Salih KOÇ


ADALAR


Birkaç kare memleket fotoğrafı vesile olmuştu tanışmamıza. Koskoca İstanbul’da, milyonlarca insan arasında kimin aklına gelirdi ki böyle bir buluşma.

Aynı memleketli olduğumuz halde, randevu verdiğimiz yere geldiğimizde birbirimizi ilk defa görecektik. Belki de ortak yaşadığımız, o küçük taşra kentinde; aynı yollarda yürümüş, aynı çay bahçesinde oturmuş, hatta aynı denizde yüzmüş olma olasılığımız o kadar muhtemeldi ki…

‘’Elini uzattı ‘’Ben Roza ’’ demesiyle ben de karşılık olarak:

‘’Selami’’ dedim. Roza önden yürüyerek oturacağımız yere geldiğimizde, köşedeki masayı göstererek

‘’Burası iyi mi?’’ dedi. Karşılıklı oturduk. Garson daha gelmeden, Ben:

‘’Burası güneş almıyor,  biraz serin olabilir’’ dememle kalkıp başka bir yere oturduk. İkimizde buranın da güneşi daha az gördüğünü bahane ederek yerimizden tekrar kalktık. Başka bir yere oturduk Roza

‘’Allah’ın hakkı üçtür.’’ diyerek buraya her geldiğinde oturduğu masayı göstererek:

‘’Ben her geldiğimde bu masaya oturuyorum, burası benim masam’’ diyerek yerimize oturduk.

İlk buluşmamızda mevsim sonbahar, aylardan ekim, belki de ekimin ortası gibiydi. Güneşli bir gün olmasına rağmen güneş görmeyen kapalı mekânlar biraz soğuktu. Garson geldiğinde siparişleri verdik ve biraz sessizlikten sonra, Ben:

‘’Nasılsınız Roza Hanım?’’ diyerek hal hatır sordum. Roza’da:

‘’Teşekkür ederi, iyiyim. Siz nasılsınız?’’ dedi. Daha sonra Roza geçirdiği zor günlere dair o acıklı hayat hikâyesinden kesitler anlatmaya başladı.

‘’Oğlumla yaklaşık iki yıl önce buraya taşındık. Hem okuyor hem de çalışıyor’’ Ben de:

‘’Çok güzel, hem okumak hem de çalışmak biraz yorucu olmalı’’ dedim.

Buraya, oğlu Şahin’in üniversiteyi okuması için geldikleri anlaşılıyordu. ‘’Her insanın bir hayat hikâyesi var’’ diyerek biraz da kendimden bahsettim. Telefonumda yazılı şiirlerimden örnekler okudum. Yanımda getirdiğim kitabımı da imzalayarak vermiştim. Oradan da hayat hikâyemin anlatıldığı şiirlerden birkaç tanesini buldum.

‘’İsterseniz bir göz gezdirin’’ dedim. Bu konuşmalar esnasında nedense yeşile çalan gözlerinden gözlerimi alamamıştım. Çocuk gibi masum bir yüz, zeytin yeşili gözleri, kısacık hafif kızıla boyalı saçları, hokka gibi bir burun ve de tabi belirli belirsiz dudakları vardı.

‘’Maşallah gözlükte kullanmıyorsun, renkli gözlüler biraz daha hassas olur’’ dememle bir kez daha göz göze geldik. Roza’nın hafif bir gülümsemesiyle adeta insanı içine çeken o gamzeleri bir an beni nefessiz bırakmak üzereydi ki:

‘’ Aslında bazen okuma gözlüğü kullanıyorum ama şimdi yanımda yok’’ dedi. Konu gözlerden açılmışken,

‘’Sizin gözlerin de renkli, hem de mavi. Mavi sevdiğim bir renktir’’ dedi. Ne tesadüftü Roza’nın gözleri yeşil, benim ki de maviydi. ‘’Mavi ile yeşil, orman ve deniz’’ gibi.

