DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: Nemika Tuğcu        
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 26.01.2021 14:28:00 3615 0

DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: Nemika Tuğcu        

Nemika Tuğcu

Türkiye'de, yazmak isteyenler nedense hep yabancı edebiyatçıları örnek alıyor, onların deneyimleri üzerinden bir fikir geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda “Yeni Adana’da Düşünce-Sanat ve Toplum”  olarak bir eksikliği giderme çabası içine girdik. Değerli edebiyatçılarımızın katılımıyla kapsamlı bir bellek oluşturmaya çalışacağız. Yazar adaylarına yol gösterici olacağına inanarak… Bu haftaki konuğumuz kıymetli yazarımız Nemika TUĞCU...

Okurken ve Yazarken…

Okur yazarlığımın ne zaman, nasıl başladığını anlatmam için geriye, çok çok yıllar öncesine gitmem gerekiyor. O uzun yolu anlatabilmem için geri dönüşlerimde çoğu kez ana yoldan çıkıp patikalara, bazen dağ yollarına sapıyorum. Unutulmuş anılar, kimi farkındalıklar, bazı da yaptığım hatalar çıkıyor yoluma. Uzun yolculukları severim.  Onların peşinden gitmeyi, o macerayı yeniden yaşamayı severim. Bugünden dün’e bakmak, kendime dönmek eğlencelidir de.

İstanbullu bir anne ve babanın ikinci çocuğu olarak Kayseri‘de doğdum. Bu kentte doğup büyümenin bana kazandırdıklarını, taşranın, taşralının ne olduğunu fark etmem uzun yıllarımı almadı.   Ders Yılı bitip okullarımız tatil olunca İstanbul’a giderdik; orayı nasıl memleketimiz bellemişsek, Sümerbank gibi ülkenin harcı diyebileceğim bir kuruma ait olma duygusunu da benimsemiş olmalıyız ki daha çocukken “Neden Kayseri’de oturuyorsunuz?” diye sorulduğunda, “ Biz Sümerbanklıyız, fabrikamız orada,“ diye yanıtlıyorduk.

Biz iki kentliydik. Şanslıydık.                                                                                                                                                                  

Kayseri’de 1935 yılında dokuma fabrikası kurulurken yapılan lojmanlarda oturuyorduk.  Fabrika çalışanları yarı olimpik yüzme havuzunu, iki tenis kortunu, futbol ve basketbol sahalarını kullanabiliyorlardı.  

Yaz geceleri havuzun etrafına masalar konur, profesyonellerin yanında fabrikanın elemanlarından oluşan orkestra dans müziği çalar, isteyen de kalkıp dans ederdi.  Ben de kardeşlerim de ilk dansımızı babamızla yaptık.

Haftanın iki günü yerli, iki günü yabancı film izlediğimiz sinema salonuna yılda birkaç kez tiyatrolar  gelir, iki kez de Cumhurbaşkanlığı Senfoni  Orkestrası’nın konserleri olurdu. Suna Kan’ı ilk kez Kayseri’de dinledim.

Bozkırın ortasına kurulmuş bu vahada yaşıyorduk.

Çocukluğumda masal dinlediğimi pek anımsamıyorum. Babamın bize,  ona da büyüklerinin anlattığı masal beni korkutmuştu: ”Sizin kaz, bizim torba içinde. Bizim çarıklar, sizin kazgan içinde. Ali Baba yesin orman içinde…” Anımsadığım bu kadar. Masal dinleme, okuma yaşım geçtikten epey sonra merak ettiğim için masallar okudum.

Bir gün Ankara’dan bizi ziyarete gelen teyzem, karlar altında,  bahçelerinde fenerler asılı çam ağaçları olan evlerin, olağanüstü güzellikteki evlerin, rengârenk doğa manzaralarının olduğu sihirli bir kitap getirdi bize. Bizim evimize hiç benzemiyordu o evler. Bol resimli az yazılı kitap İngilizceydi. Hayranlıkla izledik, günlerce oyalandık onunla.

Sonra bir gün babam alfabe getirdi bize.   Alfabede gördüğümüz şekilleri ev işi yapmakta olan anneme soruyorduk.

“Anne, simit gibi yuvarlak olan harf nedir?“

“İki bacak gibi de ortasında çizgi var…”

Öyle uzaktan, sora sora öğrendik okumayı.

Babamın bize aldığı ilk kitap renkli, resimli Arı Maya idi. Defalarca okuduk. O kadar çok okuduk ki kitap paralandı.

