"HELE YAR ZALIM YAR"
Çok saygılıdır Ahmed Arif Leyla Erbil’e… Bir mektubunda “Sencileyin usta bir şaire akıl verecek yetide değilim elbet” dedikten sonra şiiriyle ilgili yorum yapar güzelce… Yol gösterir ve usta şairlerin -bizden ve yabancı- yaptıklarını örnekleyerek ufkunu açar Leylâ’sının… Ardından yine sevda sözleriyle seslenir:
“Ben senin mecburunum
başkaca yokum
yasak şiirimdir hâlin ayır
isyanını seviyorum genç, güzel, cesur…”
Ardından da “Sağda solda tonla şiirim yitti gitti. İki- üç- beş taraflı çalışan hayınlar, namussuzlar içinde gitti gençliğim. Pişman değilim. Bir daha dünyaya gelsem aynı hayatı, daha bir ustaca ve korkusuz yaşarım. Ama bu sefer seni tanımakta gecikmem!” der.
Dertleşir sevdasıyla, “Oysa ki budalalar, kimse benim gibi sevemez! ‘Uy Havar’ı yeniden oku.” diyerek.
UY HAVAR!
Ve ben şairim.
Namus işçisiyim yani
Yürek işçisi.
Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş,
Ne salkım bir bakış
Resmin çekeyim,
Ne kınsız bir rüzgâr
Mısra dökeyim.
Oy sevmişem ben seni…
Sonra da çevresindeki yoksulluğu, bir parça ekmek için çoluk çocuk çalışan aileleri… Güneşin altında kavrulan bu insanlarda bir büyüklük, bir saygılı yaşayış bulduğunu dile getirir.” Şarkıları da bir güzel!” der ve “‘Hele yâr, zalım yâr’ dünyanın en usta şairi bile güç döker böyle mısra.” diye ekler.
Halkımızın her kesiminden insanın yâre, zalım diye seslendiğini söyler. “Ne biliyorsa ondan öğrenmiştir, yâr, bir üniversitedir onun için âdeta.” der. “Hele yâr, zalım yâr.”
“DOST DOST DİYE HAYALİNE GELDİĞİM"
“Ben ki bu dünyada –gelmiş geçmiş- üç beş kişiden gayrısına saygı duymadım.
“Dost, dost diye hayaline geldiğim
Dost ise çevirmiş yüzünü benden
Hani dost uğruna can baş verenler?
Evvel kekitmezdi gözünü benden” müthiş bir türkü bu.
"Şairi de çok çekmiş anlaşılan. Bak, yaşamış, dövüşmüş, yenilmiş, kelle verip gitmişler. Türküleri kalmış. Bizler insan olalım, sevişelim, kötülüklerin kökünü kurutalım diye kalmış türküler.”
Görüyoruz, içini döktüğü, yalansız, riyasız, içten bir ifadeyle kendini anlattığı mektuplarda bile halk şiirinin etkisinde… Anadolu’nun şairi Ahmed Arif… Halkın şairi Ahmed Arif… Yaşama,yaşatmaya, umuda, sevdaya, hasrete, dağlara dairdir yazdıkları, kısaca hayata…
“Kimselere mecbur olmadım, olmam da. Yiğitliğim ve rivayet olunan erkekliğim, bundandır… Ama senin mecburun olmak, beni hiç mi hiç küçültmüyor. Aksine yüceltiyorsun, İNSAN ediyorsun, yaşatıyorsun.”
" ZALIM FELEK"
“Zalım” sadece yâr mıdır? Sevgili Ahmed Arif, türkülerde halkımız felekten de yakınmaz mı “zalım” diye…
"Bugün benim efkârım var zarım var
Değme felek değme değme telime benim
Gül yüzlü cananı dot dost elden aldırdım
Ecel oku değdi dost dost gülüme benim
Değme felek değme değme telime benim
Değme zalım değme değme telime benim"
Amasya’ya bağlı Gümüşhacıköy ilçesi İmirler köyünde doğmuştur ÂŞIK ÖZLEMÎ, gerçek adı Muammer Badem’dir; halk ozanları geleneğinin temsilcisidir. Lisede bir kıza âşık olur, kız da onu sever. Hiç ayrılmayacaklarına, her zaman buluştukları ağacın altında söz verirler. Sevdiği ona, cebinde sakladığı adının baş harfi oyalı mendilini, bu ağacın altında hediye eder. Özlemî, liseyi bitirdikten sonra Ankara Basın Yayın Yüksek Okulu’nu kazanır ve sevgilisi ile okulu bitirdikten sonra evlenecekleri sözüyle vedalaşırlar. 1980 ihtilali olmuştur ve Âşık Özlemî’nin “BİRTANEM” şiiri Devrimci Yol Gençlik Derneği’nin panosunda asılı olduğu için, dernekle ilgisinin olmamasına karşın tutuklanır ve iki buçuk yıl hapis yatar. Okul hayatı da bitmiştir.
Cezaevinden çıktıktan sonra ailesinin yanına döner ve sevdiği ÜMMÜ'yü istemelerini diler. Anne ve babası kızı istemeye giderler; ancak, hapis yattığı için kızı vermezler, vermedikleri gibi kısa bir süre içinde başkasıyla evlendirirler. Âşık Özlemî’nin yüreğine hiç sönmeyecek bir ateş düşer o anda.
Özlemî, yeni besteleriyle sanat çevresinde tanınır, televizyon, radyo programlarına katılır; sakin bir hayatı vardır.
Bir gün derinden üzüleceği bir haber alır. Yıllar önce sevdiği kız ölmüştür. İçi kırgındır, ama yüreğine düşen ikinci ateşten kurtaramaz kendini. Sevdiği kızın yakınları ısrarla cenazeye katılmasını isterler; ancak Özlemî kararlıdır, gitmeyecektir. Gelmesi için ısrarlar tükenmez; nedeni de sonunda anlaşılır. Sevdiceğinin bir vasiyeti vardır; bir ağaçtan söz etmiş ve o ağacın altına gömülmek istemiştir; işte o ağacın yerini bilen tek kişi de kendisidir.
Özlemî bir radyo programına konuk olur; sevdiğinin ölüm haberinin acısı hâlâ yüreğindedir. Programda ilk türküsünü söylemesi istenir, Özlemî’nin aklına yüzlerce türküden hiçbiri gelmez. O anki duygularıyla sazının teline vurur ve ağzından şu sözler dökülür:
“Bugün benim efkârım var zarım var”
Türküsünü çalıp söyler ve türkü bittikten sonra cebinden sevdiğinin baş harfi oyalı mendilini çıkarır ve gözyaşlarını siler.
İşte böyle sevgili okurlarım! Eğer Ahmed Arif o yıllarda yaşanmış bu sevda öyküsünü bilseydi, bence şu bir parça şiirini Âşık Özlemî’ye sunardı.. Özlemî hapisteyken…
Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır.”
İÇERDE
“Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”
Biz de bu şiiri orada yazdı deyip, hapishanede yatan Âşık Özlemî’ye (Muammer Badem) sunar dedik.
Bir mahpus için en önemli tek şey; hiç kuşkusuz bir mektup, özlem ve sevgi kokan mektup… Yoksa mahkûm:
“Hapishanelerde güneş doğmuyor
Geçiyor bu ömrüm de günüm dolmuyor
Eşim dostum hiç yanıma gelmiyor
Yok mu hapishane beni arayan
Bu zindanda ölem canım gardiyan” diye sızlanır mahpus, Neşet Ertaş’ın türküsüyle…
Bu şiir parçasını da yollardık ÂŞIK Özlemî'ye; sevdiceğini yitirdiğinde:
“Rüya, bütün çektiğimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram…
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
Çatladı yüreği çakmaktaşının,
Ağlıyor gökkuşağının serinliğinde
Çağlardır boğulmuş bir su…
Ağlıyor yeşil.
Ardından şunu da eklerdi armağanına; “Sen de böyle avaz avaz ağla” diyerek…
“Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene
Seni anlatabilsem seni…
Yokluğun, cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum kapama gözlerini.”
Sevgili Ahmed Arif, bu şiir parçalarını göndereceğinden kuşkumuz yoktu; ama, hepsini yollamadık biz Âşık Özlemî’ye… Bunları da senin “gözüm nûru, efendim, sensiz yarımım, delinim” diye seslendiğin Leylâ’na Leylimine ayırdık…
HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM
Seni anlatabilmek seni
İyi çocuklara, kahramanlara
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, haldan bilmeze,
Kahpe yalana.
Art- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya…
Bir ben uyumadım,
Kaç Leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana,
Bir bu yana…
YİTİRDİĞİMİZ ÂŞIK VE ŞAİRLERİMİZİN RUHLARI ŞAD OLSUN. HOŞÇA KALIN.