Hüseyin Erkan, Eğitimci/Yazar


KISA BİR YOLCULUK DÜNE

toroslar’ın göbeğinde bir pınar


toroslar’ın göbeğinde bir pınar

akıyordu toprağa şırıl şırıl…

yine güneş doğuyordu sarp dağların ardından

yeni bir sabaha pırıl pırıl…

                                               H. E.

                Sevmeyen var mıdır; doğup büyüdüğü köyü, kasabayı, kenti?

                Ben mi?

                Bu kitabın yazarı yarım yüzyılı aşkın dostum İbrahim Ekmekçi kadar olmasa da ben de severim elbet.

                İkinci Dünya Savaşı’nın bütün şiddetiyle sürdüğü yıllarda, Akseki’ye yaya 4 – 5 saat uzaktaki Gödene köyünde doğmuşsun. (1960’lardan bu yana Menteşbey  köyü deniyor artık)

                Dört yanı dağlarla çevrili Gödene’de…

                Yol yok, telefon yok… Gaz yok, bez yok… Halkının buğday ve tuz bulunca şükür üstüne şükrettiği bir köy idi Gödene… (1960’lardan bu yana Menteşbey  deniyor artık)

                Buğdayı, dik dağ yamaçlarından kazma ve kürekle elde edilmiş 5-10 metrekarelik mandallara çükürle eker, orakla biçerdik. (Çükür diye kazmanın küçüğü ve daha hafifine denir.)

                Köyümüzden öteye yol yoktu. Derin bir vadiden gürleyerek akan Manavgatırmağı izin vermezdi buna. Eşek ve katırdı; tek taşıtımız. On yaşıma kadar, -kağnı dâhil- bisiklet, motosiklet, traktör, kamyon, otobüs gibi motorlu ve motorsuz tekerlekli hiçbir taşıt görmedim ben.

                Gözümü açtım, yüksek yüksek dağlar gördüm. Yakından yeşil, uzaktan mavi görünen dağlar…

                Evimizin hemen yanındaydı ilkokul. Hele hele oyun alanı, çardağımızın tam önünde… Teneffüslerde öğrencilerin neşeyle koşuşmaları ve çeşitli oyunlarını izler ve özenirdim hep onlara.

                Tanıdığım ilk öğretmen, nereli olduğunu bilmediğim Mehmet Ali beydi. Sokaklarda arkadaşlarla oynarken, öğretmenin geldiğini gören, duyan tüm çocuklar çil yavrusu gibi kaçışırlardı. Bir anlam veremezdim buna.

                Ben mi?

                Ben korkmazdım öğretmenden; dolayısıyla kaçmaz, “hazır ol” duruşuna geçip beklerdim. Tam önümden geçerken, başımı önüme eğerek selam verirdim. O da sevecen bir gülümsemeyle karşılık verirdi hep.

                Bir süre sonra, “Mehmet Ali bey gitti.” dediler. Yerine gelen köylümüz Aksu Köy Enstitüsü mezunu İhsan Özel’di.

                İnce uzun boylu, gür saçlı, güler yüzlü bir öğretmendi O. Köylülerimizden daha farklı ve tertemiz giyiniyor, güzel konuşuyordu. İçimden, “Ben de O’nun gibi olacağım.” diyordum.

                “Büyüyünce ne olacaksın?” diye soran büyüklerime, “Öğretmen olacağım.” demeye başlamıştım. Soran, şöyle bir süzdükten sonra tepeden tırnağa, “Bu biraz zor” dercesine anlamlı bir gülümsemeyle yanıtlıyordu beni. Bacak kadar çocuk, öğretmen olacakmış! Laf mı yani?

                Altı yaşındaydım artık. Kendimce kocaman bir delikanlı… Okullar açıldı yine, ağaçlarda yapraklar sararmaya başlayınca. Cıvıl cıvıldı okul bahçesi. “Yağ satarım, bal satarım” da oynuyorlardı; “uzuneşek” de… “Birdirbir” de oynuyorlardı; “Bezirgânbaşı, bezirgânbaşı!” diye başlayan temsilî bir oyun da…

                Komşum Mustafa Dönmez, Sevim Parlar ile tâ “Aşağı Mahalle”den Şerafettin Aksoy, Saim Güngör gider de ben niçin gitmiyordum okula?

                “Oğlum, senin yaşın küçük, önümüzdeki yıl gideceksin okula.” diyordu babam.