Biraz evliliğinden bahsetti. Türk filmleri gibiydi. Gecenin bir yarısında sarhoş halde odasına gelen damat, adeta sarkıntılık edercesine kendisine sarılmış, işini bitirir bitirmez de bir kenarda yığılmış kalmış. Ondan sonra da bir daha bir araya gelmemişler. O zoraki birliktelikten de biricik oğlu Şahin’e hamile kalmış. O gün, bu gün erkeklerden nefret eder bir hayat sürerek bu günlere gelmiş. Aradan geçen yirmi yılı aşkın bir sürede aşkı hiç aramamış veya aradıysa da aradığını bulamamış. Tüm ömrünü biricik oğluna adamış ve de bunda başarılı olmuş. Bunun üzerine aklımdan geçen mısraları yazdığım telefonumdan aşağıdaki dizeler izniyle okudum.

 

Bak gözlerimin içine / Bir de umudu orada dene,

Korkma! Gir gir çık / Gözlerimin içine...

Olmadı! Şansını / Bir de maviliklerde dene.

Belki de orada saklıdır / Yıllarca aradığın mutluluk

O mavi dediğin / Gözlerimin derinliklerinde…

                                 ***

Her ikimizde memlekette gezdiğimiz mekânları anlattıkça birbirimizi hiç görmemiş olmamız, ikimizin de çok garibine gitti. Küçük sayılacak bir taşra kasabasında birbirimizi hiç görmemiş olmamıza rağmen, koskoca İstanbul’da tanışmış olmamız çok büyük bir tesadüftü.

Kahvelerimizi içtikten sonra biraz da yürümeye karar verdik. Roza ‘’sahilde yürüyebileceğimizi’’ söyledi. Ne de olsa ikimiz de sahil çocuklarıydık. Ben denizle ilk defa yıllar önce babamın hastane ziyareti vesilesiyle tanışmış olsam da, Roza çocukluğunun bir kısmını babasının memuriyeti sebebiyle Ege’de, önemli bir kısmını da Akdeniz’in büyükçe bir sahil kasabasında geçirmişti. Bir iki tur attığımız uzunca sahil yolundan yürürken her ikimiz de hayat hikâyelerimizden kesitler anlatıyorduk. Artık zaman ilerlemiş, benim için dönme vakti yaklaşıyordu. Havaların güzel oluşu nedeniyle Adalar gezisi için uygun bir zamandı. Çarşamba günü Adalar’a gitmeğe karar verdik. Sahilden geçen anayolun üstündeki üst geçit merdivenlerine doğru adımlamaya başladık. Koskoca üç saat ne çabuk geçmişti hiç anlayamadık. Ayrılma vakti geldiğinde dolmuş durağına doğru yürüyorduk ki Roza:

      ‘’Oğlum Şahin’’ dedi ve beni tanıştırdı. Şahin’e hal hatır sorduktan sonra ana-oğul aralarında bir şeyler konuştular. Şahin o günlerde bir rahatsızlık geçirmiş, çalıştığı hastaneden izin alarak evine dönmenin talaşı içindeydi. Roza:

‘’Taksiyle gidelim, siz de yolumuz üzerindeki otobüs durağında inesiniz’’ dedi. Ben sürücünün yanına, Roza ve Şahin da arka koltuğa oturdular. Taksiye bindiğimiz yer ile otobüs durağı çok yakınmış. Ben:

‘’Tekrar geçmiş olsun’’ diyerek taksiden indim, ana-oğul yollarına devam ettiler.  Ben de otobüse binerek ineceğim durağa kadar geldim.  Geçirdiğimiz zaman diliminde en çok anlattığı hayat hikâyesi çok ilgimi çekmişti. ‘’Bir insanın hayat hikâyesi bu kadar mı dramatik olur?’’ diye düşünmekten kendimi alamadım. Belki de anlatılacak çok daha acıklı hikâyeleri vardı. Bakışı, duruşu, anlatışı:

‘’Senin dedin dert midir? / Benim derdimin yanında’’ der gibiydi. Felek ‘’ melek yüzlü’’  bu insana ne kadar acımasız davranmış demekten kendimi alamadım…

            Ertesi gün bilinmeyen numaralı bir telefon sesiyle uyandım. Hal hatırdan sonra, telefonumu kendisine imzalayarak verdiğim kitabımın arkasındaki iletişim sayfasından aldığını, dünkü buluşmamız için çok memnun olduğunu’’ söyleyerek:

 ‘’Adalar’a ne zaman gideceğiz?’’ diye sordu. Ben de:

‘’Sizce uygunsa pazar günü gidelim’’ dedim.