Amcam, her hafta birkaç gazete bazen de kendi kitaplarından gönderirdi bize. Gazetelerden birinin Son Posta olduğunu anımsıyorum.  Amcamız bir yazardı: Kemalettin Tuğcu.  Çocukken bunun ne demek olduğunu bilemezdik çünkü önce amcaydı o; aile büyüğü.

Okumayı sökmek, pekiştirmek, bir metni okumaya heceleyerek başlayıp zamanla pürüzsüz okuma başarısı öyle büyük bir sevinç yaşatır ki!  Başarmanın mutluluğunu, sevincini yaşadım ben. Okumanın büyüsünü keşfetmiştim. 5 yaşımda okumayı öğrendim, 6 yaşımda da yazmayı. Tabii benden önce okula başlayan ablamın da çok büyük etkisi oldu bu hızlı gidişte.

Okumayı öğrendikten sonra ablamla evde ne bulursak okumaya başladık. Çocuk Haftası, Ateş, Binbir Roman, Tommiks, Teksas vb. Büyükler için yazılmış romanları da okuyorduk anlamasak da. Sanki böylece dünyayı ele geçirecektik.  O romanların hiçbiri bende iz bırakmadı. Ama ilkokulu bitirdiğim yaz evde bulduğum “Suç ve Ceza” beni çok sarstı. Cinayet, suç, vicdan azabı, günah, tanrı kavramları ile ilk karşılaşmamdı; bilincime o zamanlar bir soru işareti olarak yerleşti.

İlk ve ortaokulu doğduğum kentte, Kayseri’de okudum. Ortaokulumuzun çok büyük bir kütüphanesi vardı. Her gün son ders biter bitmez ablamla kütüphaneye gider, raflara tırmanır, “Beyaz Kitaplar”dan taşıyabildiğimiz kadarını eve götürürdük. Hasan Ali Yücel’in, Milli Eğitim Bakanlığı döneminde dünya klasiklerinden yaklaşık 300 kadarını dilimize çevirterek dünya edebiyatıyla bizi tanıştırdığı kitaplardı bunlar.  Rus klasiklerinin çoğunu o dönemde okudum. Aynı dönem Balkan edebiyatının bence en önemli temsilcisi Panait Istrati ile karşılaştım. Hayat Yollarında onun çocukluğu ve hayat mücadelesiydi. Baragan’ın Dikenleri hayal gücümü tetikleyen bir kitaptı. Minka Abla, Arkadaş, Perlmutter Ailesi, Kodin… büyüledi beni. İnsanı anlatıyordu Panait Istrati. Dünyanın önemli yazarlarını Varlık Yayınları’ndan çıkan kitaplarda tanıdım.  Kurucusu Yaşar Nabi Nayır’a ne kadar teşekkür etsek azdır.

Kitaplar düş dünyamızı zenginleştiriyordu. Kitapları nasıl okumamız konusunda bizlere yol gösteren sevgili Türkçe öğretmenim Ayten Baykal’ı da anmadan geçmek istemiyorum. Yüksek sesle okuttuğu metinlerde nerede vurgu yapılacağını, tonlamayı, noktalama işaretlerinin anlamını, önemini bize, öğrencilerine öyle güzel anlattı ki hepimiz dilimizi çok güzel konuşuyorduk.

Ruhu şad olsun.

Okulun, eğitmenin, ailenin bir insanın yetişmesinde, gelişmesinde, çağdaş bir insan olmasında ne denli büyük bir rolü olduğunu bu günlerden o günlere bakarak daha iyi anlıyorum.

1958 yılında Güler ablamız bizi Yaşar Kemal’le tanıştırdı: İnce Memed. Ne kadar zenginleştim o kitapla. Ağalık düzeni, sömürü düzeni, eşkıyalar, doğa, bitkiler, börtü böcek…  Yaşar Kemal’in peşini hiç bırakmadım.

Derslerimiz bittikten sonra en geç 21.30’da yatırılırdık, saat 22.00’ye kadar kitap okuma iznimiz vardı, sonra annem ışığımızı kapatırdı. Kış geceleri okuduğumuz kitaba devam etmenin yolunu bulmuştuk ama. Yavaşça perdeyi açıyor, hem ayın hem karların aydınlığında kitaplarımızı okuyorduk ablamla. Yeni coğrafyaları, yeni insanları, farklı gelenek ve görenekleri, duyguları tanımanın dünyayı tanımak olduğunu duyumsayabiliyordum.

