç, ekşi ayrana
katılmış yufka ekmek kırıntılarından oluşan, doyurucu bir
ayaküstü yemeğiydi.)
Güreşe tutuştuk. Musa beni aldı yere vurdu. Gülmekten
katılıyor, alkış tutuyordu izleyen büyükler. Yerde Yatarken
“ Seni mahvettim ya!” diye çığlık gibi bağırdığımı hiç bir zaman
unutamadım. Çaresizlik yüklü hıncımın çığlığıydı o. Sonradan
ilkokul 4. 5. Sınıflarda çok candan arkadaşım oldu Musa Keya.
Mekânı cennet olsun.
İçimdeki o hıncı “ kin” e dönüştürmeyen duygu Babamda
tanıdığım hoşgörü ve insan severlikti.
Musa Keya ile öyle arkadaş olmuşt8uk ki “ Bit Döğüşünde”
bile eş olmayı kabul etmemiştik.
Sevgili Musa’ya kin tutmamıştım, ama o gün alkış tutan
büyüklerden nefret etmiştim. Sonradan öğrendim ki nefret
edilecek olan onlar değil, cahillikleriymiş.
Sahi “ Bit Düğüşü”nü bilmezsiniz, değil mi?
“ Pire itte, bit yiğitte bulunur” demiş, ipsiz dedenin biri. Bit
dayağı yememiş olmalı.
O yiğitlik madalyası sıkça bulunurdu bizde.
Sabah derse başlamadan önce “ Bit yoklaması” yapılırdı.
Öğretmenin görevlendirdiği erkek öğrenci oğlanların; kız
öğrenci kızların bitini yoklardı. Oğlanların yakasına, kızlarınsa
saçlarına bakılırdı. Saçlar karıştırılarak, yaka kıvrımları iyice
açılarak aranırdı. Sirke yapmaya hazırlanmış olan bitin sırtı
mavileşirdi. Bir kesde yüzlerce sirke doğururlardı. Uysal ve
sinsiydiler. Oysa pira yaman sıçrar yakalanmazdı. Çok zararlı
da görülmezdi nedense.
Zaten Ninem “ Sıçrayandan korkma, sinsiden kork” derdi.
Çoğumuz bit açısından varlıklıydık canım.
Öğretmen, sanırım cüsselere de dikkat ederek, ikişerli
eşlendirir, eşler birbirini tokat yöntemiyle döverlerdi.
Tokadı atmadan önce yüksek sesle “ Ülen bitli gezmeye
utanmıyor musun?” demek zorundaydık. Önce yavaş sesle
söylenerek şamarlar yavaş vurulur, ama can acıdıkça dişler
sıkılır, tokatlar sertleşirdi. Burnun sümüğüyle ağzın suyu
birbirine karışırken, hem sözler feryada dönüşür, hem de
tekmeler devreye girmeye başlardı. Öğretmenin “ yeter!”
komutu, yarın sabaha kadar “ Mütareke” demekti.
Eve gidince bit çıktığını söylemek zorundaydık. Belki
bunu bir uyarı yöntemi olarak kullanıyordu öğretmen.
Çünkü utandırmanın bir eğitim yöntemi olduğunu sanıp,
pisliği halının altına süpürdüğümüz yıllardı.
Bu hale düşmekten müthiş utanırdık. Ama bit çok yaygın,
çok doğurgandı. Nerde ortaya çıkacağı belli olmazdı.
Geleceğe yönelik kin tutma olmayışı, her defada dayak
eşinin ayrı oluşundan ileri geliyor olmalıydı. Eşleme sırasında
Öğretmen denklik güdüyordu mutlaka.
Kızlarda dayak olayı yoktu. Onları katran kurtarıyordu.
Mazot gibi olan katranı köylüler kendileri üretirlerdi.
