Prof. Dr. Süleyman BOZDEMİR


Üniversitelerin Ülkenin Gelişmesindeki Rolü ve Dayandığı Temel İlkeler (6)


                    Bilimsel etik, bilim araştırmalarının kendinde bulunan etik ilkelerinin bütünüdür. Bunlar bilimi doğuran, yaşatan, ona amacını gösteren, yöntemlerini esenleyen kurallarla ilgili düşüncelerdir. Bugün kavraya bildiğimiz biçimiyle bu etik, insan topluluklarına sunulan bütün ahlaklara güzellik bakımından eşittir ya da onlardan üstündür. Bugün hiç birinin yapamadığı ölçüde hayatımızı düzene koymak ve coşkumuzu tazelemek bakımından öbür etkilerden daha yetkili olduğu kabul edilmektedir.

Bilimsel etiğin birinci ilkesi, aklın üstünlüğü ya da önceliğidir: Bugün sadece pozitif bilimciler değil, birçok dini bütün insanlar ve filozoflar da “bütün üstünlüğümüzün akıldan geldiği” ni düşünmektedirler. Yalnız aralarında önemli bir görüş ayrılığı bulunmaktadır. Pozitif bilimciler açısından biz insanları üstün yapan şey, gittikçe daha çok ispatlı gerçeklere varmak için aklın yeni buluşlar yapmasıdır.

Aklın üstünlüğü sayesinde bilim, bilinmeyen bir şeyin yerine bilineni, bir sırrın yerine bir kavrayışı koyabilmeyi başarmıştır. Bilim, araştırmayı sonsuz olarak düşünür ve bizim üstünlüğümüzü, zaman ve uzayda hiçbir sınır tanımadığı bu araştırma ve buluşlarda görür. Oysa dinler ve mutlak’ a varmak kaygısında olan felsefeler aklı kesin bir takım durumlarda durdurmak ister. İşte aralarındaki temel görüş ayrılığı bu noktada başlamaktadır. Felsefe ilk bakışta, bilim ahlakında yer alan ilkeden pek o kadar uzak görünmez. Çünkü o da yeni gerçekler bulma çabasındadır. Onun için şu ya da bu nokta üzerinde sıkı bir anlaşma örneklerine rastlayabiliyoruz. Ama çoğu zaman filozof da tıpkı Tanrı bilimci gibi araçsız ve kesin bilgi peşindedir. Ona kesin bilgi gerek. Onun için bilime dayanmayı kabul ettiği zaman bile, her şeye karşılık alamayınca üzülür. Bilimi aşmaya kalkar, aşamayınca da dizginlemeye çalıştığı görülür. Buna iyi bir örnek filozof Auguste COMTE’ dur. Pozitivist felsefenin kurucusu olan Comte’ un bir süre sonra bilime karşı öfke duymasının gerçek nedeni şuydu: Kesin bilgiye özlem duyan Comte, kurduğu felsefe ile değişmeyen bir düşünce, ahlak ve politika düzeni kurma sevdasındadır. Oysa pozitivist felsefeyi Comte’ tan tamamen farklı algılayan temel bilimciler sayesinde bilim ve teknoloji durmadan ilerlemektedir. Comte arzu etmediği bu gelişmeyi bir türlü kabullenememiştir.

İnsanın asıl üstünlüğü, gittikçe daha çok öğrenme yolundaki bitmez tükenmez çabasında olduğuna göre, biz insanların tek ödevi herkesin bu üstünlükten yararlanmasına çalışmaktır. Bilimsel etik, aklın buluşlarını üstünlüğümüzün koşulu sayıyor, buluş olanaklarının herkese sağlanmasını istiyor.

Bilimsel etiğin ikinci ilkesi birliktir: Gerçekte bilim, kimisine hoş kimisine kötü gelebilen, bazılarını inandırıp, bazılarını da ilgilendirmeyen bir düşünce ürünü olarak karşımıza çıkmaz: Bilim her zaman ve her yerde, herkesin buluşmasını ister.

Şüphesiz bu istek yeni değildir. Gök kubbe altında “Birlik Olun” diye seslerini yükseltmiş bilge kişilerin haddi hesabı yoktur. Dinler, felsefeler, bilimden çok önceleri akılları uzlaştırmak, bir tek gerçekte bir biçimde birleştirmek istemişler, “Görün ve inanın!” deyip durmuşlar. Ama bu özlemleri, bilimin dışında hiçbir etiksel kuralın başardığı bugüne kadar görülmemiştir.

Bilim bunu bildiğimiz bir yoldan: Akla ve deneye dayanan ispatlama yolundan sağlıyor. Örneğin bir fizikçi kendisine inanılmasını yeterli bulmaz. Bu inanma apaçık ve doğru kanıtlara dayansın ister. Onun için bu sabır isteyen bu zorlu ispatlamalar, bu kılı kılına şaşmazlık kaygısı, düşüncenin altın kuralı olduğu kadar, kendini başkalarına adamanın da en yüksek şeklidir. Bu ispatlamalar, hem önemli şeyler üzerinde başkalarıyla anlaşma isteğini gerektirir, hem de bu anlaşmanın bir sürpriz anlaşma, geçici bir yaklaşma değil, gerçek bir birleşmenin ifadesi olmasının temel koşuludur.