                “Hayır, ben küçük değilim. Ali Amca’nın oğlu Mehmet Dönmez de gidiyor. O benden büyük mü?” diye inat ediyordum.

                Bu durumu öğretmene anlatınca babam:

                “Tamam, Osman Aga. Mademki o kadar hevesli çocuk, gönder gelsin.” deyivermiş.

                Müjdeyi alınca, dünyalar benim oldu sevincimden. Ertesi gün, bahçede toplanan öğrenciler arasında ben de vardım artık. Hep birlikte “Andımız”ı okuduktan sonra, ilk kez büyük bir mutlulukla nasıl da girdim; okulun kapısından içeri!

                İki dersliği vardı okulun. Doğusundaki derslik ilk üç sınıfa, batısındaki ise 4. ve 5. sınıflara ayrılmıştı.  

                Ben, okullar açıldıktan yaklaşık bir ay sonra gelen bir öğrenci olarak birinci sınıfların en arka sırasına oturdum.

                Biraz sonra, İhsan Öğretmen girdi sınıfa. Herkes ayağa kalktı. Ben de tabii.

                - Günaydın çocuklar!

                - Sağ olll!..

                Elinde kocaman bir defter vardı. Karatahtanın yanındaki masaya geçip açtı defteri. Önce 5, 12, 24, 28 gibi bir numara, sonra bir isim okuyor. Adı okunan ayağa kalkıp “Burdayım!” diye bağırıyor.

                Her sınıftan herkesin ismi okundu. “Ha şimdi benim adımı da okuyacak” diye bekledim, bekledim; ama okunmadı. Defteri kapatıp çıkıp gitti.

                Üzüldüm ama, “İlk gün olduğu için deftere yazılmamışımdır daha” diye durmadım üzerinde hiç. “Yarın okur mutlaka” diye umutla bekleyip durdum. Fakat ne o gün okundu adım, ne de ertesi günler… Anladım ki bu sınıfta, bu okulda yerim yok. Öyleyse ne işim vardı burada benim?

                Gitmeyiverdim okula. Okul bahçesinde yaşıtlarımla oynarken bir gün, “Hüseyin! Erkan!..” diye bir ses…

                Oyun arkadaşlarım kaçışıverdiler yine. Sesin geldiği yana dönünce, İhsan Öğretmen’i gördüm; okul kapısının önünde.

                Eliyle, “Gel, gel” işareti yaptı. Koşarak gittim.

                “Niçin gelmiyorsun okula sen bakayım?” diye sordu.

                “Her sabah, herkesin numarasını, adını okuyor, beni okumuyorsunuz. Demek ki adım da numaram da yok o defterde.”

                “Vay, nasıl unutmuşum ben senin numaranı, adını okumayı. Olmaz olur mu? Var, var…”

                “Kaç benim numaram?”

                “106…”

                “Öyleyse, her sabah benim numaramı da okursanız, gelirim.”

                “Okumaz olur muyum? Haydi, doğru sınıfa şimdi…”

                Ne güzel!.. Her öğrenci gibi benim de bir numaram vardı artık. Bir kuşkum vardı içimde ama. Yarın, benim numaramı da okuyacak mıydı acaba? Yine mi unutacaktı yoksa?

                Sabahı zor edip herkesten önce gittim okula. Heyecanla bekledim; ilk ders zilinin çalmasını. Ve İhsan Öğretmen’in sınıfa girmesini…

                Önce üçüncü, sonra ikinci sınıf… Ve işte bizim sınıfın yoklamasına geldi sıra: Mustafa Dönmez, Hasan Çetinkaya, Sevim Parlar, Şerafettin Aksoy, İbrahim Güngör, Emine Cingöz, Yaşar Ulukaya, Saim Güngör…

                Küçükten başlayan numaralar gittikçe yükseliyordu. Adım ve numaram okunmamıştı hâlâ. Devam ediyordu öğretmen:

                Mehmet Dönmez, Eşref Zeytinkaya…

                Eyvah! Defteri kapatıyor öğretmen. Derken, şöyle bir baktı sınıfın arkasına doğru. Tam göz göze gelmiştik ki:

                “106 Hüseyin Erkan” demesin mi?

                “Burdayım!” diye öyle bir coşkuyla sıçramıştım ki. Oh be, tüm endişelerim sıfırlanmıştı o an.

                Ablam Peruze de 5. sınıftaydı.

                Babam, nerden nerden bir “Alfabe” kitabı buldu bana. Sonra küçük bir kurşunkalem ile bir defter… Ah, bir de silgim olsaydı!..

