ÖYKÜ: SENGIIN ERDENE (RAHİME SARIÇELİK ÇEVİRİSİYLE)
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 20.01.2021 14:55:00 4414 0

ÖYKÜ: SENGIIN ERDENE (RAHİME SARIÇELİK ÇEVİRİSİYLE)

öykü : Sengiin Erdene (Rahime Sarıçelik Çevirisiyle)

Sengiin Erdene

Moğol edebiyatının tartışmasız şahsiyeti ve psikolojik öykülerin büyük ustası Sengiin Erdene, 1929 yılında Moğolistan'ın doğusunda Hentii ilinde doğdu ve 2000 yılında, 71 yaşında, Ulan Batur'da öldü. 1930'ların sonundaki siyasi baskılar sırasında babasının ölümü ve II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi, ilk olarak Ulan Batur Askeri Akademisi'nde subaylık mesleğini, ardından da Moğolistan Ulusal Üniversitesi'nde doktorluk mesleğini seçen bu 14 yaşındaki çocuğu etkiledi.  Tamamen yazmaya geçmeden önce birkaç yıl psikiyatrist olarak çalıştı. En dikkat çekici eserleri arasında "Sığır Toynaklarının Kaldırdığı Toz" (1964), "Mavi Farenin Yılı" (1970), "Güneş Turnaları" (1979), "Vaha" ( 1979), "Hayat Döngüsü" (1983), "Zanabazar" (1989) ve "Sonraki Hayatta Buluşun" (1996) yer alır. Eserleri Rusça ve Almanca'ya çevrildi. Sengiin Erdeni'nin Moğol edebiyat tarihine getirdiği en önemli miras, propaganda tonunu ve edebiyatta kök salmış eğitim akımlarını cesurca reddetmesi, yetenek, hayal gücü ve gerçek edebi eserler yaratma konusundaki zengin tecrübesidir. Hayatının birkaç yılını Çog, Edebiyat ve Moğol Yazarlar Birliği gibi çeşitli basın ve edebiyat kuruluşlarını yöneterek geçirdi. Sengiin Erdene çok sayıda ulusal ve yerel ödül aldı. 1965'te Moğol Devlet Ödülü'ne, 1976'da Moğol Yazarlar Birliği Ödülü'ne ve 1994'te Moğol Halk Yazarı unvanına layık görüldü.
Öyküyü Moğolca’dan Fransızca’ya çeviren Altantsetseg Tulgaa. Fransızca’dan  Türkçe’ye çeviren Rahime Sarıçelik.

Güneş Turnaları

Tapınak kalıntılarının çok da uzağında olmayan kurumuş kuyuda otururken güneşli yaz akşamına veda ediyordum. On beş yıl önceki doğumumdan beri, bu tapınak birçok olaya tanıklık etti. Tapınak bugün artık yok. Ortadan kaybolmasının sebebini anlamasam da bu konuda hiçbir üzüntü duymuyorum. Elimi tutan annemin peşi sıra gittiğimi, tapınağın mavi ahşap merdiveninin birçok basamağına tırmandığımı hatırlıyorum. Oraya girdiğimde, bağdaş kurup sutralar okuyan rahipler görüyordum. Borazanlar oldukça yüksek sesle çalıyor, odaya hoş tütsü ve ardıç kokusu yayılıyordu. Yanan kandil ışığında, gazaplı Tanrıların kulaklarına kadar açılan ağızlarındaki gülüşleri, parıldayan tüm dişleri ve Şefkatli Bodhisattvalar’ın dingin yüzü ortaya çıkıyordu. Annem dua etmemi istediğinde dua ediyordum. Bugün, sadece temel taşlarının görüldüğü tapınak sanki toprak tarafından yutulmuş gibidir. Kare döşeme taşları arasında yabani otlar büyüdü. Bu beni ilgilendirmez çünkü tapınak yıkıldığı için trajik bir hikâye yaşamış olmalıydı. Kuyu bile kurumuş. Babamın yapımına yardım ettiğini söylediğini hatırlıyorum. Ayrıca babam da rahmetli oldu. Aslında tapınak, babam, var olan birçok anı gömüldü ve daha önce bilinmeyen yeni gerçekliklerle değiştirildi. Bir yıl önce savaş çıktığında, bölgemizdeki en güçlü ve en güvenilir adamlar orduya seferber edildi. Kardeşim de çağrıldı. Geri dönüp dönmeyeceğini bile bilmiyorum. "Savaş alanlarında askerler öldürülüyor." diyorlar.