İnsanın insana sevgi ve saygı beslemesi bilimsel araştırmanın ruhudur. Çünkü insan başkalarına herkesin olabilen ve insanlara en yüksek yanlarıyla bir gerçek sunmaktan daha değerli bir bağışta bulunamaz.

Bilimsel etiğin üçüncü ilkesi, düşünce özgürlüğüdür: Büyük dinler bu özgürlüğü temelsiz sayıyor, ona saygı göstermiyorlar. Bilimin büyük özelliği, bağnaz düşüncenin tam tersine, özgürlüğü davranışının yasası yapmış olmasıdır. “Mutlakçı” dinler ve felsefeler her şeyden önce, düşüncenin kesin olarak varacağı değişmez bir takım durumların peşindedirler. Oysa bilim yeni yeni atılışlar için durmadan dayanak noktaları arar kendine. Belli bir zamanda bilimin elde ettiği bilgilere yön veren varsayımlar görelilik ve geçicilik damgasını taşır. Pozitivizmin ilk günlerinde, Descartes’ çi felsefeyle Newton yasasının getirdiği kavramları fiziğin hiçbir zaman çürütemeyeceği sanılmıştı. Gerçekten de o zaman düşüncenin bu kavramlarla bağlı olduğu kanısı vardı. Ama yakın geçmişin ve günümüzün en büyük başarıları, özgürlüğün bu büyük yenilikler karşısında bile kendi haklarını elden bırakmadığını göstermek olmuştur. Descartes istediği kadar “…doğru görüşler üstündeki açık ve seçik bilgi bütün şüphe ve tartışmayı ortadan kaldırır” diye dursun, özgür düşünce durmadan ilerliyor. Bu sayede, Euklides geometrisi kadar sağlam, onun kadar akla yakın, Reinmann geometrisi ortaya çıkıyor.

Bu başarının hemen ardından, klasik görüşlere karşı yeni bir savaş açılıyor. XX. Yüzyıl başlarında, klasik fiziğin temel aksiyomları olan mutlak uzay, mutlak zaman ve mutlak kütle kavramının özel rölativite teorisini geliştiren Einstein tarafından geçersiz oldukları ortaya konur konmaz fizikte büyük bir deprem yaşanıyor. Ama hiç kimse, her şeye rağmen, insan kafasının en devrimci, hatta görünüşte, en çılgınca yenilikler yaratma hakkına dil uzatmayı bir an olsun aklından geçirmiyor. Güven altına alınan bu özgürlük, ayrıca atom altı parçacıkların davranışını inceleyen kuantum fiziğinin doğmasına neden oldu. Kuantum Fiziği’ nden de bugünkü teknolojinin doğduğunu biliyoruz. Akıl, olgularla ilişki kurmak için değişmek zorundadır. İnsanlık tarihinin gördüğü en yaman bilimsel devrimler özgürlük içinde ve özgürlükle oluşuyor. Böylece, bilim ahlakının üçüncü ilkesi, bizleri düşünce özgürlüğünü sevmeye, onu hem kendimiz hem de başkaları için korumaya çağırıyor.

Buraya kadar, sadece temel bilimlerin gelişmesinde yeri olan ilkelerden söz ettik. Bu bilimlerin yanına toplum bilimini de koyacak olursak; bir dördüncü ilke daha ortaya çıkar: Hoşgörülü olmak. Gerçekte, toplum-bilim alanındaki her araştırma elbette gerekirci bir görüşten yola çıkar. Buna göre, toplumsal olaylar tıpkı öbür olaylar gibi birtakım yasalara bağlıdır. Bugün toplum-bilim, insanların davranışlarını, insanların bağımsız iradeleriyle değil eşyanın tabiatından doğan yasalarla açıklıyor.

Toplum-bilim yeni bir bilim olması nedeniyle, az sayıda nedensel ilişkileri ortaya koyabilmiştir. Bunlar içerisinde en önemlisi “her toplumsal gerekirciliğin, ister istemez, bütün insanlara karşı anlayışlı bir hoşgörü” getirme ilkesidir. Bu oldukça geniş kapsamlı bir hoşgörüdür: Sizden farklı düşünenlere, sizden farklı yöntemler kullananlara ve sizin farklı bulduğunuz gerçeklerden farklı gerçekler bulduklarını öne sürenlere karşı uygulanacak bir hoşgörü. Eleştiriye açık olmak, hatta eleştiriyi “gerçeğe ulaşma yolunda” kaçınılmaz bir koşul olarak istemek ve aramak anlamında bir hoşgörüdür bu.

YAZARLAR

  • Çarşamba 35.2 ° / 19.1 ° Güneşli
  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false
  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • BIST 100

    9670,53%0,26
  • DOLAR

    32,52% -0,08
  • EURO

    34,78% -0,23
  • GRAM ALTIN

    2421,67% -0,33
  • Ç. ALTIN

    3982,08% -0,92