                Önce harfleri tanıdık. Sonra, “B’nin önüne A gelince Ba, E gelince Be” demeyi öğrendik. O yıllarda “tümden gelim” değil, “tüme varım” yöntemi uygulanıyordu okullarda: Harften heceye, heceden sözcüğe, sözcükten tümceye…

                Babam, eski yazı dediğimiz Arap alfabesiyle de okuyup yazardı, yeni yazı ile de… Ne zaman istediysem, hayır demedi; akşamları çalıştırdı hep beni; petrol lambasının zayıf ışığında.

                Dolayısıyla erkenden söktüm okumayı. Üç karne verilirdi o yıllarda ilkokulda. İlk karne günü geldi, çattı. Herkese karne verildi; bana yok.

                Hemen koşup gittim müdür odasına:

                “Öğretmenim! Benim karnem nerde? Bana karne vermediniz…”

                “Vay, vermedim değil mi? Nasıl unuttum ben senin karneni? Tüh be!.. Ama üzme sen canını. Karnen baştan sona pekiyi… Sen benim en çalışkan öğrencilerimden birisin Erkan. Boş ver! Karne dediğin bir kâğıt parçası… Ben seni biliyor ve seviyorum. Babana da söylerim. Haydi, doğru sınıfa şimdi!” deyip başımı da okşayınca, unutuverdim her şeyi.

                İkinci karnede unutmazdı; öğretmenim beni. Her gün, yoklama sonunda, defteri kaparken nasıl unutmuyorsa, numaramı ve adımı okumayı, karnemi de unutmayacaktı elbet.

                Evdeki hesap çarşıya uymadı ama. İkinci dönem sonunda da herkese verildi karnesi, bana yine yok. Koştum gittim bir kez daha odasına. İlkinde olduğu gibi, yine rahatlattı beni güzel sözlerle.

                Aman, olmazsa olmasın karne. Okumayı da öğrendim ben, yazmayı da… Şarkılar, türküler söylemeyi de… Söz verdi işte öğretmen. “Üçüncü karnedir önemli olan… İlk ikisi önemli değil hiç. Öğrencinin sınıf geçip geçmediğini üçüncü karne belirler.” dediğine göre, daha ne!

                Topluca söylediğimiz, “Bir küçücük aslancık varmış / Kırlarda ko, ko, koşar oynarmış / Babası onu çok severmiş / Sen benim ca, ca, canımsın dermiş” şarkısını çok seviyordum. Ancak:

                “Aslan baba, harpte vurulmuş / Küçüğü de çö, çö, çölden kovulmuş” diye acı bir sonla bitmesine üzülüyordum.

                Bu pek önemli değildi de, ilk iki karnede yaşananlar, okulun son günü dağıtılan üçüncü karnede de tekrarlanmasın mı? Bana yine karne yoktu. “Sınıfı geçtin.” de denmedi; “kaldın” da…

                Hiçbir konuda, hiçbir arkadaşımdan geri değildim. Çoğunluk ikinci sınıfa geçmiş, okuyup yazmayı sökemeyen birkaç arkadaş da sınıfta kalmıştı. Benim mutlaka sınıfı geçmiş olmam gerekirdi. Gerekirdi de, arkadaşlarımınki gibi bir karnem yoktu ki benim.

                Yaz boyunca, kiminle konuştuysam, “Eğer sınıfı geçmemişsem, bu okula gitmem bir daha ben.” deyip durdum. Bu sözüm, öğretmenimin de kulağına gitmiş. Babamı çağırıp bir gün:

                “Osman Ağa! Senin delikanlı böyle böyle söyleyip duruyormuş. Haklı çocuk. Nüfus kâğıdı olmadığı için, bütün bir ders yılı kayıtsız gelip gitti okula. Bu yüzden karne veremedim. Sınıfta kalmış gibi yeniden birinci sınıftan başlaması da haksızlık olur. Bi zahmet Akseki’ye kadar gidiver de bir nüfus kâğıdı çıkart gel. Bir yıl önce kaydetmiş gibi gösterip yeni ders yılında ikinci sınıftan başlatalım çocuğu.” demiş.

                Yaşamım boyunca aldığım, en güzel müjdelerden ikincisi budur. Şanslıydım;  İhsan Özel gibi bir öğretmenim vardı çünkü.

                Üçüncü sınıfta, okulumuza yeni atanan, yine köylümüz ve yine Aksu Köy Enstitüsü mezunu Ali Uyar öğretmenle başladık. Sınıf arkadaşım Kemal İldeniz’in ablası Emine Hanım’la evliydi.