1960’lı yıllara doğru siyasette sıcak gelişmeler oldu. Ankara ve İstanbul’da üniversite gençliği hükümete karşı protesto gösterileri yapıyor, cephelere bölünmüş insanlar arasında şiddetli tartışmalar oluyordu. Kayseri’nin Yeşilhisar ilçesinde iktidar ve muhalefet partililerin arasında çıkan tartışma ve yaralama olayları ve bunları izlemek için Yeşilhisar’a gitmek isteyen İsmet İnönü’nün ilçeye sokulmaması gerilimi arttırmıştı. Komşularımızın bazıları Vatan Cephesi adı altında iktidardaki Demokrat Parti’yi bazıları da Güç Birliği adıyla muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi’ni desteklediklerinden tartışmanın ötesinde kavgalar, küslükler oluyordu. CHP yandaşlarının kapılarına kırmızı işaretler konulduğu, Ankara’da atlı polislerin öğrencileri tutuklayıp işkence yaptıkları gibi endişe verici söylentiler çok fazlaydı.

Siyasetle ilk tanışmam,  siyasetin toplumu, insan ilişkilerin nasıl etkilediğine ilişkin gözlemlerim böyle oluştu.

Bu olaydan birkaç ay sonra 27 Mayıs’ta bütün Türkiye gibi biz de darbeyle tanıştık.  Çok sevinmiştim çünkü ortaokul bitirme sınavları 15 gün ertelendi.  İlk darbenin arkasının geleceğini, çok daha dramatik olaylar yaşanacağını o yıllarda kimse bilemezdi.

Artık gazetelerin ilk sayfaları benim için de önemliydi; mahalledeki politize olmuş abiler de anne babalarının siyasi görüşleri doğrultusunda acemi tartışmalar yapıyorlardı. Anlamaya çalışıyordum neler olduğunu. Siyaset de bilinçaltımıza bir çengel atmıştı.

Yassıada duruşmaları radyodan dinleniyordu. Kavga ve tartışmalar azalmış, insanlar biraz sakinleşmişti ama darbenin şoku devam ediyordu ve hüzün hakim olmuştu hayatlarımıza.

Kayseri’de oturduğumuz yıllarda amcalarım, halam, teyzelerimle, dayılarımla eski yazıyla mektuplaşırdı annem, babam. Biz de amca ve hala çocuklarımızla mektuplaşırdık. Büyüklerimiz Osmanlıca sözcükleri çok kullandıkları için biz de aşinaydık bu sözcüklere ve yazışmalarımızda tumturaklı Osmanlıca kullanmaya özen gösterirdik. Bir oyun gibi başladığımız bu yazışmalar yeni yazıyla yazılan ama sözcüklerinin çoğu Osmanlıca olan metinleri kolayca anlamamızı sağladı. Mektuplar benim için yazmanın provaları da olmuştur diyebilirim.

Babamın tayini çıkıp İstanbul’a geldiğimizde sadece yaz aylarını bildiğimiz İstanbul’un sonbaharı, kışı ve ilkbaharı ile tanıştık.

Çok iyi öğretmenlerden eğitim aldığım Kayseri Lisesi’nden sonra yeni okulum Kandilli Kız Lisesi beni düş kırıklığına uğrattı, bazı öğrenciler beni ‘taşralı‘ olarak gördü, öyle davrandılar. Okuldan kaçmayı o yıl öğrendim.  İstanbul’daki müzeler, sahaflar, Kapalı Çarşı hele Bedesten, Cağaloğlu’ndaki kitapçılar uğrak yerimdi. Çok kişiyle, özellikle Bab-ı Âli’nin bugün çoktan kapanmış kitabevlerinin sahipleriyle tanıştım. Param yetmediğinde sonra getirirsin diye verirlerdi kitapları.  Ailem okulda olduğumu zannederken İstanbul’un altını üstüne getirdim ben.

Bir öğrenci için, o yıllarda hele bir kız öğrenci için asla yapılmaması gereken şey hayat bilgisi olarak yazı evrenime kaydoluyordu. Bugün geriye dönüp baktığımda ne kadar güzel, verimli kaynaklardan beslendiğimi görebiliyorum.

Okuldan kaçmanın cezasını 1 yıl beklemeli olarak yaşadım. Ertesi yıl mezun oldum ve çalışmaya başladım. Hedefim hem çalışmak hem okumaktı.

