Mehmet Doğan Karakuş - Muhabbet Yelleri


İSTASYON


Tiz bir düdük sesiyle irkildi. Ayrılık gelip çatmıştı. Yanında, başı önüne eğilmiş duran cılız kadın, ellerini önünde kavuşturmuştu. Eski bir taş yapının önündeki rayların üstünde oflaya puflaya durdu tiren. Lokomotiften bir duman yükseldi, soluklanan birinin aldığı nefesini andıran haykırış, tekerlerin raylara sürtünmesiyle yayıldı ortalığa.

        “İstanbul yolcuları kalmasın!” sesi, lokomotifin dumanı, gürültüsü arasından istasyonu çın çın çınlattı. Koyu lacivert, siperliği sert, siyah, parlak şapkası ile altında saçları gür, esmer suratlı adam, elindeki düdüğünü götürdü dudaklarına;

        “Fırrrrttt!” diye öttürdü.

        Sonra kırmızı bir bez takılmış sopayı tutan eli kalktı havaya, salladı, bir sağa, bir sola. Bir daha öttürdü düdüğü, bir daha salladı kırmızı bezi. Bir puflama, duman, ıslığı andırır ince bir ses lokomotifin tekerleri arasından yükseldi, bütün istasyona yayıldı. Makinistin eli kancaya uzandı. Tiren, dumanını sala sala, düdüğünü öttüre öttüre, tekerlerini döndüre döndüre, usul usul hareket etti...

        Geride, yüz yıllık bir zemin üstünde kalan hasrete sancılı birkaç insan arasında cılız bir kadın, entarisi içinde titriyor, el sallıyordu. Başındaki yazmasının ucundan tutmuş, akan gözyaşını kimseye  göstermeden silmeye çalışıyordu. Birden yana düştü başı. Suç işlemiş, görülürse yakalanması gerek bir suçluyu andırıyordu. Uğurladığı kimdi, neciydi, el salladı mı, sallamadı mı? O biliyordu ancak.

        Hasan, köyünden ayrılırken böyle bir haldeydi kadın. Uzun uzun baktı ardından, dönemece gelinceye dek. Yılan kıvrınışını andıran dönüşte, bir daha asıldı kancaya makinist. Daha keskin, tiz, içe işleyen ötüşle raylar üstünde büyük bir hızla dönen tiren, lokomotifin dumanlarını savura savura gözden ıradı. Külçe  halinde yığılı duran beden, külçe halinde bir ruha bürünmüş, kıpırtısızdı. Yanık iki yürek; Hasan'ın istasyona bakan gözleri, kadının gözden yiten tirene bakan gözleri... İkisinin de acıları birbirinin aynısıydı. Tiren hızlandıkça dumanını salıyor, düdüğünü öttürüyor, rayların tekerle sürtüşmesinden çıkan sesler yinelenerek kulaklarını sağırlaştırıyordu. Karısını bıraktığı o kıpırtısız halini bir türlü atamıyordu gözlerinin önünden. Hatta, tekerin gürültüsünün her yinelenişinde gelip gelip karşısında duruyordu. Hiç konuşmuyordu. Ağlamıyordu bile. Duruyordu öylece. Kolları iki yana sarkık, dudaklarının arasına sıkışmış bir yazma, gözyaşının incecik aktığı yanaklar... Tirenin uzaklaştığı dönemece kadar böyleydi. Dönemeçten sonra ne istasyon, ne de karısının cılız bedenini göremez olmuştu. Her şey geride kalmıştı.Yeni bir hayata atılmanın tatlı gerneşmesiyle kollarını açıp göğsünü temiz kır havasıyla doldurup oturdu. Koca bir kente gidiyor olmanın heyecanına bıraktı kendini. Tiren, sarı bir bozkıra dalarken Hasan, yeni umutlara, ağırlaşan, gece boyunca hiç kırpmadığı gözlerini kapatarak dalıverdi uykuya....

       Hasan'ı ilk gördüğümde gür, siyah saçlarına gömülü bir Anadolu yüzlü, hüzünlü bakışlı, hep birilerini arar halleriyle şaşkın görünümlüydü. Genç irisi saflığın içine gömülmüş özlemi görmemek olası değildi. Köyüne hiç benzemiyordu bu kent. Kocaman, kalabalık, gürültülüydü. Tedirgin, ürkek davranışları vardı.

        “Garson!” diye bağıranlara ne yapacağını bilemez halde bakarken;

        “Seni çağırıyorlar! Sağır mısın?” diyen patronuna, garson diye çağıranlara yarı kızgın, yarı anlamaz baktıktan sonra acemi adımlarını atıyor, somurtuk suratıyla bekliyor, beline bağladığı  önlüğünün ceplerine elini sokup bozuk paraları şıngırdatarak okşuyordu.

        “Hesap kes!” diyordu masadan öfkelice kalkan bir adam. Oyunda yitirmenin bütün hıncını Hasan'dan alırcasına bağırıyor;

        “Donuna işemiş bılız mısın birader! Hesap kes!” dedikten sonra, yaz bozun ardına yazılan çayları sayıp, payına düşeni kağıt ya da bozuk para olarak öfkelice fırlatıyordu masaya;

        “Al!” diyor, oyun arkadaşlarına dönüp;

        “Parasını sevenlerle oyun oynamayacaksın!” diye konuşup sinirlenerek kapıya yöneliyordu. Hasan, garson sözcüğünün, hesap kes deyiminin ne anlama geldiğini öğrenmesinin ve benim onu tanımamın üstünden tam kırk beş yıl geçmişti. Şakaklarına kır düşmüş, dudaklarını kapatan bıyığı ağarmış, bedeni kalınlaşmış, büyük kentin havasına alışmıştı. Böyle bir acemi garsonken, Anadolu kokan nefesi, saflığı üstünde buram buram tüterken onu tanımak ne de güzeldi. Karanlıktan çıkmayı el yordamıyla başaran görmez kişi edasında, kimseye bir şey sormadan hayatı öğrenmeye, özümsemeye çabalamanın büyük yürekliliğiyle gözlerindeki o istasyonda küskün, büyük kente gelince ürkek olan bütün izler silinmişti. Bir keresinde getirdiği çayı önüme koyarken;
        “Garson Fransızca çocuk demekmiş abey!” demişti.

        “Önceleri bilmiyordum ne olduğunu. Bizim köyde de kahvehane var; “Kahveci!” diye çağırırlardı, burada garson diyorlar. Önce bunu, sonra çocuk demek olduğunu öğrendim. Hoşuma da gitmiyor değil hani!” derken, bozuk paraların şıngırtısı duyuluyordu, önlüğünü karıştırdığında.

        “Seni çağırıyorlar gitsene!” diyen patronuna kızmasına da güldüğünü söylerken biraz utangaç haldeydi.

        “Cahallık bizimkisi abey!” dedi ve uzaklaşırken önlüğünü sallıyordu.

        “Çaylar! Gecikmesin paralar! Açılmasın aralar!” türünden kendine özgü deyişlerle türkü havasında ama gurbet, garip, özlem kokmayan bir güven içinde dolaşıyordu masaların arasında. Bazı müşterilerin veresiye isteklerine karşılık;

        “Zevkin veresiyesi olmaz kardeşim! Paran yoksa oynamayacaksın!” diyordu. Büyük kentin dişlerini temizlediğini Hasan'da görmeye başlayalı neredeyse yirmi yılı aşkın zaman geçmişti. Hep bunu düşündürmüştür Hasan bana;

        “Kendinde olan değişimin ayırdına varmış mıdır?” diye.

        “Avradı köyde, guskunu düşük, bir başına bıraktığımda...” diye başladığı hayat hikayesini dinliyordum. O, anlatıyordu.

        “Filmlerdekinin aynıydı garibin durumu.” diye başladı, göğsüne işaret parmağıyla dürterek;   “Mahracı sırtında, şapkası başında, bacağında yırtık şalvarı, ayağında eski kundurası... Abov çektim ilkten. Sonra birine sordum; - İstanbul bura mı? Diye. - Yok dedi, ağzını yüzünü buruşturup; başıyla öteleri gösterdi; - Teee! Dedi; Tee öteler. Mavi bir ırmak akıyor sandım gösterdiği yere baktığımda ; - Burası Harem! Diyerek. Sonra bir duman içinde gelen vapura binmemi, gideceğim yere onunla ulaşabileceğimi belirtti. Eminönü, Sirkeci ve burası; Bahçekapı. İşte, bu gördüğün yere, bu merdivenlerin karo taşlarına beton dökülü, siyah, hayli eski zeminine basa basa bu tuğla örülü yere çıktım, bir daha inmedim.” diye sürdürdü anlatmasını.

        Derince bir soluk aldı, verdi. Kırlaşmış bıyığının altındaki dudakları bir şey diyecekmiş de dememenin daha elzem olduğunu yaşam tecrübesine vururcasına bir tartıyı gözünde görür oldum. Birden alalandı. Gözbebekleri sulandı, tabakasını çıkarıp ustaca sardı;

        “Hey gözünü sevdiğimin memleketi! Tütünün bile, hasreti duman etmiş de içimize içimize dolduruyor. Sormadan, etmeden! Hasret bizim damarlarımızdır. Kanımız dolaşır ya; işte o damardır hasret. Kanı alır, boydan boya dolaştırır her bir yanımızda. Tütün de öyledir. Bir soluklamaya gör. Saçının teline dek hasreti dolaştırır. Anan, baban, yavuklun gelir aklına. Hele çocukluğun... Çıkmaz içinden. Öyle bir çakmışlar ki! Nice kerpetenler, penseler sökemez. Sökerim diyen yalan der.”

        Çayı yenilemesini söyledim. Ağır ağır yekindi. O incecik, kıvraklık içindeki gençliğini onca yıllar alıp götürmüş, yerine yaşlanmaya dolu dizgin giden birini getirip koymuştu.

        “Burada, en çok sevdiğim yer Sirkeci tiren garıdır. Oraya gittiğimde hiçbir şey umurumda olmaz. Kırmızı şapkalı bir adam, pala bıyığının altındaki etli dudaklarına düdüğü götürüp “Fırrrrtt!” diye öttürdüğünde,o düdük sesine bağdaş kurup oturmuş gençliğim, memleketim, arkadaşlarım, köy ve köyümün bütün hayatı yüreğime öyle girer ki...” diye anlattığı zamandan bugüne tam kırk yıl geçmişti. Henüz atamamıştı üstünden köyünü, yavuklusunu. Bir gün, neşeyle geldi, yanıma oturdu;

        “Avrat da geldi!” dedi.

        “Hani, seni istasyonda boynu bükük uğurlayan cılız kadın mı?” diye sordum.

        “He!” dedi;

        “O!”

        “Neşen yerine gelmiş!” dediğimde gözlerinin içi gülüyordu.

        Hep böyle insanlarla doluydu İstanbul.

        “Babam, elli yıl önce gelmiş İstanbul'a. Ama ben İstanbul'da doğdum.”

        “Köyümü anlatır durur anam.”

        “Dayım bizim eve geldiğinde büzüşük biriymiş. Şimdi...”

        “Ahhh! Sormayın. Öyle bir özledim ki köy hayatını azizim! Gideceksin, elini ayağını çekeceksin dünya nimetlerinden, uzanacaksın yeşil çimenlerin üstüne...”

        “Gerçekten ha! Babam anlatırdı. Çobanlık yapmış!”

        “Nasıl yaşamışlar, onca yoksulluk varken?!”

        Hasan, ilerideki masaya dirseklerini dayamış, ayrılığın burkuntusuna uğramamış gençlerin konuşmalarına kulak kabarttı bir zaman... İç geçirdi. Sonra yanlarına gidip;

        “Ne içeceksiniz?” diye sordu.

        Bu kahvehane iki yüzyıl önce Dimitri adındaki bir Rum tarafından yaptırılmıştır. Duvarı ak sıvalıdır. Her iki duvarının yüzünde dört penceresi vardır. Dört pencerenin dördü de kahverengi tuğlalarının dışa uğrayan boyasız görüntülerini beyaza oturtmuştur. O tuğlalarda garibin efkârını pekala görebilir, hissedebilirsiniz. Bir sandalye çekip; gün be gün artan Bahçekapı'nın kalabalığına şaşkın, meraklı, ama Hasan'ın çektiği sıkıntılara uğramayan biri olarak bakabilirsiniz. Kimse size engel olmaz. Yalnızca Hasan bakar, Hasan üzülür. Çünkü o, ilk geldiğinde bu kahvehaneye; oraya oturup da istasyonda bıraktığı karısını düşlemiştir, köyüyle birlikte.

        İşte, gurbet hayatını kılcal damarlarına dek yaşayan Hasan benzeri kişilerin çocukları ikinci kuşakları oluştururken böyleydiler. Köylü olduklarını bilmeden oturuyorlardı bir sandalye çekip, altlarına. Bu kez İstanbul, köylü oldukları halde köysüz insanlarla doluverdi. Hep birbirlerine baktılar. Düşündüm. Hasan sallanarak getirdiği bir bardak çayı önümdeki masaya bıraktı. Koyu kırmızı çayın rengiyle aynılık taşıyan duygular sardı her yanımı. Şekeri karıştırken bir zaman çayın içinde erimesine baktım. Ne kadar da benziyorduk şekerle ben birbirimize! İkimiz de zaman ve İstanbul içinde eriyorduk.

        “Hasan!” dedim. Baktı.

        “Sen, çaya kattığım şekersin.”

        “Ne demeğe geldin abey?!” dedi, dudağını büzerek...

 

Mustafa Erdem
3.05.2021 16:30:22
Bu yazılar mükemmel .. adeta hilti matkabı gibi zihinleri delip içinden anlaşılmamak ne mümkün detirten bir yazı akıyor..yazarımıza içtenlikle teşekkür ediyorum. okumayı yazmayı sevmeyeni bile aydınlatan bir yazı anlayışı o kadar net ki.gazetenie teşekkür ederim Mehmet Doğan K arakuşu gibi bir kalemi bizlerele buluşturduğu için. o ışık..bizi aydınlatıyor her yazısında..her yazsınısı sabırsızlıkla bekleyenlerdenim.

MEHMET ZEKİ ALTIGÜL
4.05.2021 13:35:48
Kalemine kuvvet üstad. Teşekkürler yayımcı Yeni Adana Gazetesi

YAZARLAR

  • Perşembe 31.6 ° / 17.1 ° Güneşli
  • Cuma 24.9 ° / 15.2 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Cumartesi 24.8 ° / 13.8 ° false
  • BIST 100

    9629,68%0,85
  • DOLAR

    32,53% 0,26
  • EURO

    34,66% 0,36
  • GRAM ALTIN

    2499,23% 0,53
  • Ç. ALTIN

    4196,44% 1,04