Havuz gibi bir yere katran ağacının odunlarını döşer, üstünü
toprakla örterlerdi. Üstünde yakılan ateşin ısısıyla odunların
yağı akardı. Hayvan parazitlerine karşı kullanılan katranı,
kadınlar da saçlarına sürerlerdi. Biti öldürüyor muydu, yoksa
kokusundan mı kaçıyordu bilmem? Ama bitten koruyordu.
Kızlar saçlarına sürüyorlardı. Ders boyunca katran kokusu
solurduk. Dinlenmelerde “ Yaşasın katransız hayat!” diye
nara atardık kızlara gıcık verirdik.
Şu “ DDT” yi bulan adam cennete gitmeyip de Tanrı’nın
abdestini çalan bizim yobaz mı gidecek yani?
Yuh olsun derim be!
***
Bizim Gülnar Yörüklerinde “ Eğlence Hayatı” son derecede
zayıftı. Çoban kavalının dışında müzik aleti yoktu.
Göçebe yaşamın yayla- sahil durak yerlerindeki yerleşim,
hayvancılık nedeniyle son derece dağınıktı.
Eğlence anlamında yalnızca düğünlerden söz edilebilirdi. Bir
de öğrenci eksenli milli bayramlardan.
Dini bayramlar ve cuma etkinliği yaşamın anlamını Ortaçağa
kaydırıyor gibi oluyordu.
Düğünler genellikle iki günlük erkek egemen olurdu.
Kasınlar kız evinde bir delbekle; erkeklerse oğlan evinde
keman, klarnet ve davul eşliğinde göbek atarlardı.
En kötüsü ise asıl oynaması gereken çocuklara yer yoktu.
Gerçi yaramazlıklarımız da oluyordu, ama davranışın nasıl
olması gerektiğini bir söyleyen, bir yol gösteren olmuyordu.
Kafayı çeken çocukları dövüp kovalıyordu.
O yüzden, öç alırcasına yaramazlıklar yaptığımız da olurdu.
***
Sanırım 1948 yılıydı, Rahmi Kerem Öğretmen geldi. Halk
ona “ Enüstülü Muallim” diyorlardı. Biz bilmezdik en üstünü,
en altını. Ama farklı bir adamdı. İlk işi bit döğüşüne yasak
koymak olmuştu.
Kısa sürede “ Halk Ozanı” Babamla arkadaş olmuştu.
Arada bir “ Şiir dinlemeye geldim şair” diyerek bize gelirdi.
Babamla konuşurken bit döğüşünden söz açılmıştı. “ Şair,
dayaktan adam bile ölür, ama bit ölmez. Biti ancak temizlik
yok edebilir” dediğini bugün gibi anımsıyorum.
Ne var ki çocukların düğüne gitmesini o da istemiyordu.
5. sısnıfta 14 kişiydik. Yatılı okulları kazanıp gitmemizi
istiyordu. Günlük derslerimiz saat 15.00é’e kadar sürüyordu.
Akşam yemeğimizi yedikten sonra öğretmenin evinde sat
21.00’e kadar bir seminer gibi çalışıyorduk.
Toplanmamızda zorunluluk yoktu. Biz gönülü geliyorduk.
Üstelik de Öğretmenimiz yeni evliydi. Hafta sonlarında
Bir öğrencinin evine konuk giderdi.
Okulla ilgili bazı yazıları Muhtar Mehmet Turgut’a ( Molla
Mehmet) benimle gönderirdi. Mhtar emmi beni yakınına
Oturtue, okulda neler yaptığımızı ince ince sorardı. Arada
Bir “ Bravo” dediği olurdu. Ne demek olduğunu sormuş ve
anlatmıştım Muhtarın konuşmalarını.
Ve “ Bu muallim farklı yeğen” diyordu, köylü.
Çünkü Rahmi Kerem öğretmenden önce köyümüzden
ortaokul ve üstü okullara devam eden bir kişi vardı. O da
köyümüzün en varlıklı ailenin çocuğuydu, Silifke ilçesinde
okuyordu.
Yatılı okullara gidebilme kanalını açan o farklı Öğretmen
Rahmi Kerem’di.
Ruhları şad, mekânları cennet olsun.