Beni yazmaya yönelten, okumaya erken başlamam, çok kitap okumam ve gözlemci bir çocuk olmam diye düşünüyorum. Okumanın verdiği birikim bir süre sonra yazmaya yöneltiyor insanı.  Okuduklarım birikiyordu bende,  insanları anlamaya çalışıyordum, okuduğum öykü ya da romanın içinde dolaşıyordum, kurgunun içindeydim.

 Edebiyat eserleri bana hayatı, bilmediğim duyguları tanıttı.  Kafka’nın Milena’ya Mektuplar kitabı amansız bir aşkı anlatıyordu. Böyle bir âşık var mıydı, olabilir miydi?  Gençlik dönemimde okumuştum bu kitabı, epey düşündürdü beni. Değişim kitabı daha çarpıcı geldi. Kafka’yı anlamam biraz zamanımı aldı. Şato’yu okuduğumda büyümüştüm.

1960, 1971 ve 1980’de, yani 3 darbe döneminde yaşadım ben. Benim gibi bu dönemleri, o müthiş çalkantıyı, kamplara ayrılmış insanların, bitmeyen cinayetlerin tanığı olanlar, terörün en azgın dönemlerinde yaşamış olanlar ‘ülkede neler oluyor’un peşine düşer. Neler olduğunu öğrenmeye çalışırken, insan karakterlerini,  davranışlarındaki içtenliği ya da çıkarcılığı, fırsatçılığı, ihanetleri, ikiyüzlülüğü de görürsünüz. Sonra merak eder tarih okursunuz, felsefe okursunuz. İçinde yaşadığınız toplumu anlamanın yolu geçmişi iyi öğrenmektir çünkü.

Erken başlayan çalışma hayatımda çok çeşitli işler yaptım. En mutlu olduğum işim bir kitapçı dükkanını yönetmekti.  Sonra hiç benimseyemediğim şirketlerde çalıştım.  Gazeteler, dergiler, televizyon, reklam ajansları, yayınevleri severek yaptığım, hem benim katkıda bulunduğum hem de bana katkısı olan işlerdi.

Öykü okumayı sevdiğim kadar öykü yazmayı da seviyorum. Elişi Fotoğraflar ilk ve tek öykü kitabım. Öncesinde yazdığım öyküler 1980’li yıllarda Kıbrıs Gazetesi’nin edebiyat ekinde daha sonra edebiyat dergilerinde yayınlandı.  Sonrasında öykülerimi okuyan şair arkadaşım Ayten Mutlu bu öykülerin bir kitapta toplanması gerektiğinde ısrar etti ve beni ikna etti. Milliyet Gazetesi’nde çalışıyordum o sırada, bir ara en yakındaki Remzi Kitabevi’ne gidip dosyamı verdim. Üç ay gibi kısa bir zaman içerisinde kitabımı basacaklarını bildirdiler. Sevindim. Sevinçle birlikte bir şaşkınlık da yaşadım. Kendimi birdenbire iç dünyam açığa çıkmış ya da görünür olmuşum gibi duyumsadım.

İlk kitaplar,  özyaşamdan izler taşır.  Elişi Fotoğraflar da öyle oldu. Kitaptaki Kondüktör öyküsü, adlandıramadığım duygularımı, büyüme sancılarımı ve bunlardan duyduğum utancı anlatır. 

Ben Onlardan Değilim, 1980 darbesi sırasında yaşanan yüzlerce olaydan biri. Asılsız ihbarlar sonucunda gözaltına alınan sıradan bir insanın ruhunun sakatlanmasını anlatır. Tanık olduğum, ya da yaşadığım olayların yanı sıra bir gazete haberi, bir fotoğraf, bir şarkı, pencerede gördüğüm bir yüz öykülerimde yaşamaya devam eder. Bir olayı anlatmaktan öte, bir çelişkiyi, çatışmayı kurgulayıp yazıya dökerken dili, öykü atmosferini de ustalıkla kotararak okuyucuya iletmek gerekir.

Yazdığım öyküler dergilerde, seçkilerde yayınlandı. Edebiyat dünyasında öykü ya da şiir yazanların ürünleri önce dergilerde yayınlanır, sonra kitap olarak okurla buluşurdu. Bu eskiden beri böyle olagelmiş.