Beni de Adalar’a yıllar önce aynı okulda birlikte okuduğumuz bir bayan arkadaşım götürmüştü. Şu feleğin garipliğine bak. ‘’Kul, kula sebeptir’’ dedikleri şey bu galiba diye düşündüm. Beni bir bayan arkadaşım Adalar’a götürdü, ben de bir bayanı ömründe hiç görmediği Adalar’a götürecektim. Kafamdan nasıl gideriz, nereden gideriz? gibi sorular geçti. Sonunda Bakırköy’den Adalar’a vapur kalktığını öğrendim.

            Pazar gününü iple çekiyordum. ‘’Sayılı gün çabuk geçer’’ derler ya, dedikleri gibi de oldu. O gün geldi çattı. Otobüse binerek Bakırköy Özgürlük Meydanı’na geldiğimde kısa küt kesilmiş saçları, üzerinde bir kısa kol gömlek, bacağına da kot pantolonla Roza tam da karşımdaydı. Bana doğru çekingen adımlarla yürüyordu.  Yeşil gözleriyle gülümseyerek ellerinden tutmadan kucaklaştık. Bu iki eski samimi dostun sarılması gibi içtendi. Bu ikinci buluşmamız oluyordu. Aklımdan aynı şehrin insanı olmaktan başka bir şey geçmiyordu. Sahile doğru yürümeye başladık. Bu arada bir kez daha:

‘’Senin gibi bir insanla tanışmış olmaktan çok mutlu oldum’’ dedi. Devamla  ‘’Mesleğinin gereği insan karakterlerini analiz etmekte usta olduğunu, bu konuda pek yanılmadığını’’ söyledi. Yürüyerek Adalar Vapurunun kalktığı yere gelmiştik. Zaman çok hızlı geçiyordu. Biletimizi alarak beklemeye başladık. İlk yolculuğumuzun verdiği acemilikle vapurun kalkmasına bir hayli zaman olmasına rağmen biz biletimizi almış bulunduk. Bir yerlerde oturur veya gezinerek daha hoşça vakit geçirebilirdik. Denizden hafif bir rüzgâr esintisi geliyordu. Roza biraz üşümüş olmalı ki; bana daha yakın olmaya çalışıyordu. Bedenlerimiz birbirine değdi değecek gibiydi. Belki de ben öyle hissediyordum. Vakit umduğumdan da çabuk geçti. Adalar’a gideceğimiz vapura bindik. Şöyle önden ikinci sıradaki en sol koltuklara oturduk. Adalardan konuşuyorduk. Ben daha önce gittiğim için az çok bir bilgiye sahiptim. Vapur hızlandıkça rüzgâr sertleşmeye ve hava biraz soğumaya başladı. Biraz soğuyunca Roza üşüyüp bana sokulmaya başladı ama davranışlarından biraz çekindiğini de fark ediyordum. Ayrıca sanki üşümenin sebep olabileceği titriyor gibi bir halleri de vardı. Ben de gayri ihtiyari ellerinin üşümüş olacağını düşünerek ellerimi ellerinin üzerine koydum. O da bu davranışımdan rahatsız olmadı. Bu beni biraz rahatlattı... Ve gittikçe bana sokulduğunu fark ettim. Bir ara:

‘’Üşüyorsun galiba’’ dedim.

‘’Eh, biraz ama sen yanımdayken artık üşümüyorum’’ diyerek biraz daha bana sokuldu. Önce Kadıköy, sonra Üsküdar derken vapur yoluna devam ediyordu. Kalkıp güverteye çıktık. Oradan irili ufaklı adalar gözüküyordu. Biz Büyükada’da inecektik. Yolculuk esnasında Adalar Vapuruyla adeta yarış eden yunusları, yolcuların attığı simit kırıntılarını havada kapan martıları seyrederek Büyükada İskelesine yanaştık. Vapurdan yavaş adımlarla indik. Karaya çıktığımızda; kalabalık bir insan topluluğu, yol kenarlarına serpilmiş irili ufaklı satıcılar, az ileride rengârenk süslenmiş paytonları gördük. Bir hayli zaman geçmişti ve şimdi olmasa da vapurda bir miktar üşümüştük. En yakındaki lavabolara gidip ihtiyaçlarımızı karşıladık. Bu arada karnımız da acıkmıştı. Ekmek arası bir şeyler aldık. Çevrenin çok ağır bir kokusu vardı. İleriye doğru yürüyerek ağır kokulu ortamdan bir an önce uzaklaşmak istiyorduk, hem yürüyor, hem de aldığımız ekmek arası dürümü yiyorduk. Paytonların topluca yolcu beklediği yerlerden alışkın olmadığımız ağır bir koku burnumuzun direklerini sızlatıyordu. Beni çok etkilemese de Roza bu kokudan çok etkilenmişti. Biraz daha ilerledikten sonra o ağır koku yerini doğal bir çiçek bahçesi kokusuna bıraktı. Biz de yiyeceğimizi yemiş, çöplerimizi de çöp kutusuna atmıştık.  Roza bir hamlede elimden tuttu ve

‘’Bu eli bir ömür bırakmam’’ dedi. Ben böyle bir davranışı beklememenin şaşkınlığı içinde bozuntuya vermeden el ele tutuşarak yolumuza devam ediyorduk. Artık liseli ergen sevgililer gibiydik. Yürürken arkadan gelen paytonlara yol vermek için kenara çekiliyor ve bu hayvanların ne kadar eziyet çektiklerini konuşuyorduk. Bu zamanda, bu devirde ata bu kadar eziyet etmenin insanlığa yakışır bir yanının olmadığını dile getirerek ikimizde üzülüyorduk. En çok da paytona binenlere kızıyorduk. Birkaç kilometre rampa çıktıktan sonra yolumuz üzerindeki düz bir alanda çay bahçesi vardı. Orada biraz oturup çay içtik ve yanımıza yedek su aldık. Roza ancak çay içerken elimi bırakmıştı. Ömrümde hiç kimse bu kadar uzun süreyle elimden tutmamıştı. Haliyle içinde bulunduğum psikolojik durumun da etkisiyle bir hayli terlemiştim. Artık yolumuz çok rampa değildi. Roza ikinci defa elimden tuttu ve yolumuza devam ettik. Ben yine şoklardayım ama çaktırmamaya çalışıyorum. Kilisenin bulunduğu son rampaya çıkarken ikimiz de çok terlemiştik.  Tam tepeye çıktığımızda biraz soluklanalım diye gördüğümüz boş kanepeye oturduk. Roza iyice terlemişti. Adeta soluk soluğa kalmıştı. Bir ara çantasından selpak mendil çıkardı. Ben hemen elinden aldım ensesindeki terleri silmeye başladım. Biraz rahatlamıştık. Karşıki çam dallarının arasından o romantik deniz manzarasına bakarak bir süre sessizce oturduk. Daha sonra kalkarak yukarıdaki çay bahçesinin en uzağındaki köşesine yerleştik. Garsona içecek bir şeyler sipariş ettikten sonra adalar manzarasını seyre daldık. Roza çok heyecanlıydı. Hava gayet güzel olmasına rağmen üşümüş gibi adeta titriyordu. Sol yanımda oturduğundan kolumu omzuna attım, sağ elimle de elinden tutmuştum. Ben o an çok farklı şeyler hissetmeye başlamıştım. Roza’nın adeta sara nöbeti tutmuş bir hasta gibi titremesine mana da veremiyordum. Titredikçe bana sokuluyordu Bu vaziyette Orada saatlerce oturduk. İçeceklerimizi arada tazeleterek içmiştik. Artık kalkma zamanı gelmişti. Yine el ele tutuşarak dönüş yoluna geldiğimizde anı olsun diye fotoğraflar çektik. Artık yolumuzda rampa yoktu. Hep iniş halinde olacaktık. Yürümekte biraz zorlansak da paytonların çıkıştaki son durak yerine geldiğimizde tekrar ikimizde lavaboya gittik. Ben önce çıktım Roza’yı beklemeye başladım. O da çıktı üçüncü defa yine el ele tutuştuk. Yayaların indiği yoldan ormanların içinden yürümeye başladık. Yol iniş olmasına rağmen yürümekte zorlanıyorduk. Zaman zaman göz göze geliyor ama pek konuşmuyorduk. Adeta gözlerimiz konuşuyordu. Aşağıya düzlüğe indiğimizde yolun sağında solunda çok güzel evler görüyorduk. Kendi kendimize ‘’ Kim bilir burada kimler yaşamıştır? Ne aşk şiirleri, romanları yazılmıştır’’ diye düşünüyorduk. Adanın doğusundan ilerleyerek nihayet iskele önüne gelebildik. Bakırköy Vapurunun ne zaman kalkacağını öğrenerek bir bankta oturmaya başladık. Roza elleri ellerimde, gözleri gözlerimde:

‘’Bu gece burada kalalım mı?’’ dedi. Hatta ‘’Ben gitmiyorum, Adada kalmak istiyorum’’ deyiverdi. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Şaşkın şaşkın gözlerinin içine baktım. O gözler ki; bir bebek kadar masum, korkmuş bir serçe kadar ürkekti. Sonra da ‘’şaka’’ olduğunu söyledi. Vapurumuz kalkmak üzereydi iki kişilik bilet alarak ve yine el ele tutuşarak vapura bindik. Artık geriye dönüş başlamıştı. Aslında bu ikimiz için hüzün demekti.

Günün yorgunluğu ve geriye dönüşün üzüntüsü ikimizin de gözlerinden okunuyordu. Vapurda el ele tutuşarak sakince bir yere oturduk…

Yolumuz üzerindeki Üsküdar ve Kadıköy İskelelerine uğradıktan sonra nihayet Bakırköy İskelesine geldik. Güneş batmamıştı ama vakit biraz geç olmuştu. Dolmuş durağına yürürken Roza

‘’Eve gidelim, bu gece misafirim ol’’ dedi. Ben de:

‘’Çok teşekkür ederim ama eve gitmem lazım. Yarın işe gideceğim’’ dedim. Günün yorgunluğu, hayatımda ilk defa yaşadığım bir macera. Kafam iyice karışmıştı… Şimdiye kadar hiç böyle bir macera yaşamamıştım. Evinden işine, işinden evine giden bir insandım. Nasıl oldu da böyle bir maceraya yelken açmıştım? Kendime inanamıyordum. Olaylar adeta bir senaryo gibi gibiydi. Ömrümde hiç kimse bu kadar uzun süreyle elimden tutmamış, kimsenin gözlerinin içine bu kadar uzun süre bakmamıştım. Bütün bunları yaşarken yıllar önceki ilk aşkımla görüşmesek de ona şiirler yazıyordum. Yoksa ilk aşkıma ‘’ihanet mi’’ ediyordum! Dedim ya kafam çok karışıktı…

İnsan hangi yaşta olursa olsun sevilmekten hoşlanır. Şahsıma duyulan güven, sevgi, aile yaşantımdaki çalkantılar benim yüreğimde yeni oluşumlara yelken açtı.

Roza’yı tanıdıkça daha da heyecanlanıyordum. Görüşmelerimiz de ikimizin de gözlerinin içi gülüyordu. Her şeye rağmen kafam çok karışıktı. Bir yandan mevcut durumum, bir yanda bir karşılık bulamasam da ‘’İlk aşkım’’, diğer yanda melek yüzlü, yeşil gözlü Roza…

                                                                        

YAZARLAR

  • Cuma 24.9 ° / 14.2 ° Güneşli
  • Cumartesi 28.3 ° / 15.1 ° Güneşli
  • Pazar 28.3 ° / 15.7 ° Güneşli
  • BIST 100

    9079,97%3,10
  • DOLAR

    32,35% 0,15
  • EURO

    34,93% -0,09
  • GRAM ALTIN

    2322,96% 0,18
  • Ç. ALTIN

    3843,45% 0,00