“ Yalanser” insanlığın ilk tanıdığı ya da ürettiği salgın hastalığın adıdır.
Yalanın kanserleşmiş, iflah olmaz aşamasıdır.
Gerçi Yalanser başladığında Kanser hayal bile edilmiyormuş.
Daha doğrusu insanoğlu doğanın ilkelerinden kaytarabilmek için ürettiği kıvırma
sistemiymiş.
Bu müthiş buluş insanla öyle bütünleşmiş ki çocuk yalanı ailede yürümeden önce öğrenir
demişlerse de epey sonra anne karnında öğrendiğini anlamışlar.
Giderek, acaba bebeğimizin ağıdında ne kadarı yalan var kuşkusuna kapılır olmuşlar?
Söyleyin bana, bu beceri genlerimize geçmiş olamaz mı?
Öyleyse bu beceriyi nasıl kazandık?
Bişeyler öğrenmek için can attığımız o çocukluk sürecinde, nelere ne Kadar el attığımız
belirsizdi. Haddini aştığımız bazı noktalarda oturup anlatmak yerine, yanlışı, kusuru
yüzümüze şamar gibi vurmalar bizi savunmaya itmiş oalmaaz mı? Bu felaketi gizleyebilmemiz
olanaksızsa yalan birikimimizden birine sarmaya çalışmadık mı? Uygun yalan yoksa yeni bir
yalan üretmeye çaba harcamadık mı? Onu da yapamamışsak dayağı yedik, beceremediğimiz
için bin kez utandık. Bu süreç yalan üretme hızımızı ve üretkenliğimizi arttırdı.
Bu deneyim süreci yaşanırken, bir de ailede ve yakın çevrede canlı örnekler yaşandıysa
eğitsel etkisi tartışmasızdır.
Yüz yüze ilişkilerin yoğun olduğu toplum düzenlerinde yalan bir hayli sıkıntı çekerdi. Yüz
yüze olmak utanmayı getiriyordu. Sahi eskiden utanma diye renkli bir kavram vardı. Hatta
o kırmızının tonları utanmanın kalitesini belirtiyordu.
Örneğin:
Beyaz yalan ( Güya iyilik adına söylenen yalanlarmış) “ Yüze bakamamak”, “ İnsan içine
çıkamamak” gibi yardımcı öğelerde kullanırmış.
Kırmızı yalan ( Ahlak değerleriyle düpedüz çatışan yalanlarmış)
Kıpkırmızı yalan ( Tüm insanı değerleri tahrip eden davranışları koruyan yalanlarmış)
Bundan daha ötesi Mosmor yalanmış ki onu bir tanım kalıbına sokmak bile olanaksızmış.
Bu dönemden kalan bir anı sık sık düşer aklıma.
5- 6 yaşlarındaydım. Köyümüzün davar çobanı Çavuş Kocagille komşuyduk. Çoban emmi
baba bir insandı. Adı nrydi bilemiyorum. Herkes onu sever, dinlerdi. İşini çok iyi yapan bir
çobanmış. Gece karanlığında hangi keçinin melediğini seçebilecek kadar işinin ustasıymış.
“ Bu gece ala keçi meleyip durdu. Bir rahatsızlığı mı var bakayım?” diyebilen bir çoban.
Karısı Ayşe teyze de inadına geçimsiz bir kadındı. Komşularıyla kavgasının hiç bitmediğini
ben de anımsıyorum
Çoban gelince akşam komşular şikâyet kuyruğuma dizilirlerdi. Çoban emmi karısını bir güzel
Döverek komşuları yatıştırırdı.
Bir gün akşam öşü çökmek üzereyken, Annem Ayşe teyzeye gönderdi beni. Bişey istiyordu.
O sırada Çoban Emmi geldi ve komşular şikayete başladılar. Keçe çadırın önünü kapatmışlardı.
Ortam birden bire karışmıştı. Kaçamadım Ayşe teyzegilin yatak yığının arkasına saklanıverdim. Tartışma bitince çıkacaktım. Çoban Emmi bağırarak karısını içeri soktu. Çadırın her yanını iyice
kapattı ve sopayı eline aldı. O yataklara vurdukça Ayşe teyze:
_ Vurma a gâvurun dölü vurma! diye bağırıyordu. Öyle çok dövdü ki dışarıdan komşular:
_ Yeter Emmi öldüreceksin. Biz vazgeçtik., diye yalvarmaya başladılar.. Çoban Emmi kapıya
çıktı:
_ Gonşular, sizlerin gül hatırına sabır eddim. Bigün beni gaatıl ececek ya nazaman bilemiyom.
O zaman Allah sizceğizleri de gurtarır, beni de gurtarır.
Komşular dağıldı, çoban davarla ilgilenirken çıktım ben. Teyze beni görünce:
_ Ülen köpoğlu köpek sen orda mıydın? Ülen kimseye bişey demeyeceğen ha. Sonra ağzını
yırtarım.. Ses çıkaramadım. Kapıyı çıkarken çağırdı bol yağlı bir çomaç verdi elime. Aldığım ilk
rüşvetti bu. Sonraki zamanlarda canım istediğinde varıyordum, savsaklamaya kalkarsa söylerim
ha dediğimde yağlı çomaç ( Dürüm) hiç eksik olmazdı.
Mekanları cennet, ruhları şâdolsun.
Neyleyim ki rüşvet kısmetim iki yoldan kesildi.
Birincisi Köy Enstitülü oluşumdu.
İkincisi ise siyasetçi olamayışım oldu.
***
Yalan hastalığını ve ilacını gerçek anlamıyla Köy Enstitüleri anlattı bana.
Bu ilaç “ İnsan Hak ve Özgürlükleri” kavramı idi. İnsanlık bunu çoktan keşfetmiş de insan
aklının yapabileceği işleri hep tanrıya havale eden dinsel bağnazlık yüzünden, doğu toplumları
bu ilaçtan yeterince yararlanamamışlardı.
Çünkü bu ilacın, önce insan beyni ile bütünleşip, insan davranışına yansıması gerekmektedir.
Yararların somutça ortaya çıkması zaman istemektedir.
Yani dil üstünden kayıveren bir yalan gibi ya da cebe akıveren bir rüşvet gibi kolay olmamak
gibi bir kusuru vardır.
Tüm bu gerçeklere karşın, ülkenin yönetimi anlamına gelen siyasal yaşam yalan hastalığının
en çok at oynattığı alan olmaktadır.
Unutulmamalı ki her yalanın acı bir bedeli vardır. O bedeli yalanı engelleyemeyen yalansızlar
ödemektedirler.
Yılları devirmiş garip bireyim
İnsan olanlara canım vereyim
Ülkemde hilesiz bir iş bul bana
Ağzımda tek kalmış dişi kırayım.
Mehmet BABACAN