Yarın sabah ben de ülkemi terk ediyorum. Bölgenin merkezinde okula gitmenin savaş alanına gitmekle hiçbir ilgisi olmadığını kabul ediyorum. Ancak, benim için sadece nesnelerin değil, insanların da kaybolduğu bu merkezde hangi kaderin beni beklediğini kimse bilmiyor.

Bu düşünceler arasında bir çakıl taşı aldım ve kuyuya attım. Taş, derindeki çamura düşerken hafif bir ses çıkardı. Memleketimin güneşine veda ettiğim için gün batımına kadar burada kalacağım. Akşam süt sağım vakti geldi. Sağım sırasında her otlağın yanındaki kuru ve yanmış inek gübrelerinden çıkan soluk beyaz duman, yemyeşil ağustos çayırının üzerinde bir yılan gibi hafifçe gökyüzüne doğru yükseliyordu. Bir grup kırmızı turna güneyde yetişmiş birkaç ağacın yanındaki su kaynağında sessizce yürüyordu. Günbatımında her zamankinden daha kırmızı görünüyorlardı ve yavruları, güçlerini test etmek istiyorlarmış gibi koşarken çırpınıyorlardı. Bu göçmen kuşların çok uzak bir ülkeden olduğunu bilmeme rağmen "Elveda, ülkemin turnaları!" dedim. Güneydeki dağın kuzey yamacındaki yeşil fidan korusu da akşam alacakaranlıkta turuncu bir renk aldı. Benimle birlikte büyüyen tüm bu çalıları biliyorum. Su kaynağının yakınında yetişen ve yaşlanan bir yaşlı karaçam tamamen eğilmiş. Genç bitkiler büyüdükçe yaşlı ve uzun ağaçların yok olması normaldir. Bu doğanın ölümcül yasasıdır.

Küçük bir erkek çocuğu iken yağmurdan sonra çıkan gökkuşağını yakalamak umuduyla ormana koştuğumda bu fidanlar yoluma engel olmuyordu. Çünkü bu genç bitkiler benimle aynı zamanda "doğmuştu". Süt sağıldıktan sonra memeleri boşalan inekler birkaç yaz boyunca çizilen yollardan yavaşça meralarına doğru ilerler, kurumuş dışkı dumanını başlarından kovarlardı. Batıda yurtlardan kurulmuş kamptan çıkan kızıl bir boğa, zaman zaman dünyaya sanki meydan okurdu: "Benimle savaşabilecek benden daha güçlü bir boğa var mı?"

Gri yapraklarla kaplı tüm çayır, güneşte gümüş renginde görünüyordu. Kampın doğu ucunda kurulan yurdun yakınında sarhoş bir atlı, çocuklar koyunlarını komşularının koyunlarından ayırıp onları ağıla götürürken kırmızı bir başlık sallayarak bağırıyordı. Bu sarhoş kesinlikle Palhay Teh'di. Neden Teh gibi komik bir isim? Palhay adı ne anlama geliyor? Bana öyle geliyor ki ailesi, başarısız geleceğinden emin olduğundan ona bu saçma ismi vermişti. Palhay, kampımızda kalan birkaç erkekten biriydi. Çoğu zaman sarhoş bu adam, kadınları ve çocukları sürekli rahatsız ederdi. Ordu, felçli kolu nedeniyle onu reddetti. Kırmızı turnalar sanki bağırmasından korkuyormuş gibi uçup su kaynağının yanına, dumanın üzerinde döndükten sonra yalnız yaşlı ağacın yanına indiler.

Güneş batmak üzereydi. Yarından itibaren artık ülkemde gün batımını, inek ağılında ya da bu kuyu kenarında otururken izleyemeyecektim, çünkü çok uzaklara gidecektim. Çaresizce olası rakibinin toynaklarıyla toprağı tırmalayarak onu düelloya çağırmasını bekleyen kızıl boğa, net ve gür bir sesle kükreyerek diğer ineklerin arasına girmek için nihayet ayrıldı. Palhay'ın bu hayvanla başıyla kavga ettiğini hayal edip kahkaha attım.

İneklerin sağılmasından sonra, bütün kadınlar komşum Sangid'in yurdunun yakınında toplandı. Güzel ve duru bir sesle şarkı söylemeye başladılar. Şarkılarının melodisi serin akşamda çayırların üzerinde uçuyor ve sanki binlerce güneş ışığının içinden süzülüyor gibiydi.

Tanrısal semayı izlemenin sonu yok

Ama hızlı yağar yağmur

Çok uzun görünüyor hayat

Ama daha hızlı uçuyor zaman...

Muhtemelen sevgili kocalarını ve nişanlılarını özleyen bu kadınlar üzülerek şarkı söylüyorlardı. Bu yaşımda, aşk acısını anlayacak kadar büyüğüm. Birden boğazım düğümlendi ve neredeyse ağlıyordum.

Yurt yakınında şarkı söyle

Ganj bülbülü

Annemin Buda ülkesi sandığı Ganj nerede? Bu turnalar oradan mı geliyorlar? Hayır. Ey, doğum ve ölümün kaçınılmaz olduğu bu evren! Ne kadar geniş ve sonsuzsun? Bilmem bir gün bu meşhur Ganj'ı ziyaret etme şansım olur mu? Babam bana tekrarlamakta haklıydı. "İnsan yalnızca fani bu dünyada. Bu nedenle bilgelik ve cesaretle davranılmasıdır, doğru olan". Biz de böyle olsaydık, daha sonra kesinlikle sadece bölgenin okuluna değil, aynı zamanda muhteşem Ganj Nehri'ne de giderdik.

Ben kadınların şarkısıyla kendimden geçerken güneş çoktan batmış ve turnalar normal mavi rengine kavuşmuşlardı. Elveda ülkemin güneşi! Turnalar, sanki güneşin batmasını bekliyorlarmış gibi kuru gübre dumanı üzerinde yükseldi ve uzak ufuklara doğru yola çıktı. Elveda benim sevgili turnalarım! Yarın sizi takip edeceğim ...

Ilık yıldızlı bir geceydi. Deel'imin[1] göğüs altı kemer cebime birkaç hadag[2] koyan annem, buraları terk etmeden önce yaşlıları selamlamam ve onlara veda etmem için beni komşularına gönderdi. Ülkesinden uzaklaşan herkesin yaşlıları dinlemesi gerektiğine çok inanıyordum. Böylece uzun yolculuğu kutsanacaktı. Tanıdıkları ziyaret etmekten daha önemli bir randevum vardı. Bu randevu kız arkadaşım, diye çağırdığım bir kızla buluşmaydı. Su kaynağının yanındaki tek ağacın altında onu beklerken kalbim hızla attı. Sadece arkadaş olsaydı neden kalbim atsın ki? Sanki bu karanlık ve yıldızlı gökyüzünün altında, bütün hayvanlar bir şeyi beklerken gürültülü bir sesi izliyordu. Bozkırda atlar kişniyor, kurbağalar uykulu seslerle vıraklıyor ve köpekler sanki kendi eşlerini bulmak için havlıyorlardı. Beklediğim kişi çıplak ayakla geldi, yıldız ışığı altında havada yürüyen bir ip dansçısı gibi hafif bir adımla...

Özür diledi, "Üzgünüm, geç kaldım. Biraz peynir hazırladım. Beni Uzun zamandır mı bekliyorsun?" Sonra benden biraz daha uzağa oturdu. Yakın zamana kadar terk edilmiş kışlalarda, çitlerde ve bozkır otlarında saklambaç oynamış olsak da, bu artık geçmişte kaldı.

Birbirimize dokunma korkusundan uzak durduk. Arzulamak ve romantik duygular hep ilginçtir. Birbirimizin hızlı nefes alışını dinleyerek bir süre sessiz kaldık. Yakınımızdaki kalın otları dişleriyle nazikçe kesen ayakları bağlı atlardan başka ses yoktu. Kız peynir kokuyordu. Bu çok kısa süt kokusu sinmiş elbiseyi her zaman giydiğini anladım. Oysaki ben, tam tersine, yepyeni bir kumaş gibi kokan pamuklu deel giyerken, deri çizmelerime karanlıkta daha sık bakıp, güzel kıyafetlerimi göstermeme izin verecek bir yol arayışına girdim.  Özellikle deri botlar, çünkü bir çift almayı o kadar çok istedim ki. Annem benim için yeterince büyük olan bu yıpranmış ayakkabıları bir öküzle takas etti.

"Sampil'in babası, Baatar'ın annesi ve diğer yaşlıların hepsi bana biraz harçlık verdiler. Annem koyun yünü satışından aldığı paranın yarısını bana vereceğine söz verdi. Bölgenin merkezinde sana bir çift deri çizme alıp göndereceğim." dedi.

"Bölgenin merkezindeki dükkân çeşitli ürünlerle dolu olmalı." diye umutla yanıtladı. Aslında sesimiz değişti. Annem artık daha alçak bir sesle, gerçek bir erkek sesi ile konuştuğumu söyledi. Ancak kızın daha güçlü sesi yumuşadı. Karanlıkta, güzel kahverengi gözlerindeki hüzünlü bakışı hissedebiliyordum. Okula giderek onu terk ediyordum ve o burada peynir üretimiyle meşgul olmak için kalıyordu. Onun acısını derinden anlayabiliyordum. Onu o kadar seviyordum ki yüreğim parçalandı. Çok kısa ve yünden dokunmuş deel’in altına inek dışkısı ve çamurla kirlenmiş çıplak ayaklarını saklayarak büzülmüş yanaklarını dizlerine koyup oturmuş zavallı kıza baktım. Hüzünlü, ağlamaklı gözleriyle bana bakıyordu. Çocukluğun masum saflığının sonsuza kadar kaybolacağı ve günahkâr yetişkin yaşamının kaçınılmaz olarak takdir edileceği hayatın bu noktasında yolları ayırmayı pek beklemiyordum. Aşk sadece ruhani değildir. Şehvetlidir de… Simli bir kuşakla çevrili ufukta, o yaz gecesinin binlerce parlayan yıldızının altında ilk kez aşkın zevkini ve korkusunu yaşadık. Daha sonra, çocukluğumun aniden kaybolmasından pişmanlık duyacakmış gibi yavaş akan acı gözyaşlarımı yuttuğumda kalp atışlarım hafifçe yavaşladı.

"Bölgenin merkezindeki okulumdan sonra Harp Okulu'nda eğitimime devam edeceğim. Ben askeri lider olduğumda seni almaya geleceğim. Bu arada yaz tatillerinde tekrar görüşebiliriz." dedim.

"Her zaman seni bekliyor olacağım. Şans eseri bir deve kervanı götürürse kardeşimle merkeze gitme fırsatım olacak. Bana daha sık yaz." diye yanıtladı.

"Evet, sana yazacağım."

"Annen yokluğun için endişeleniyor olmalı." dedi.

Devam ettim. "Merak etme. Zaten şimdiden kalın bir sese sahip gerçek bir erkek olduğumu söyleyerek beni övdü. "İçini çektikten sonra elime yumuşak bir şey koydu ve şöyle dedi:

"Benim küçüklük saçlarım. Hatırlıyor musun? Beni Komünist Gençlik Örgütü'ne üye yapmak için mi at kuyruğumu kestin?" Aslında, kaba bir çocuk olan ben, genç komünistler gibi görünmeleri için kızların saçlarını keserken eğlendim. Bir kızın küçük bir telinin tatlı kokusunun daha sonra bir mücevher parçası kadar değerli olacağını kim düşünebilirdi?

Ancak kız arkadaşım doğru tahmin etti. Bazen hayat bir peri masalı gibiydi. Kurgu olmasını istediğimde gerçekleşecekti. Masal hayatı çoktan sona ermişti. Bunun farkına vararak, şaşkınlık içinde gökyüzüne bakıp orada uzanarak kaldık. Bu çocukluk peri masalı geri dönsün! Bu üzücü ayrılık anında, bana bir peri masalı vermesi için gökyüzüne yalvardım. Bana cömertçe verdi. Ufukta, gümüşi bir toz tabakasıyla çevrili, bir grup turnauyordu. Ülkemin güneş ışığını taşıyan bu güneş kuşları beni çok uzaklara ve yükseklere uçuruyor gibiydi.

Güneş turnaları! Şu güneş turnalarına bakın! Hayat bir peri masalı olmaktan uzaktır. Sevgili kız arkadaşımdan geriye kalan tek şey o hoş, kız gibi kokulu bir tutam saç. "Güneş turnaları! Ülkemin güneşini ve çocukluğumun son peri masalını sonsuza dek elimden aldınız! Bugün neredesiniz? Hala beni uzak diyarlara uçmaya mı çağırıyorsunuz?"

-------------------------------------

[1] Deel - Moğolların geleneksel kostümü.

2 Hadag - Moğollar arasında geleneksel bir dua atkısı. Saflığı, hayırseverliği, iyi alâmeti ve şefkati sembolize eder.

Öyküyü "Les grues de soleil" başlığı ile Moğolca’dan Fransızca’ya çeviren Altantsetseg Tulgaa. Fransızca’dan  Türkçe’ye çeviren Rahime Sarıçelik.

 

Fransa’nın Strasbourg şehrindeki Kapaz yayınevi tarafından yönetilen bu linkte Fransızca yayımlandı: https://editionskapaz.fr/les-grues-de-soleil/

 

 

 

 

 


Haber Kaynak : HABER MERKEZİ

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9079,97%3,10
  • DOLAR

    32,35% 0,15
  • EURO

    34,93% -0,09
  • GRAM ALTIN

    2322,96% 0,18
  • Ç. ALTIN

    3843,45% 0,00
  • Cuma 24.9 ° / 14.2 ° Güneşli
  • Cumartesi 28.3 ° / 15.1 ° Güneşli
  • Pazar 28.3 ° / 15.7 ° Güneşli