2004 yılında Can Yayınları’nın sahibi Erdal Öz bana bir ödev verdi:  Kemalettin Tuğcu’nun hayatını sen yazmalısın, dedi.  Yazdım. “ Sırça Köşkün Masalcısı” böyle çıktı. Son 20, 30 yılda Kemalettin Tuğcu’ya  ihtiyacımız olduğunu, vicdan ve merhamet duygularının hatırlanması için onun kitaplarının yeniden basılması, okutulması gerektiğini söylemişti Erdal Öz. Ruhu şad olsun.

O yıl Toplum Gönüllüleri Vakfı  ve Can Yayınları ile Yazarlar Okullarda projesi kapsamında birçok yazarla birlikte doğudan batıya, kuzeyden güneye pek çok ildeki okullarda çocuklarla buluştuk. Ben Kemalettin Tuğcu’yu anlattım gittiğim okullarda. Az da olsa tanıyan çocuklar vardı ama asıl onun kitaplarını okumuş olanlar öğretmenleriydi. Bu buluşmalarda özellikle Güneydoğu’daki çocukları daha yakından tanıma olanağı buldum. Onlarla konuştukça dertlerini, sevinçlerini, mutsuzluklarını, aile sorunlarını anlamaya başladım.  İzlenimlerimi yayınevi ile paylaşınca benden çocuklar için yazmamı istediler.

Yazarlar Okullarda projesi kapsamında unutmadığım bir olayı da anlatmak isterim.

Urfa’da bağımlı, aile içi şiddet görmüş genellikle fakir aile çocuklarının eğitildiği bir rehabilitasyon okulunda öğrencilerle okuma üzerine konuşuyoruz. Kitap okumayı seviyor musunuz sorusunu hepsi, seviyoruz, diye yanıtlıyorlar. Ama ne yazarın adını ne de kitabın adını tam olarak söyleyen çıktı. Onları konuşturacak başka bir soru bulmalıydım. Benim de hiçbir çocuğun da hoşlanmayacağı soruyu sordum: Çocuklar nasıl bir meslek seçmeyi düşünüyorsunuz?

Hiçbir meslek düşünmemiş olanlar sustu ve önüne baktı ama söyleşinin başından beri kıpır kıpır yerinde duramayan iki çocuk parmak kaldırdı. İlk söz alan Polat Alemdar olmak istiyordu. Neden, diye sordum:  “Güçlü o, dedi,  silahı da var!” Parmak kaldıran öteki çocuk da Polat Alemdar olmak istediğini söyledi.  Polat Alemdar bir meslek midir,  sorum yanıtsız kaldı. Güçlünün haklı olamayacağını ne kadar anlatmaya çalışsam da başaramadım. Onların rol modeli bir televizyon dizisinin başkişisi, mafya babası Polat Alemdar’dı.

Başka konulardan konuştuk. Uzun konuştuk. Köpeğimi, bahçemizi, çocukluğumu anlattım. İlgiyle dinlediler. Oradan ayrılırken sonu iyi biten hikayeler yazmamı istediler. Yazdım, her birinin adresine postaladım. Kargacık burgacık yazılarla teşekkür mektuplarını,  çizdikleri kocaman kalpleri, imzalarını saklıyorum.

İşte o gün çocuklar için de yazmaya karar verdim.

Minik kitabım böyle yazıldı.  O kitapla da pek çok okula gittim ve öğrencilerle söyleşiler yaptım.

Sonra Sebzeler Kraliçesi Fasulye kitabımı yazdım. O kitapla da okullarda söyleşiler yaptım.   Bir yayınevi çocuklar için, Türk Aydınlanmasının Öncüsü Tevfik Fikret kitabını yazmamı istedi. Çok sevdiğim bir şair ve gerçekten aydınlanmamızın öncülerinden olan Fikret’in kitabını yazdım.

Çalıştığım her sektör, yaptığım her iş beni geliştirdi, dünyaya ve insana bakışımı derinleştirdi.

Bugün çocukların ve gençlerin yaşam koşulları o denli farklı ki. Televizyon, bilgisayar, cep telefonu, tablet yoktu benim çocukluğumda. Radyoda ajans haberleri vardı. Radyo Tiyatrosu, Devamı Yarın, Klasik Batı Müziği ve Klasik Türk Müziği konserleri, Çocuk Saati dinlerdik.

Yazar olmayı çocukluğumda hedeflemedim, böyle bir düş kurmadım ama yazma isteği, düşlerimi  anlatma isteği çocukluğumdan beri vardı. Gözlem gücü yüksek olan, insanı ve dünyayı merak eden, söyleyecek sözü olan insan zaten o yola çıkmıştır. Hem çabası hem de koşulları yeterliyse yazar olur.