                Dördüncü ve beşinci sınıfta öğretmenimiz yine İhsan Özel’di. Beşinci sınıfta, köylümüzün imeceyle ortaklaşa yaptığı yeni okulda başladık.

                Bitirince ilkokulu Mustafa Dönmez, Hasan Çetinkaya, Şerafettin Aksoy, Saim Güngör ve ben Aksu Köy Enstitüsü’nde okuyabilmek için Akseki’de yapılan yazılı sınava katılmak üzere bir  şafak vakti düştük yola.

                Başımızda, Mustafa’nın babası Tahir Amca vardı. Aylardan Haziran… “Öteki dört öğrencinin babası ya da bir yakını niçin yoktu?” diyeceksiniz.

                Sanırım; Aydın, Manisa ve özellikle de bizim “Kasaba” dediğimiz Turgutlu yöresinde pamuk çapasındaydı onlar.

                Başka şeye ihtiyacımız pek olmazdı da gaz, tuz ve bez için para gerekiyordu. Para da tâ oralardaydı. Komşumuz Tahir Amca niçin gitmemişti o yıl, kim bilir!

                Sabah serinliğinden yararlanıp dört beş saat yaya yürüdükten sonra vardık Akseki’ye. Tahir Amca bizi doğruca Ali Akay’ın evine götürdü. Ali Bey, bizim köyden Şevkiye Hanım’ın oğlu, Muazzez Hala’nın kardeşiydi. Ve “Hükümet Binası” denen “Kaymakamlık”taki “Maliye Dairesi”nde müdür...

                Eşi Esma Hanım, güler yüzle karşıladı bizi. “Siz uzak yoldan geldiniz. Acıkmışsınızdır.” deyip sofra kurarak doyurdu karnımızı hemen. Yaşıtımız büyük kızı Ediz’den başka, Saadettin, Yıldız ve Edibe adlı üç çocuğu daha vardı. Gece de konuk ettiler bizi evlerinde.

                Ertesi gün, Yukarı Çarşı’nın yakınında olan bir ilkokulda girdik sınava. 100 öğrenciden fazlaydık sanıyorum. Öyle ya, 50 küsur köyü olduğuna göre Akseki’nin her köyünden 2 öğrenci katılsa bile 100’ü geçer. Henüz yolu olmayan bizim köy Gödene’den bile 5 öğrenci katıldığına göre, ötesini siz düşünüverin artık.

                O günlerde “imtihan” denen sınavda ne yaptık, nasıl yaptık, ne kadar yaptık? Hiçbir bilgimiz yoktu. Çok iyi yaptığımıza inanıyorduk hepimiz. Haziran geçti, Temmuz bitti, Ağustos yarılandı; hiçbir haber yok. Gittiçe artıyordu merakım. İhsan Öğretmen çağırdı bir gün. Yanına gittiğimde yüzü gülüyordu:

                “Tebrik ederim. Sınavı kazanmışsın Erkan.” dedi. Ay, ne güzel bir haberdi bu!

                “Ancak dedi; ikinci bir sınav daha var. Sözlü sınav… Aksu’da olacak o. Yaklaşık 15 gün sonra.”

                “Sağ olun öğretmenim. Sizin sayenizde kazandım bu sınavı. Göreceksiniz, ikinciyi de kazanacağım.”

                “Ben inanıyor, güveniyorum sana. Zorunu başardın; sözlüyü daha kolay başaracaksın.”

                “Peki öğretmenim, öteki arkadaşlarım?”

                “Maalesef, maalesef Erkan!..”

                Olmadı işte! Sevincim yarım kaldı. Ne olurdu bir-iki arkadaşım daha olsaydı yanımda!

                Mustafa ve Hasan, biz üçümüzden 2 – 3 yaş daha büyüktü. Ve onların matematiği daha güçlüydü bizden. Ben kazanamasam bile bu yıl, onların mutlaka kazanacağını düşünürdüm.

                “Bu yıl kazanamazsam, önümüzdeki yıla daha iyi hazırlanır; yine girerim sınava.” diyordum; kendi kendime. Arkadaşlarımdan hiçbiri, bir daha denemediler nedense. Sonraki yıllarda Mustafa arkadaşım Turgutlu’ya, Hasan arkadaşım Serik’e, Şerafettin ve Saim de İstanbul’a giderek ticarete atıldılar. Çekirdekten yetiştikleri için başarılı oldu dördü de. Benden önce evlendiler; benden önce ev bark, benden önce çoluk çocuk sahibi oldu; hepsi de.

                Ağustos’un sonlarına doğru Kasaba’dan dönen babam götürdü beni Aksu’ya. Dolayısıyla ilk kez motorlu ve de tekerlekli bir taşıta binmiş oldum böylece. Eylül’ün ilk haftasındaki sözlüde de başarılı olmuşum ki, “Sınavı kazandın. Şu, şu belgeleri al, gel; kaydını yaptır” dediler.

                İstenen belgeler içinde en zoru neydi bilir misiniz? İki yıl üst üste sınıfta kalır ya da hangi bir nedenle olursa olsun, okulu bırakmam ya da 20 yıl mecburî hizmeti tamamlamadan görevden ayrılırsam, devlete ben diyeyim 3 bin, siz deyin 5 bin lira ödeyeceğimize dair noterden bir “taahhütname”  isteniyordu. Ayrıca bu borcu ödemez ya da ödeyemezsek, “Ben ödeyeceğim” diyen bir kefil…

                Özellikle o yıllarda 3 bin lira çok büyük paraydı. Evimizi, keçilerimizi, ineğimizi, eşeğimizi satsak bile ödeyemezdik bu parayı. Haydi, babam imzalar bu belgeyi diyelim, imzalardı da, “O  ödemezse, ben öderim.” diyen bir babayiğidi nerden bulacaktık? Elin oğlu için kim, niçin girsin ki böyle bir yükün altına? Amcam, dayım, halam, teyzem bile olsa, kimin ne mecburiyeti vardı buna?

                Babamla birlikte, özellikle bu sorunu nasıl çözeriz diye düşüne düşüne döndük Akseki’ye. Noterde aldık soluğu. Bir de ne görelim? Noter bey, babamın çok sevdiği “Niyazi Kızı” unvanlı Emine Teyze’mizin torunu, kızı Mesude Teyze’mizin oğlu, Adliye Başkâtibi Nâzif Güven değil mi? Bizi görünce:

                “Oo!.. Teyzeoğlu Osman Emmi…” diye sevgi ve saygıyla karşıladı babamı.

                “Hayırdır inşallah?” diye sorunca, anlattı babam durumu.

                “O bizim işimiz. Kolay o belgeyi hazırlamak…”

                “Güzel de, kefili nerden bulacağız?”

                “Düşündüğün şeye bak. Biz neciyiz burada? Yeğenimin kefili benim. O mademki Antalya ve Mersin’den sınava giren binlerce çocuğun arasından sıyrılıp kazanmış okula girme hakkını, güvenim tamdır O’na. Zaten İhsan Öğretmen de her gelişinde övgüyle söz eder Hüseyin’den.” deyince babam öyle memnun oldu ki:

                Sağ ol teyzeoğlu, dedi. Büyük bir sıkıntıdan kurtardın beni. Hiç unutmayacağım bu iyiliğini.”

                 “İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir.” derler ya, bizimki öyle oldu işte. En önemli sorunumuz, tereyağından kıl çeker gibi kolayca çözülüverdi. Emine Teyze’mizin torunu, Mesude Teyze’mizin oğlu sayesinde.

                Babaları Arzuhalci Osman Güven dahil, dördü de çoktan göçüp gittiler; öteki dünyaya. Işıklar içinde uyusunlar.

                1953 Eylül’ünde girdiğim Aksu Köy Enstitüsü’nün adı 1954’te “Aksu Öğretmen Okulu” olarak değiştirildi. Bana ve benim gibi köy çocuklarına kucak açmış tek okuldu; Köy Enstitüleri. Altı yıl, yatılı okudum orada. Bana bu olanağı sağlayan okulumun kurulmasında büyük emeği olan Saffet Arıkan, İsmail Hakkı Tonguç, Hasan – Âli Yücel ve İsmet İnönü’yü saygı ve şükranla anarım hep.

                40 öğrenci almıştı o yıl Aksu. Çoğunluğu Aksekililer oluşturuyordu. İbradı’dan dört arkadaş: Hasan Çelik, Salim Koçak, Recep Kazar Türkelli, Nuri Baş(İbradı, Akseki’ye bağlı bir bucak merkeziydi; 1980’lere dek)  Mehmet Çevik, Hasip Özcan ve Hüsnü Çatlıoğlu ile  Çimi köyü ikinci sırada, Zekâi Ünal ve Faik Altıntaş’la Çaltılıçukur üçüncü sırayı alıyordu. Alavada’dan Abdullah Çalışkan ve Gödene’den de ben… Demek ki, sınıfımızın dörtte biri Aksekili’ymiş.

                Aksu Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra, İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü’ne girebilmem için ne gerekirse yapan öğretmenim ve müdürüm Enis Türköz’den de söz etmeliyim size.

                “Niçin?” diye merak ederseniz, anlatayım kısaca:

                Son sınıftaydım; 1958 –1959 ders yılında. Okul Müdürümüz Enis Türköz, “Teşkilât ve İdare” dersimize giriyordu. Bir gün, dersten çıkarken, “Erkan, benimle gel.” demesin mi?

                “Eyvah! Farkında olmadan bir hatam oldu herhalde…” diye düşündüm. Arkasından yetişip:

                “Buyurun efendim.” dedim.

                “Erkan, birkaç ay sonra okul bitiyor.  Ne yapmayı düşünüyorsun?”

                “Bakanlık nereye tayin ederse, gidip çalışacağım; efendim.”

                “Pekiyi, eğitim enstitüsüne gitmeyi düşünmüyor musun?”

                “Hayır; efendim.”

                “Niçin?”

                “Ailemin maddî durumu müsait değil efendim. Bir an önce çalışmaya başlayıp benim onlara yardımcı olmam gerekiyor.” dediğimde, okul yönetim binasının önüne gelmiştik. Şöyle bir durdu, düşündü:

                “Gel, konuşalım biraz seninle.” deyip müdür odasına doğru yürüdü. Makamına geçip koltuğuna oturunca, işaret ederek benim de oturmamı istedi karşısına. Babamın ne iş yaptığını sordu.        Her işi yapardı babam ama para yoktu ki kimsede.  Ya 4 -5 yumurta, ya 2 - 3 kilo buğday, arpa ya da kuru kuru teşekkür ve dua… Anlattım durumu.

                “Ama mutlaka yükseköğrenim yapman gerekir senin. Hem de Ankara falan değil, İstanbul’da…”

                Elini şakağına götürüp birkaç saniye düşündükten sonra, aradığını bulmuş gibi canlanıverdi birden:

                 “Çağır babanı, okulda bir iş verelim O’na. Evet, evet, en doğrusu bu… Akşam, güzel bir mektup yaz, hiç gecikmeden gelsin.”

                Günün son dersinden çıktığımız için, zaman problemimiz yoktu. Anlattı, niçin böyle düşündüğünü.

                “Biliyorsun, Şubat’taki sömestr tatilinde bir grup öğrenci gelmişti; başlarında iki öğretmenle birlikte, İstanbul – Çapa Eğitim Enstitüsü’nden. Onlar için bir gece düzenlemiştik; öğretmenler lokalinde. Seni de almıştık programa. Ve sen o akşam, “Ellerinden Öperim Öğretmenim” diye bir şiir okumuştun. Herkes çok beğenmişti. Yanımda oturan, senin de şiirlerini çok güzel okuduğun Necmettin Halil Onan’ın eşi vardı. “Kim bu genç?” diye sordu bana. Ben anlatınca seni, “Müdür bey! Önümüzdeki yıl, bu öğrencinizi öğrencimiz olarak görmek isteriz” dedi. Ben de söz verdim O’na.”

                O yıllarda sözünün eri olan insanlar varmış demek ki. Oysa, Necmettin Halil’in eşi, çoktan unutmuştur beni, sevgili öğretmenim ve sizin verdiğiniz sözü. Unutmamış olsa bile bunun hesabını soracak değildi ya sizden. Elin köylü bir “rençber parçası”nın çocuğu için, niye zahmete sokuyorsunuz kendinizi?

                Gerçekten de mektubum üzerine, en kısa zamanda geldi babam. Birlikte gittik; müdürümün makamına. Hoş beşten sonra, şöyle dedi; sevgili müdürüm:

                “Osman Efendi! Oğlunuz Hüseyin’in, öğrencimiz Erkan’ın yükseköğrenim yapması gerekir İstanbul’da. Bunun için sana bir iş vereceğim okulda. Gece bekçiliği… Zor bir iş değil. Yalnız, burası okul olduğu için, sana çok yakışan, bu sakalını kesmeni istiyorum. Ne dersin?” diye sordu.

                “Sağ ol müdür bey! Allah senden razı olsun. Oğlumu ve beni düşündüğünüz için. Gece bekçiliğini elbet yaparım. Yalnız 30 yılı aşkın ben bu kılıktayım. Kusura bakmayın ama sakalımı kesemem.” demesin mi?

                Hiç beklemezdim; böyle bir cevap vereceğini babamın. Ben de şaşırdım, müdürüm de…  Belki vaz geçiririm kararından diye neler neler söylediyse de sevgili müdürüm, Nuh dedi; peygamber demedi babam. Sonunda bana dönüp sevgili öğretmenim:

                “Erkan! Antalya’da tüccar dayıların olduğunu söylemiştin. Üç gün izin veriyorum sana. Babanla birlikte git, dayılarınla konuşun, sonra gelin, son kararınızı bildirin bana.” dedi.

                Yanlıştı babamın kararı ama bunu asla söylemedim kendisine. Kalkıp gittik Antalya’ya. İki dayımın da İsmet Paşa Caddesi’nde, biri sağda, biri solda kumaş mağazaları vardı. Niçin geldiğimizi anlatınca, Kemal Koca ve Kerim Dayı’mla birlikte Azime ve Hütâme yengelerim de çok kızdılar babama:

                “Sakal dediğin nedir enişte? Bugün kesersin, yarın daha gür çıkar. Müdür bey yeğenimize iyilik yapmak istiyor. Memnun olup teşekkür etmen gerekirken, nedir bu senin yaptığın? Sakal dediğin bir tutam kıl… Kökü sende olan bir şey yüzünden nasıl engel olursun, yeğenimizin istikbaline?” diye verip veriştirdiler.

                Daha fazla direnemedi babam. İki gün sonra dönüp olumlu kararımızı bildirince, yüzü gülüverdi; sevgili müdürümün:

                 “Ben gereken talimatı veririm ilgili arkadaşlara. Erkan, yatakhanelere çıkarken, üzüm bağının sol yanındaki binada kalan bekçilerle tanıştır babanı. Bugün ve yarın dinlensin, okulu tanısın, işini öğrensin, üçüncü gün başlasın işe.” dedi.

                Evet, İstanbul / Çapa Eğitim Enstitüsü’nde okuyabilmemi, Aksu’daki müdürüm ve sevgili öğretmenim Enis Türköz’e borçluyum ben.

                1959-1960 ders yılında Edirne’den Ardahan’a tüm ülkemizden yalnızca 32 öğrenci seçmişti; Çapa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü. 32 gençten 2’si Aksekili’ydi. Öğretmen, avukat ve yazar dostum Çimili Mustafa Enhoş ve ben… (“Akseki ve Aksekililer” kitabının yazarı Mustafa Enhoş)

                1963’te Dicle Öğretmen Okulu’nda çalışırken, Gaziantep Öğretmen Okulu’nda olduğunu öğrenince de Enis Türköz öğretmenimin gidip elini öpmek nasip oldu. 1972’de İstanbul’a atanınca, İstanbul Millî Eğitim Müdür Yardımcısı olduğunu görünce de saygıyla öptüm elini.

                Işıklar içinde yattığına inandığım, eşi çok az bulunan sevgili öğretmenimi sevgi ve minnetle anarım hep.

***        ***        ***

                Diyarbakır’ın ilçesi Ergani’deki Dicle Öğretmen Okulu’nda bir yıl görev yaptıktan sonra, 1962 Temmuz’unda yaz tatiline geldim köyüme. Annemi, kardeşlerimi ve Aksu’daki görevini bırakıp köye dönen babamı nasıl da özlemiştim!

                Bizim evde, yarın yapılacak işler, akşamdan planlanırdı. Geldiğimin ikinci günü akşamı, “Yarın ne yapacağız?” diye sordum:

                “Yarın, babanla ben, Şarahmana’ya ekin biçmeye gideceğiz. Kız kardeşin Ayfer, Zöhre Teyze’nin kızı Hamdiye ile Yelle’ye gidecek. Sulama sırası bizde… Kardeşin Yusuf da Kütür’deki bahçemize gitsin. Havuz dolmuştur. Domates ve patlıcanları sulasın.” dedi annem.

                Öteden beri, işleri hep o planlardı ailemizde.

                “Pekiyi, ben? Ben ne yapacağım?”

                “Sen öğretmensin artık. Tarlada, bağda, bahçede işin ne? Otur evde. Ben kimseye, ‘Bir yıl sonra gurbetteki öğretmen oğlu geldi. Üçüncü gün tarlaya ekin biçmeye götürdü annesi’ dedirtmem!” deyince annem:

                Babam da, “Ne işin var, o dağların başında senin?” diye anneme destek çıktı.

                “İyi valla, siz hepiniz çalışın; ben evde oturup yatayım. Olacak şey mi bu?” dediysem de:

                “Bak oğlum”, dedi babam, “Köyümüzde onca öğretmen var. Hangisi dağa gidip de odun kesiyor; tarlaya gidip de ekin biçiyor? Bak, ne güzel ziyaretine geldiler, üçer beşer. Sen de git onlara. Onlar nasıl vakit geçiriyorsa, sen de öyle yap. Diyorsun ki, “En geç Ağustos 15’te okulda olman gerekiyor.” Bu durumda bir ay tatilin ya var, ya yok. Koca yılda bir ay dinlenmeyi niçin çok görüyorsun kendine?”

                Kardeşlerim de annem ve babamdan yana çıkınca, yalnız kaldım ben. “Sabah beni de uyandırın.” dediysem de uyandığımda gün çoktan ışımıştı ve benden başka kimse yoktu evde.

                Hemen kalktım. Hafif bir kahvaltı yaptım önce. Sonra evi süpürüp kendimce bir düzen verdim; sağa sola.  Sonra ahırı ve hayıtı temizledim. (Hayat yerine hayıt denir bizim köyde, evin salon kısmının altındaki kapalı bölüme)

                “Sen bey oldun artık” diye bağ, bahçe ve tarla işlerinden uzak tutuyordu ailem beni. Eskiden olduğu gibi ekin biçsem, harman sürsem, ineğimizi kırlara götürsem, sebzelerimizi sulayıp çapalasam, öğretmenliğime ve “bey”liğime zarar gelir miydi acaba?          

                Bir yıl sonra, okullar yaz tatiline başlamadan önce, M.E. Bakanlığına, “Yaz tatilimin bir ayını, ücretsiz olarak köylere okul, yol ve köprü yapımı gibi bir işte çalışarak değerlendirmek istediğimi” bildiren bir dilekçe gönderdim. Bakanlıktan, Antalya Valiliği’ne, Valilikten Akseki Kaymakamlığı’na, Kaymakamlıktan Gödene Köyü İlkokulu Müdürlüğü’ne gönderilen emri, köyüme geldiğimin ikinci haftasında öğretmenim İhsan Özel bildirdi bana.

                Mümkün olan en kısa zamanda gidip görüştüm Kaymakam’la. Böyle bir istekte bulunduğum için teşekkür ettikten sonra Kaymakam Bey; “İlçemizin Halk Kütüphanesi memuru İbrahim Ekmekçi’dir. Tüm kitapları konularına göre ayırıp yeniden düzenliyor. Sizin gibi bir yardımcıya ihtiyacı var. Türkçe – edebiyat öğretmeni olduğunuz için böyle bir işi zevkle yapacağınıza inanıyorum.” deyip telefon ederek çağırttığı İbrahim Bey’le tanıştırdı beni.

                Aksekili Emekli Cumhuriyet Başsavcısı ve Yazar Ali Rıza Cemeroğlu’nun deyişiyle, “Akseki’nin canlı ansiklopedisi” olan sanat tarihi öğretmeni, yazar, ressam ve gazeteci İbrahim Ekmekçi dostumla yarım yüzyıl önce böyle tanışmış olduk işte.

                Ben Mardin, Urfa, Van, Hakkâri gibi bir ilde okul, köprü ve yol yapımı gibi bir işte alın teri akıtarak çalışmayı düşünürken, böyle basit bir iş çıkmıştı şansıma.

                Sevgili Ekmekçi dostumla her konuda öyle anlaştık ki, bir süre zevkle çalıştık birlikte. Ve o günden beri ruh ikizim gibi görüp sevdim;  O’nu hep.

                Büyük bir emek ürünü olan bu kitabı için, “Çorbada senin de tuzun olsun ister misin?” diye sorunca, nasıl hayır diyebilirdim, bu değerli dostuma!

                Bilmem, bu seçkin esere girecek değerde bir yazı oldu mu bu?

                                                                                                                            

                                                                                                             

YAZARLAR

  • Cuma 24.9 ° / 15.2 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Cumartesi 24.8 ° / 13.8 ° false
  • Pazar 25.4 ° / 14.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9548,57%0,19
  • DOLAR

    32,49% 0,16
  • EURO

    34,80% 0,25
  • GRAM ALTIN

    2487,88% 1,05
  • Ç. ALTIN

    4157,48% -1,05