Çaba ne denli önemliyse koşullar da o denli önemli. Taşrada çok yetenekli yazarlar var. Yayınevlerine ulaşabilenleri okuyoruz. Pek çok kent ve kasaba festivaller düzenliyor. Üç büyük kentin dışında da edebiyat var, verimli çalışmalar yapıyorlar.

Yazma, anlatma, sesini duyurma isteği çok bizim insanımızda. Roman, öykü, senaryo yazımı, fotoğraf, tiyatro atölyeleri, okuma atölyelerinin sayıları çok çok arttı.  Bu atölyelere devam eden yazar adaylarının öyküleri bir süre sonra kitap olarak okurla buluşuyor.  Bu atölyelere yazar yetiştirme okulları diye bakıyorum. Kitaplı bir yazar olma, fark edilme, vitrinde olma hayali gençlerin çoğunda var. Bu isteklerini açıkça ifade ediyorlar ve kitaplarını da bastırıyorlar.

Son yıllarda kâğıt ve baskı maliyetlerinin artması nedeniyle yayınevlerinin büyük bir bölümü ya yazara telif ödemeden kitabını basıyor ya da masrafını alarak basıyor. Bir yayın yönetmenini ya da editörün onayından geçmeden basılan kitabın edebiyatı değersizleştireceğini düşünüyorum. Bir de bazı genç kuşak yazarlarının noktalama işaretlerini kullanmaması, yazım kurallarını önemsememesi, bu tür yazanların da edebiyat dünyasında kabul görmesi beni şaşırtıyor.

Gençler, okunmadıklarından yakınıyorlar haklılar. TUİK verilerine göre 2019 yılında 61512 kitap basılmış; bunun yüzde 18.2’sinin yetişkin kurgu edebiyat kitabı olduğu belirtiliyor.  Okuma alışkanlığının hayli düşük olduğu ülkemizde 2019 yılında kişi başına düşen kitap okunma oranı 8.4.  Demek ki bir ayda basılan kitap sayısı 5126.

Corona ile yaşamaya çalıştığımız bu yıl çok az kitap basıldı. Yalnızca kitaplar değil dergiler de gazeteler de baskı sayısını düşürmek zorunda kaldı. Digital dünya eski alışkanlıklarımızı, zevklerimizi değiştirecek gibi görünüyor.  Artık sayfalarına dokunduğumuz, kokusunu duyduğumuz kitaplar, gazeteler, tablet ya da bilgisayardan okunabiliyor. Gittikçe hızlanan yaşam içinde bu çok pratik bir seçim gibi görünse de gazetemi de kitabımı da elimde tutarak okumak isterim.

Yazımın başında anlattığım çocukluğumda, beni besleyen kaynaklar, kitaplar, sosyal hayat artık yok. Bireysel bir yaşam sürdürülüyor. Ben de birçokları gibi bu yaşamın izleyicisiyim.

Yazmak için sessizliği, genellikle gece çalışmayı yeğliyorum. Çok sayıda not kağıdı, not defteri var masamın üzerinde. Yazmak ve okumak istediğim konuların notları bunlar. Öykünün kapısını açan yakaladığım bir çelişkidir, çatışmadır. Önce konuyu dolaştırırım zihnimde. Bu uzun sürebilir. İlk satır çok zorlar beni.  Yazının da bir müziği var ve o ilk notayı bulduktan sonra arkası gelir. Bazen bir yerde takılır metin, alıp başını gider istediği yere. O zaman uykuya bırakıyorum onu, çünkü kurguyu yenilemem gerekiyor.

 Hergün mutlaka en az bir saatimi okumaya ayırıyorum; yazma konusunda o kadar disiplinli olamadım.

Son Söz…

Özel olarak editörlüklerini yaptığım, kitaplarının basılmasına katkıda bulunduğum birkaç yazar adayı ile çalıştım. Hepsi de verimli çalışmalardı. Birinin, bir yazar adayının yazma, öğrenme sürecine, heyecanına tanık oluyorsunuz. Kitapları yayınlandığı zaman onlar da ben de mutlu oluyoruz.

 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9809,64%0,96
  • DOLAR

    32,58% 0,30
  • EURO

    35,07% 0,29
  • GRAM ALTIN

    2457,40% 0,88
  • Ç. ALTIN

    3991,84% 0,00
  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı