YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: BİLSEN BAŞARAN…
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 7.10.2021 10:21:00 1284 0

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: BİLSEN BAŞARAN…

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK

Türkiye'de, yazmak isteyenler nedense hep yabancı edebiyatçıları örnek alıyor, onların deneyimleri üzerinden bir fikir geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda “Yeni Adana’da Düşünce-Sanat ve Toplum”  olarak bir eksikliği giderme çabası içine girdik. Değerli edebiyatçılarımızın katılımıyla kapsamlı bir bellek oluşturmaya çalışacağız. Yazar adaylarına yol gösterici olacağına inanarak… Bu haftaki konuğumuz kıymetli yazarımız, şair, eğitimci Bilsen BAŞARAN

1954 yılının, toprağın upuzun kış sonrası özlenmiş bir güneş altında buzdan kabuğunu kırmaya çabaladığı, cemrenin havada buza döndüğü, karını soyunmuş toprağın buram buram tüterek baharı karşıladığı, börtü böceğin kar altından yer üstü hayatına atılmak için gün saydığı, güneşli bir mayıs günü (13 Mayıs) dünyaya gelmişim. Erzurum’un; damarlarıma, tenime, bilincime, aklıma, gelişmeme, serpilmeme çok şey kattığı, o amansız kışlardan direnci, acımasız bitmeyen soğuklardan yoksulluğun anlamını, paylaşımı, sorumluluğu öğrendiğim, vicdan ve adalet duygumun çok farklı insan grupları ve kültürler içinde büyümemden köklendiği yadsınamaz.

Hiçbir çocuk yazar olacağının bilincinde değildir. Yazarlık; sürekli ama yavaş yavaş dolma, biriktirme, süzme, kaydetme, sorgulama, düzenleme, tartışma, yadsıma, eleme, örnekleme, anlatma, dinleme eylemlerinin günü geldiğinde dile/söze/anlatıya dönüşmesi, yazılması, anlatılması, çığlıklanması ve duyulması için de önce aileye sonrasında sokağa, mahalleye, şehre, bölgeye, ülkeye, dünyaya, insanlığa, kavimlere, tarihe, vicdana ve adalete bağırılması eylemidir.

Yazarlık, ‘ben yazdım, ben dedim oldu’ nun adı değildir. İçinde derin bir sorumluluk, geleceğe uyarı, geçmişten ders, vicdan ve adaletten örneklemeler barındıran ateşten daha yakıcı bir eylemler bütünlüğüdür. Sözün uçtuğunu, yitip gittiğini, unutulduğunu, kanıtlanamaz olduğunu bilenlerin, yazarak sözü yazıyı ölümsüz kılmalarının ve keskin bir sorumlulukla her cümlenin hesabını vermeye hazır olmalarının adıdır. Yazarlık, ateşten gömleğin gönüllü giyilmesi, söz silahının ölümcül silahtan ayrılan ama hem yaşatan hem öldüren yanını dikkatle özümseyen kişilerin ellerini bir ömürce, her koşulda taşın altında tutma gönüllülüğünün de adıdır.

Bu bilinci edinmem uzun sürmemiş olmalı ki, kitap cenneti, yaşamımın hazinesi, kiliseden bozma bir ilkokulda başladığım öğrenim hayatım boyunca hep kitapla, yazmakla, dinlemekle, konuşmakla iç içe bir hayatın yedeğinde yürüdüm.

Kiliseden bozma Gazi İlkokulunun çatı katındaki çile odalarının duvarlarında yer alan raflara öğretmenimin görev vermesi sonucu temizleyerek istiflediğimiz onlarca kitapla tanışmam hayatımın hazinesine kavuşmamdı. Heyecandan deliye dönmüştüm. Kara kış altında, amansız tipi, boran ve sis dolu günlerde, yaşama ve dünyaya kapılarını kapatmış bir şehirde,  her okuduğum kitapla başka bir dünyanın sıcaklığına ağmak, başka ülkelerin insanlarına kavuşmak, bu kahredici yalnızlıktan kaçmak ne demekti bilen var mıydı? Ben biliyordum!

Odalarımızdan hayata, hayattan insanlara akan o mücadele içinde kitaplara sığınan küçük kız çocuğunun bundan daha varsıl bir dünya ve yaşam beklentisi olabilir miydi? Elbette hayır.

Çok sonraları öğrendim o kitapların Köy Enstitüleri için basıldığını, Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç adlı iki kahraman insanın çabalarıyla tüm yurdun okullarına dağıldığını, çeviri denilen kitaplar aracılığıyla dünyayı avuçlarımıza aklımıza soktuğunu, bizden başka dünyalara kapı açtığını, aydınlığı gösterdiğini yıllar yıllar sonra öğrendim. Benim kar ve tipi dolu şehrimde tek güneşimin, ışıltımın o kitaplar olduğunu da öğrendim okudukça ve yürüdükçe hayatın içine.

Bu kardan boğulan kentte esir olan sadece biz çocuklar değildik elbette. Erkekleri kurtaran kahvehaneler yoktu kadınlarımız için. Kadınlar, analarımız da uzun kışın zulmü altındaydı. Okuduğum kitapları iki anneme, bibilerime, çalışanlarımıza, akrabalarıma da okumaya başladım. Okudukça, anlattıkça genişleyen bir dünyanın sıcaklığına yürüyorduk hep birlikte. Sonra kiracılarımızdan, uzak akrabalarımızdan ve isteyen mahalleli kadınlardan oluşan bir sevgi halkasının içinde, dinleyen ve sevgiyle bakan gözlerin ortasında yıllarca dizlerimde kitaplar otururken buldum kendimi. Ortaya herkesin göreceği bir yere oturur, kucağımdaki o gecenin kitabı “Leyla ile Mecnun’u”, “Tahir ile Zühre’yi”, “Hayber Kalesi’nin Fethi’ni”, “ Kerbelâ Faciası’nı”, Aslı ile Kerem’i” yani hangisiyse seçilen, bütün gözler üstümde tane tane okurdum.

Karşıma yığılmış tek bir kıpırtı göstermeyen kadın ve çocuklar öylece ağzıma,    gözlerime bakardı. Coşkuyla akan satırlar, paragraflar içinde koşarken bazen buğulanan sesimle bazen heyecanla kabaran coşkulu cümlelerimle olayları yaşatır ve heyecanı hep diri tutardım. O sessizliğin içinden kimi zaman hıçkırıklar, kimi zaman burun çekme sesleri, kimi zaman da ‘azıcık ara ver helâk olduk’ dilekleri yükselirdi. Çocuklar şaşırarak, burkularak hatta ağlamaklı bakarlardı okunanlara hıçkırıklarla karşılık veren annelerinin yüzüne. Bir tiyatro sanatçısının süreye ve sahneye bağlı kalması edasıyla amatörce başladığım okuma seanslarını profesyonelce bitirmeye ant içmişçesine bitirmeden bırakmazdım kitabı. Arkası yarın yoktu okumalarımda çünkü yarına değin okuduklarımın unutulacağını, etkinin azalacağını düşünürdüm. Haklı mıydım bilmiyorum. Bildiğim, hemen her gece okumamı isteyen bu okuma yazma bilmeyen kadınların dünyayı duymak isteklerinin coşkulu çağrısıydı.

Şanslıydım evet hem de çok şanslıydım. İki annem de okuma yazma hatta saati dahi bilmezken okumamıza derin bir saygıyla, gönüllülükle olanak sunmaları, özverili davranmaları, kendilerini adamaları şans değil de neydi?

Kız çocuklarının, kadınların derin bir taassup ve cahillikle ev dışına çıkarılmadığı, din ve toplum baskısıyla her şeyin dedikodu dolu kontrollerle sağlandığı bir zaman diliminde bütün bunları yok sayan ve sözü sadece aile içinde değil bütün sülalede yasa olarak kabul gören bir babanın kızıydım. Babam, o muhteşem adam, her gün yüksek sesle Pir Sultan’dan, Kazak Abdal’dan, Karacaoğlan’dan, Dadaloğlu’ndan, Hayyam’dan dizeler, dörtlükler, beyitler, rubailer okurdu. Ben de bir teyp gibi bilemeden, anlamlandıramadan sadece babam okuduğu için hayranlıkla dinleyip ezberler, içime yerleştirirdim. Birinci sınıfta öğretmenimin ‘ezbere şiir bilen var mı?’ sorusuna ateşli parmak kaldırışım ve sadece beş buçuk yaşındayken, şaşkın bakışlar altında okuduğum on bir kıtalık Kazak Abdal’ın ‘Pire Destanı’ da yürek yolumdan belleğime akanlardan sadece biriydi.

Canlı bir tarihin dilinden; acısıyla, göçüyle, kıtlığıyla, kanı ve zulmüyle dinlerdim toprağımın, kentimin, ülkemin ve dünyanın tarihini, halkların yaşadıklarını.  Çok okurdu babam. Çocuğu bile saygıyla dinlerdi. Anlattıkları değerliydi çünkü boşa konuşmazdı. Her cümlesi kuyum terazisinden dökülürdü belleğime. “Karşındaki ben bile olsam haklıysan diren, baş eğme, zalime karşı mazlumu ve kendini koru, hakkını ara, pes etme, zalim olma, doğrudan şaşma, vicdanlı ol, hak yeme, insan ol, eline beline diline özüne sahip çık!” derdi, derdi… ve yaşadıklarıyla, yaşattıklarıyla, gördüklerimiz ve örneklediklerimizle o bu üstün değerlerin hepsinin gözesi, kaynağıydı…

Anlattıklarıyla, okuduklarıyla, okumuş da anlamamış gibi davranarak bana anlattırdıklarıyla, duyduklarının aslını benden öğrenme dileğiyle kulaklarımı ve gözlerimi, belleğimi ve bilincimi hep diri tutmamı sağlayarak insanlaşmamı köklendiren o çınara ne çok şey borçluyum. Şimdi kabaran yüreğim göğsüme sığmıyorsa onun, iki annemin ve o unutulmaz hayatın döktüklerini toplamaktan.

Bütün bunları anlatmamın temel nedeni,  yazarlık eyleminin birkaç aylık bir serüvenle gerçekleştirilemeyeceği, üç beş kitap okuyarak benzer olayları kopyalayarak kopart yapıştır yaparak roman öykü uydurarak yazar olunamayacağına, dize benzetmeleriyle sözcük yeri değiştirerek yeni dize kurgulamakla şair olunamayacağına, yazarlığın/ şairliğin bir biriktirme ve boşaltma eylemi olduğuna, dile, kültüre, insana, hayata, dünya kültürlerine, tarihe, tüm disiplinlere dayalı bir üst disiplin olduğuna dikkat çekmek içindir. Yazarlığın / şairliğin olmazsa olmazı budur.

Çocukluğumdan başlayıp bugüne dek uzanan şiir tutkum ve okuma serüvenim, sonrasında yazmaya sığınmam içimdekileri boşaltmamın en kutlu aracı olarak yaşamım boyunca hep yanımda, yanı başımda oldu. İlk şiirim Kıbrıs Bayrak Radyosu’nda, Şiir Saati Programı’nın kırık Türkçeli spikeri tarafından okunup ayın şiiri seçilerek yüz lira ödüle değer görüldüğünde yıl 1971’di ve çiçeği burnunda bir öğretmen olarak Silifke Seydili Köyü’nde, Toroslar’ın karlı ormanlarında Yörük göçerlerinin arasındaydım.

Sadece yazılmış on beş şiiri olan, yeni yetme, heveskâr, çiçeği burnunda bir köy öğretmeni için olağanüstü bir gelişmeydi bu ve şiir; ruhumu, usumu, yüreğimi işgale başlamıştı bile. Sonrasında şiir ve yazma eylemi soluğuma yapışarak yüreğimin kapılarını zorlayan, hep ama hep ben buradayım diye bağırarak yaşamımı ele geçiren tek yaşam kaynağım olmayı sürdürdü.

Silifke, Erzurum, İstanbul’da, kadın öğretmen çalışamaz raporlu dağ köylerinde, varoşlarda, göçmen barakalarında, il merkezlerindeki en lüks okullarda görev yaptım. Şiir hep yanımda, dilimde, aklımda, kalbimde köklendi, dal budak saldı, yaprak çiçek verdi, kurudu yaprak döktü ama hep can damarımı besledi durdu.

Öğretmenliğim boyunca dağ köylerinde de devasa kentlerde de tanıklığına koştuğum olaylar, insanla yüzleşmemi vicdan ve adalet arayışımı şiire, yazılarıma doldurarak ışıldak gibi yolumu ve dilimi aydınlığa taşıdı. Sömürünün her çeşidiyle yüzleştim, piştim, hamlığımdan arındım, insanlaşmanın doruğunu, erdemin vazgeçilemezliğini, büyük kentlerin değersizlikleriyle değerler tartan düzenini kavradım, sorguladım. Yazdım, hep yazdım!

Dizelere döktüm, hep dizelerle sorgular büyüttüm!

Şair ve yazar olmak bence buydu!

Halkımın yoksulluğunu, sömürülüşünü, karanlıklara sürülüşünü, dünyanın gözü önünde yitirdiklerini bir türlü bulamayışını, cehalete, taassuba, karanlığa itilişini, açlığın zulmün işkencenin zorbalığını, hak arayışın vazgeçilmezliğini, boğazına yapışan halatı yerle bir edebileceğinin umudunu cesaretini duyumsatmak sorgulatmak, söylemekti, bağırmak, çığlıklandırmaktı yazarlık!

Hâlâ kalemimi defterimi, dilimde dönen sözcüklerin doruğuna ermeyi, insanın dil din ırk renk coğrafya olmaksızın insan olduğunu, etiğin hayat demek olduğunu anlamak ve anlatmanın peşindeyim. Oysaki 51 yıldır kalem elimde, insan dilimde… Hâlâ, yarım asırdır yazar olabilmenin, doğruyu hakkı adaleti yazabilmenin duyurabilmenin peşindeyim. Kalemin sözü susmadan benim susmayacağım artık hayatımın gerçeği! Ne iyi ki, ne mutlu ki bu böyle!

Hemen her yazarı besleyen kendi toprağı, kendi insanı, coğrafyasıdır elbette. Toprak sadece sebzesi meyvesiyle, tahılı ürünüyle beslemez üstündeki insanı. Çevre toprak insan etkileşim duyarlığı yazarın en değerli beslenme kaynaklarındandır.

İçinde yaşadığımız topraklar yani Anadolu tarihsel ve kültürel anlamda bir hazine. Toplumsal siyasal ekonomik çalkalanmaları, çok kültürlülüğü, etnik parçalanmalar, tarihi yıkımlar, imparatorluklar, antik çağdan günümüze beslediği yok edip var ettiği nice uygarlıklar ve onların öyküleriyle tartışılamayacak denli kutlu, kadim ve muhteşem. O nedenle bir yazar için yazdıklarını bu damardan beslemek büyük şans. Huzurlu sessiz, sıkıntısız, çalkalanmayan bir toprak ve toplumdan hangi malzeme çıkar ya da ne bulup ne yazar yazıcılar. Oysaki bizim için ana memesi kadar, doyurucu ve verici bu topraklar. O nedenle şiirimizi besleyen ana damarlardan biri de gelenek görenek folklor ve halkın belleği. Ben şiirimin ve diğer ürünlerimin belleğini halktan gelen sesle doldurmayı ve halktan, dolayısıyla topraktan kopmamayı yeğliyorum ne ki yontulmamış kaba ve çağdışı bir söylemi salt halkın sesinden kopmuştur diye de benimsemiyorum. Sanatın estetik ve nitelik yönünü besleyen sesin benim sesime, denk düşmesi önemli. O nedenle Yunus’u, Pir Sultan’ı, Karacaoğlan’ı, Veysel’i, Nâzım’ı, Gökçe’yi, Arif’i, Nâzım’ı, Dinamo’yu, Hasan Hüseyin’i hep aklımda ve yüreğimde yaşatıyorum. Beslendiğim kaynak, halkın sesi!

Dünya edebiyatında da bizde de aynı kanı egemendir. Her yazar yazdığına, ürettiğine kendinden parçalar koyar. Yani kendinden aldıklarıyla, kendini anlatırken, anlatır kahramanlarını. Sadece kurgulanan yaşamların örgüsü ve yol alışı farklılık gösterir. Aziz Nesin “Benim Delilerim” adlı kitabında “Benim aslında onlarda seyrettiğim ya da onlarda yaşayan kendi deliliğimdi. O nedenle onları yazarken anlatırken kendimi ve kendi deliliğimi de biraz olsun anlattım. “der. Ben de yazdıklarımda fazlaca kendimi, kendimden olanı, yaşamımdan süzdüklerimi anlatırım. Elbette bilinçli bir seçimdir bu. Biliyorum ki, benim şiirlerimi, yazdıklarımı ören gerçeklerdir. Düşsel fantastik kurgulamalar dışında yazılanlar insan acılarıdır, yoksulluk, savaş, kan, kin, değersizlik, yitimler, töre kıskacı, geleneklerin kıyıcılığı, çocuk gelinler, kadın cinayetleri, dize düşmüş insan, kumalık kurumu, varoşlar, etini satan kadınlar, ölüm oruçları, faili meçhuller, ülkemin kan kokan yüzü, dünya halklarının sesi ve ah’ı kulağıma yığılanlar ve onların yanında olma çabam…

Bütün bunlar bilincimi ve dünya insanı olma sorumluluğumu pekiştiren kavramlar. Şair /yazar bu günden geleceği, sokağından tüm dünya topraklarını, giyindiğinden dünya çıplaklarını, lokmasından dünya açlarını duyumsamak ve görmek zorundadır. Kuş tüyü döşekte yatan biri işkence altındaki mahkûmu, evsizi, köprü altı çilekeşlerini yazamaz. O acıyı, sızıyı, tükenmenin çığlığını duyumsamadan yazmak inandırıcı değildir. İnandırıcılığını yitiren her yazılı kâğıt edebiyatın, tarihin ve zamanın çöplüğüne savrulmaya mahkûmdur.

Kitaplarımı oluştururken, öncelikle anlatacaklarımın kurgusunu, çatısını çatarım, kahramanlarım o kurguyu ören direklerdir. Neyi anlatacaksam, yani onların ağzından neyi dökeceksem okurumun belleğine, onunla ilgili uzun okumalar, araştırmalar yaparım. Sancılı, zorlu, gergin bir süreçtir. Sadece topraklarımda değil bütün dünya coğrafyalarında anlatılanları duymak isterim. Bazen o denli yazdıklarımın içine girerim ki zaman ve mekân karıştırabilirim.

Geleceğimiz olan çocuklar için yazmanınsa ayrı bir tadı ve neşesi olduğunu bilerek onları aydınlık bir ülke ve dünya için umutla bilim ve aydınlıkla beslemenin yolunun kitaplar olduğu gerçeğini sorumlulukla harmanlayarak yazarım.

Çocuk kitapları ile yetişkinler için yazmak çok farklı çok başka sorumluluklar içermekte olsa da vazgeçmediğim tek şey dildir. Dilden ve doğru kullanımından asla ödün vermem. Bu anlamda eleştiririm, eleştiriye de açığım. Türkçenin bütün olanaklarını kullanarak yerel ve evrenseli buluşturmak dilin bütün varsıllıklarını yazıya dökmek bilgi, birikim ve çok okumayı gerekli kılar ki bunun da bilincindeyim ve sürekli sözlük, yazım kılavuzu ve ilgili kaynakları taramayı görev bilirim.

Yazdıklarımla; yetişkinlere, yaşamın ince ve kalın kesiciliğinde yürüyenleri - ki  hepimiziz- çocuklara da bugünün, yarının, geleceğin  ince ve kalın kesiciliğinde yürürken kesilmemeleri için ne yapmaları gerektiğini anlatırım.

Yazmak için saat, gün, belli bir süreç belirlemem. Ancak düzenli okuma saatlerimden ödün vermemeye özen gösteririm. Yazarken yoğunlaşırım. Saatlerce yazarım ve kendimi tüketmiş olarak enerjim dibe vurmuş olarak kalkarım. Bu doğru bir çalışma şekli olmasa da benim ruh hâlim böyle. Şiire yoğunlaştığım günlerde hastayımdır. İştahım kesilir, su içmeyi bile unuturum. Uykularım düzensiz ve yorgunluğum üst düzeydedir. Her şiir kendini düzene soktukça ve beni huzura çektikçe sakinleşirim ve kitaplaştığı dönemlerde kaygı, iç sıkıntısı ve dağınıklık bazen çığırından çıkar. Asla parça parça yazarak çalışamam. Bir paragrafı kaldığım yerden tamamlamak için aynı ruh hali ve yazma üretkenliğine girebilmem günler ve saatler sürebilir. Bir şiirin tamamı bir çırpıda yazdırabilir kendini. Bazen bir dize takılır dilime aylarca çırpınır yanına tek bir dize yaklaştırmaz. Bazen her yazdığımı acımazsızca yıkar yeniden yaratırım şiirimi. Bu parçalanmalar ve yeniden yapıştırmalar şiir çalışmalarım sırasında olur ve çok gergin, kendini kıyan bir döneme sokar duygularımı. Şiirlerimin üstünde uzun saatlerce ve günlerce çalışırım.  Benden kaçan ve kurtulan şiirlerdir kitaplardakiler.

Öykülerimse, daha çok ruhsal rahatlamamı, şiirlerimdeki yoğun duygu sıkışıklığından çalkalanmalarımdan kaçışımı, sözün geniş ovasında istediğim gibi ipini koparan yılkı atı örneği koşmamı sağlayan gönlümce yol alan yazı çalışmalarımdır. Bu cümlemden öykülerimde bir başıboşluğun egemen olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü edebiyatın bir dalı olan öyküler için de edebiyatın, estetiğin, yazım kurallarının, dil kurallarının tamamı geçerli olup sadece şiirdeki iç matematiğin gemlerinin yazarın eline geçmesi ve özgürce koşan o küheylana yol verebilme şansının yazarın iradesinde ve keyfince olmasıdır.

İnceleme ve araştırma kitaplarım ise uzun upuzun zamanların araştırmaların toplamaların biriktirmelerin, bilgi belge karşılaştırmaların, o konu hakkında kaynak taramaların ve sürekli beynimin yüreğimin o konu ile ilgili kıskaç altında oluşunun yazıya dökülüşüdür. “19 Aralık 1978 / Maraş’tan Bir Haber Geldi” Maraş Olaylarının / Katliamının belgelerle, ağıtlarla anlatımı ve gene “19 Aralık 1978 / Maraş’ta Kan Sesleri” adlı kitabım ise aynı olayların ‘tanık ifadeleri ve olayların mağdurlarının ağzından anlatımı, medyadaki belgelerle’ ilgilidir. Çok büyük sorumlulukla toplanan resmi belgelerin çok acılı ve sancılı bir yazım süreciyle, ruhsal yıkımlarla ortaya getirilmiş, kitaplaştırılmış hâlidir.

“2 Temmuz 1993 / YAK! YAK! YAK! / SİVAS KATLİAMI” adlı araştırma- belge kitabım ise gene resmi belgeler, mahkeme tutanakları, mağdurların ve yetkili kurumların raporlarından oluşmuş, tarihe, belleğe iz düşme kitabı olarak okunmalıdır. Her üç kitap da adaletin olmadığı bir ülkede vicdanlara bağırarak, adaleti arama peşindeki mazlumların sesidir ve sesi olmayı sürdürecektir. Tarihin vicdanına, belleğine, insanlığın yüreğine gönderilmiş kitaplardır. Yakın tarihimizin yakıcı üç çığlığıdır.

Edebiyat denemelerim, kitap eleştirilerim, okuduklarımla ilgili düşünce, yorum ve anlatılarımın temel yazım nedeni ise okura arkadaşlık etmek, okurun arkadaşlığına ışıldak olmak, edebiyatın belleğine not düşmek, geleceğe mum yakmak ve insan dili ile yüreğinde kardeşliği barışı buluşturmayı gerçekleştirmek içindir. Dilerim boşa kürek çekmiyorumdur.

(Bu başlığın oluşturulmasında F. Hüsnü Dağlarca’nın “Yapıtlarımla Konuşmalarım”ı etkili olmuştur.)

“S/ÖZÜN İZİ” adlı kitabımda benim için yazılanları yani okurlarımın, yazarların, eleştirmenlerin, kitap tanıtımı yapan yazar arkadaşlarımın yazılarını bir bölümde topladığım gibi benim de okuduğum kitaplar için yazdıklarımı bir başka bölümde toplamıştım. Söyleşilerimi ve bazı deneme yazılarımı da ekleyerek oldukça oylumlu bu kitapla artık dünyaya söz düşürmenin ve kalıcı bir kitapla da bu işi sağlamlaştırmanın yolunu buldum sanmıştım.

Oysaki o günden bu güne yıllar geçti, söz bitmedi! Edebiyatın varsıl göğü altında soluğum sürdükçe de bitmeyeceği kesin. Sözün biriktiği onlarca kitap daha gelip yüreğimin kapısına dayandı. Hepsini başım gözüm üstüne koyup onurla zevkle kabullendim ve elbette her biriyle farklı duygular, aşklar, acılar, olaylar, sorumluluklar geliştirerek yolculuğumuzu sürdürdüm.

Kitaplarımla ilgili benim içim kaynar kazan! Kitaplarımla çok konuştuğum, çok dertleştiğim, çok ağlayıp çok güldüğüm, çok geceler sayfaları, cümleleri, dizeleri arasında uykusuz saat saydığım sır değil! Onlar beni yarattı belki ama ben de onlara can verdim, soluk verdim, yürek verdim, cesaret onur verdim! Kafa tutmayı öğrettim muktedire. Sonra mazlumun elinden tutmayı… Kederin umuda yenilmesini, gözyaşını kahkahayla yıkamanın iradesini süzdürdüm dizelerimden. Sonra onların bana duyurmak istediklerinden koca bir çığlık yapıp dik durmanın erdemli çığlığıyla girdim yol aldım, direndim, gönüllü oldum edebiyat denilen ‘ zalim-muktedir-kaypak-ezici-yok sayıcı- güçlünün nefesiyle yol alan o heyula geminin kamaralarından, lombozlarından birinden dünyaya bakmaya.

Her yazarın kitaplarını yazarken hemen her cümleyle, paragrafla, izleğin bütünüyle, kişilerle ayrı ayrı hesaplaşmalar içinden geçtiğini, dertleştiğini, kavga ettiğini, yazma eylemi içindeki hükmünü sürdürebilme mücadelesinde olduğunu, yazan herkes bilir. O nedenle benim de hemen bütün kitaplarımla ele verdiğim ya da gizlerini içimde tuttuğum özel söyleşmelerimiz elbette vardır. Ne ki kişiyi ölümsüzlüğe taşıyan kitapların aynı zamanda kişiyi ölüme götürdüğü de bilinmekte. Yazar şair intiharları bence kitaplarla, yazılanlarla, atılamayan iç konuşmalarla, söyleşmelerin çaresizliğe dayanmasıyla, bitiril(e))memesi sonucudur. O nedenle yazılan ve okura sunulan her kitabın artık yazarının olmadığı bütün okurların olduğu fikrini daha gerçekçi ve anlamlı bulurum.

Kitaplarımla dertleşmemi, konuşmamı yazmak yerine, kitaplarımı okuruma anlatmaya soyunmam daha anlamlı olur düşüncesindeyim. Öğretmenliğimle, anneliğimle, iki çocuğumun sorumluluğuyla örülü o gençlik dolu yıllarda şiir sadece şiirle soluk alıyordum desem yeridir.

İlk kitabım1990 yılında “U DÖNÜŞ YOK” adıyla edebiyatın ilk tacını giydi. Bu ilk kitap, Şair Şemsi Belli’nin İstanbul Suadiye’de çıkarmakta olduğu Şiir Defteri Dergisi çalışmaları arasında şekillendi ve basıldı. Aşkın, kadın olmanın, direnç ve başkaldırının lirik şiirleriyle örülü bir ferahlama, soluklanma kitabıdır. Peşinden 1993’te “BİR GECE ŞARKISI” aşklar, ayrılıklar, umutlar, yıkımlar, kadınlar ve çocuklar üstünden yaşamın her yüzünü sorgulayan şiirlerle örülerek çıkageldi. Şiirin kutlu yolculuğuna can adarcasına, soluk soluğa bir şiir takipçiliği başlatan şiirlerim, sanat ve edebiyat dergilerinde görülmeye, çeşitli yazı ve tanıtımlarla duyurulmaya ve hak ettiği yere doğru yönelmeye başladı. 1996’da “FOTOKOPUK DÜŞLER” le aynı yolculuk umuda, sevgi ve barışa doğru, daha bilinçli okuma ve yazmaya yönelerek edebiyatın derinliklerine doğru sürdü. 2000’de “SİM” adlı dördüncü şiir kitabım okurla buluştu. Şiirlerimle ne iyi ki sanatçının / şairin ‘insan olarak’ dünyayı, düzeni, çağı anlamasının ve bu algılayışından doğan sorumluluklarının şiire yansıması, bütün keskinliğiyle okurla buluşabildi. Şiirlerimdeki evrensel değer ve değersizliklerin insan, özellikle de kadın üstünden nasıl bir konumlamayla gündelik yaşama sızdırıldığının ipuçlarını vermeye çalışmış ve bu amacın peşinden gitmeye çabalamıştım. Keskin ve cesur bir dille, seslenişimdeki netlikle, taraf olduğum her kavrama kahramanca sahip çıkarak yazmanın peşindeydim.

2002’de “ YİTTİĞİM ÜLKEM” on yedi bölümden oluşan ve “Kansız topraklar ararken coğrafyamın yüzünde” üst ortak başlığıyla sürüp giden bu ırmak şiirler, Anadolu’dan Trakya’ya, Mezopotamya’dan tarihin kutlu ve kadim topraklarına, kan, töre, kıyım, siyasi erk zulmü ve talan tarihinden yaprakları aralayarak seslenir. Kitapta yer alan diğer şiirlerimle de dünyanın her avuç toprağından fışkıran insan canı üstündeki kıyıcı emperyalist gücü, dinin, sömürünün ve savaşların gelip dayandığı vahşeti; “Filistinli anaların, Yahudi çocukların, recm edilen kadınların, Hiroşima, Auschwitz, Gulağ Kampları’nın çığlığıyla, şiirin sindirilemez sesiyle haykırır.

2005’te basılan “GÜL KIRIĞI” adlı şiir kitabım büyük sorgulamalarla doludur. “Ateş kanatlı baykuşlar tünedi sesimize / ey insanlar / sustunuz bir ölüm gibi / bunca IRAK mıydık yüreğinize…” dizeleriyle açtığım bölümde; Irak işgalinin, emperyalist güçlerin hırsız kanlı katil yüzünün, kıyım ve vahşetin, dünya uluslarının gözüne baka baka yayılan insanlık dışı uygulamaların, bilinmesi duyulması için şiirin köz sesiyle haykırışım sayfalardan dünyanın kulağına ulaşması dileğim egemendir ve bu duygu edebiyattaki duruşumun da ifadesidir, ölümsüzdür.

2011’de “TÖKEZLEME TAŞLARI” adlı şiir kitabımda şair Bilsen BAŞARAN olarak, erk’in ülkemizde ve dünyada ayakucumuza döşediği zulmün, kıyımın ve insan yıkımının dinamitlerini görmemenin, bir vicdan sorunu olduğunu vurgulamaya çalıştım. Kan kokan bir ülkede; faşizmin, katliamın, yoksulluğun, iç savaşın yaşamımıza dayattıklarını görmemenin vicdansızlığını haykırarak “Ayakucunuza döşenmiş ama görmemekte direnip sahte bir dirençle yok saydığınız binlerce ‘Tökezleme Taşları’nı gene yok sayacaksanız, dünyanın bütün mazlum, masum, güçsüz, ezilen halklarının yaşadıkları karşısında susup hâlâ ayakkabılarınıza bakmayı sürdürecekseniz…!? ‘Vicdan insanın içindeki tanrıdır.’diyor Victor Hugo.” tümcesiyle insan olmanın terazisini, ölçmeyi tartmayı unutanların eline tutuşturmak istedim. Şiirlerdeki ana izleğin faili meçhuller, kıyım ve katliamlar, direnç kahramanları olması rastlantı değil, bilinçli bir haykırışın göstergesidir.

2012 ‘de “ÇEKİLMEMİŞ HAYAT FOTOĞRAFLARI” adlı şiir kitabımda kadın duyarlığının yaşamın dişlilerine takılan yanını gene insan olmanın direnci ve başkaldırısıyla anlatmaya çalıştım. Şairin ruhundan başlayan parçalanmanın, toplumsal bir parçalanmanın salt kadına dayatılan yanı olarak görünüp netleşmesine tanıklık eden dizelerle ördüm kitabımı. Aşkın ölüme bakan yüzünden adı yaşamak olan büyük kuşatmaya geçişte çekilmesi hep ötelenen fotoğrafların, ya da çekilip sahipsiz bırakılan ve sahaf kutularında ölüme terk edilen zamanın sesi fotoğrafların öyküsünü, insan yanımızı desenleyen renklerle şiire sokmaya çabaladım.

2017’de “KÖZ FIRTINASI” adlı şiir kitabım basıldığında sadece ülkemde değil tüm dünyada insanlık çığırından çıkmış, zulüm dizginlenemez bir hızla zirveye oturmuş ve yanı başımızdaki coğrafyalarda kan ve savaşın ateşi halkları kavurmayı rutinleştirmişti artık. Aylan bebeğin sızı körükleyen bedeni kıyıya vurmuş, patlayan bombalar Ankara’dan tüm ülkeye ölüm serpmiş, koca bir ülkenin terörle kavrulması çığırından çıkmıştı. Bu kederli günlerin isyan şiirleridir Köz Fırtınası’ndakiler.

“Şiir şairinin parmak izidir.”(B.Başaran) demem, parmak izinin suçluyu ele verme ya da cezadan kurtarma eyleminin baş tanığı ve ölümsüz delili olduğunu, şiir yazan her şairin yazdıklarına kendi mührünü bastığını, parmak izi kadar değerli bir mühürle sözü özdeşleştirdiğini ve yazdığımız her dizenin kaçacak delik bırakmayacak denli biz olduğumuzu, sorumluluğumuzun sonsuzca olduğunu anlatmak içindir.

Şair zaman ve mekân değişse de yazdıklarından savunduklarından sorumludur. Parmağındaki izden nasıl kurtulma şansı yoksa kazıtamıyorsa, yazdıkları da onun etinin kemiğinin dilinin hayatının savunduklarının düşündüklerinin izidir, kendisidir, yansımasıdır. Yazar/şair bu bilinçle yazmak ve geleceğe iz düşürmek zorundadır.

Elbette şiirin susmayacağı ve sesini daha da gür duyumsatacağı günlerden geçmekte olduğumuz sır değil. Şiirin yanına yerleşen başka kitaplarımsa anılmayı ve okuruna anımsatılmayı hak eden kitaplar kuşkusuz.

Öğretmenliğim boyunca gözlemlediğim çocuk yazınındaki, dil, yazım ve anlatım bozukluklarına, seviye uygunsuzluklarına, yazım yanlışlarına, pedagojik- psikolojik çarpıklıklara ve eskimiş düşünce ve uyutma metotlarına daha fazla dayanamayarak çocuklar için de yazmaya karara vermiştim. Bu çabamın nedeni denize, gecikmeden birkaç denizyıldızı daha atabilmek içindi. Çocuklara ulaşmadaki amacım ve ardından gelen başarı, şiirle çocuk yazınını bir arada sürdürmeme enerji sağladığı gibi anne ve öğretmen olmamdaki ürün, gözlem, deney, izlenim bolluğunu da kitaplarıma aktarmamı sağladı.

İlk çocuk kitabım “YAŞAMI TARTAN TERAZİ” Kültür Bakanlığı Yayınlarınca basıldı ve ödüllü bir kitap olarak çok ses getirerek cesaret ve sorumluluğumu artırdı. Doğa, insan, doğal denge üstünden masalsı, fantastik, yer yer kurgu ve gerçek olaylarla örülü bir anlatımla örülen bu kitapla yaşamımızı tartan terazinin kefelerinden biriyle oynamanın nelere mal olacağı çocuk okura anlatıldı.

“DÜŞ ÇOCUKLARI” (2002 yılı)adlı çocuk öykümde ırk, renk, cinsiyet, din, dil, coğrafya, fiziksel güzellik ve çirkinlikler gözetilmeksizin sadece ‘insan’ olduğu için sevilmesi ve korunması gerekli, önemli ve şart olan bir anlayış, masalsı, fantastik bir öyküleme ile anlatılır ve yeryüzündeki her canlının yaşam hakkı olduğu gerçeği anımsatılır. Sadece çocuklar için değil yetişkinler için de sindirilmesi gereken öz değerlerdir bunlar.

“BENEKLİ TURGUT” adlı çocuk romanımda ise Doğu’da bir dağ köyünde doğanın ve yaşamın en ağır koşullarında okuma mücadelesi veren bir çocuğun öğretmeni, ailesi ve çevresiyle olan iletişimi, kentli çocuklara anlatılarak, bilinç düzeylerinin yükseltilmesi, koşulların farklılığına dikkat çekilerek okumanın önemi vurgulanmak istenir.

“KÜÇÜK YILDIZ TOHUMLARI” ve “HOROZ ŞEKERİ” adlı şiir kitaplarımda topladığım çocuklar için yazılmış şiirlerle, onları hamaset kokan, bol nakaratlı, el kol sallamalı şiirlerden biraz olsun uzaklaştırarak evrensel değerlere dikkat çekmek istedim. Bu şiirlerde izlek olarak; emek, barış, sevgi, doğa, paylaşım, vatan, aile, toplumsal değerler, dayanışma, dil, ulus kavramları başat kavramlardır. Şiiri sevdirmek, ağdalı, anlaşılmaz dörtlüklerden kurtulmuş çağdaş şiirin kapısını aralayıp, beğeni düzeylerini yükseltmek hedefiyle yazılmış şiirlerdir.

“KANATLI GÜNLER” adlı çocuk romanımda İstanbul’da yaşanan deprem nedeniyle Urfa’daki akrabalarına geçici de olsa konuk giden farklı coğrafya, farklı kültür ve yaşamların tatlı didişmeleri ve uyuşmaları üstünden önce sıkıntılı sonra tadından yenmez ilişkilere yol açan bir yaşamı, çocuklar üstünden anlatmaya çalıştım. Ereğim coğrafyalar değişse de değişmeyen insan ilişkilerini belli etik değerleriyle çocuklara sezdirmekti. Kitapta yitip gitmekte olan önemli bir el sanatı ve gelir kaynağı olan ‘keçe ve keçecilik sanatı’ da tarihsel ve kültürel değişimleriyle, tarihi mekânlar ve kültürler içindeki yol alışlarıyla çocuklara tanıtıldı. Bu yanıyla kitap, ülkenin bir parçasının bütün bilinmeyenlerini, batının hiçbir şeyden haberi olmayan çocuklarına duyumsatmanın oyununu oynatarak öğretiyor. Bu kitapta çocuklara; bütün ülkenin hepimizin olduğunu, farklı kültür, dil, din ve yaşamların da saygıyı hak ettiğini, ötekileştirmenin tehlikelerini, önyargılardan kurtulmanın yolunun tanımak, sevmek ve saygı göstermekten geçtiğini bir kez daha anımsatmayı görev bildim.

“AH ELMACIK VAH ELMACIK”, “HUYSUZ TUTU”, “YALANCI MASAL” adlı çocuk kitaplarım da çocuklarımıza doğayı, üstündeki börtü böceği diğer canlıları, doğadaki yaşamın inceliklerini ve insan sevgisinin vazgeçilmezliğini anlatmaktadır. Bütün yazdıklarımdaki ana erek, güzel dilimizi sevdirmek, dünyanın ve ülkemizin çağdaş bilim ışığında gelişme ve ilerlemesini sezdirmek, laik demokratik eşitlikçi bir yönetimi savunmak, etik değerlerin vazgeçilmezliğini anlatmaktır.

Bunların dışında yetişkinler için yazdığım öykü kitaplarım “KÜL KADINLAR GÜNCESİ” ve “DUDAK UYKUSU” her yaştan, her konumdan, her katmandan kadının yaşadığı toplumsal yıkımların, cinsel ve toplumsal şiddetin kadın üstündeki kıyıcılığının anlatıldığı öykülerle örülmüştür. Kadın olmanın ağırlığı altında ezilen yüreklerin kimsesizliğine ışık tutan ve sağaltılması zorunlu toplumsal yaraların,  kadının penceresinden görüntüsü verilen, günümüz ülke gerçeklerine, duyulmamakta direnilen sorulara yanıt arayan öyküler toplamıdır. Parçalanmışlığın ve kıyımın sesinin, erkek egemen bir ülkenin /dünyanın sesi altında ezilmesine ve duyulmamasına başkaldırı olarak gür bir varoluşla, çığlıkla, dirençle gerçeklikler içine yerleştirilerek verilmiştir.

İkinci sorunuzda sözünü ettiğim gibi “araştırma inceleme belgelere” dayalı çalışmalarımdan “ TARİH: 19 ARALIK 1978 / MARAŞ’TAN BİR HABER GELDİ” ile “19 ARALIK 1978 / MARAŞ’TA KAN SESLERİ” adlı kitaplarım ‘siyasal-tarihsel- toplumsal belge’ niteliğindedir.

‘Askeri savcılık ve mahkeme tutanakları’ üstünden, üç buçuk yıllık bir araştırma, canlı tarih çalışması, bölge inceleme ve gazete arşiv taraması sonucu oluşturulan bu kitapta, siyasi tarihimizin bir dönemine tanıklık eden olaylar, belgeler, fotoğraflar ve olayları yaşayanların anlatımıyla “Maraş’ta gerçekleştirilen Alevi Katliamı” anlatılmakta olup Türk edebiyatında bir ilk çalışma olarak ‘ olaylar ağıtlaştırılarak ve dilsel bir anlatı şöleniyle şiirleştirilerek’ okurun vicdanına akıtılmaktadır. Şiirin anlatı gücü ve yazarın deyimiyle ‘İstedim ki unutulmasın Maraş / Maraş’taki kıyım / Maraş’taki sonsuz acı unutulmasın!’dileği ve direnciyle yazılmıştır.

“2 Temmuz 1993 / YAK! YAK! YAK! / SİVAS KATLİAMI” (2021) başlıklı kitabımda ise yakın tarihimizin utanç veren sayfalarından biri, Sivas Madımak Oteli’nde yakılan aydınlarımızın yaşadıkları, yitirdiklerimiz, olaylar, sonuçları ‘resmi belgeler, mahkeme tutanakları, olay yeri inceleme raporları, morg raporları, medyaya yansımaları’ ele alınarak bu ve benzeri olayların neden niçinleri toplumsal, hukuki, siyasi boyutlarıyla incelenmiş ve kitaplaştırılmıştır.

Edebiyatın içinde emek verdiğim 51 yıllık süre elbette türlü çalkalanmalarla, toplama, biriktirme, yazma, anlatma eylemleriyle dolu dopdolu geçti, geçmekte…

Bu dönemde yazdığım denemeleri, edebiyat yazılarını, çeşitli toplantılarda, açık oturum ve panellerde yaptığım konuşmaların metinlerini topladığım farklı zamanlarda basılan üç kaynak kitabımdan da söz etmek isterim.

“SÖZÜN GÜMÜŞ KAPISI”, “ S/ÖZÜN İZİ”, “SÖZ SÖZDE YAŞAR” adlı üçleme de edebiyat içinde yol almak isteyenler, bilinçli okurlar, okumanın anlamını kavramış olanlar ve bilgi arayışı içinde olanlar için önemli başucu kitapları niteliğindedir.

“ANADOLU’NUN BİLGE KARINCASI ZEKİ BÜYÜKTANIR”(2002) başlıklı biyografi kitabım ise bir ilk ve tek çalışma olup değerli yazar Zeki Büyüktanır’ı, edebiyat içindeki emeğini ve toplum içindeki aydınlığını anlatan önemsediğim bir çalışma olarak yazdıklarım içinde başköşededir. Anadolu’nun yoksul, yorgun, umutsuz köylüsünün yaşamındaki değişimlerin (görece olumlu)de bir aynasıdır. Avuçlarımızdan hızla kayıp giden, kirlenen, yiten değerlerimizi, bu değerleri yapıtlarında işleyen, gelecek kuşaklara, çocuklarımıza ulaştırabilmenin heyecanıyla, ileri yaşlarına karşın özveriyle didinen ve direnen yazarlarımızdan hiç olmazsa birinin, çeşitli kırılmaların yarattığı, unutkanlıklar boşluğuna atılmasını engelleme ve anımsatma çabasından doğan bir yapıt olarak sunulmuştur.

Hukukçu Şair Veysel GÜLTAŞ tarafından hazırlanan “BİR ŞAİR, BİR SİS ÇANI: BİLSEN BAŞARAN” adlı biyografi çalışmasında bu 50 yıllık edebiyat çabam dillendirilerek okurlarıma armağan edilmiştir. ( Bilge Yayınevi-Ankara / 2017)

Ayrıca gene hukukçu, Şair Veysel GÜLTAŞ, zamanın akışı içinde okurlarımla buluşmuş 9 şiir kitabımı “DALGAKIRAN / Toplu Şiirleri” başlığı altında oylumlu bir kitapta toplayarak okurlarımla buluşturmuştur. (Bilge Yayınevi- Ankara- 2018)

Bu iki kitap emeklerimin ve çabamın ödüllendirilmesi olarak algılanmalı ve ölümsüzlüğüme konulmuş iki değerli köşe taşı, işaret fişeği olarak okunmalıdır.

Özetlersek  “İnanmadıklarını yazan yazardan aşağı kimse yoktur! / Vardır!.../ İnandıklarını yazmayan!” sözünü ilkelerimin önüne oturtan bir yazar olarak 51 yıldır edebiyatımız içinde soluk soluğa olduğum ve her dizemin, cümlemin, sözümün yani dilimle yüreğimle yazdığım her satırın, okurun eline tutuşturulmuş birer el feneri olarak algılanması için çırpındığım bilinmelidir.

Bu bireysel çırpınış olsa da genelde de her yazarın / şairin dünyanın her yanında olup biten olayların sorumluluğunu duyumsayan, aydın kimliğiyle hemen her kültürü özümsemiş, öğrenip sindirmiş, toplumun kılcal damarlarından haberdar, tarih bilinciyle, insan topluluklarının etkileşimiyle yaşananlardan sonuçlar çıkarabilen biri olması zorunluluktur.

Yazdığı dili bütün olanaklarıyla kullanabilen, kurallarını dil bilinciyle yazdıklarına sindirebilen bir bilgi ve bilinç içinde olması ya da bu uğurda çaba harcıyor olması edebiyatın ön koşuludur. Ülke edebiyatının yanı sıra dünya edebiyatı içinde nelerin olup bittiğini izlemesi, okuması, düşünce üretmesi, etkilenmesi, tartışması, kalemini geliştirmesi, yerelden evrensele adım atabilmenin olmazsa olmazı olarak çok değerlidir. Bu bilinci, aydın olmanın sorumluluğuyla harmanlamaksa hem yazarın hem de kaleminin, yazdıklarının belkemiği olmalıdır.

Filozof Emil Michel Cioran’ın diliyle “Yaptıklarından değil yapamadıklarından pişmanlık duymalı insan.”

Sanırım yapamadıklarımızı yapmak için de önümüzde daha çok sözcük, cümle, dize dolu günler, yıllar var. Yaşama dair umudumuzu yineleyelim bir kez daha. Bu umutla sizi ve okurlarımı, kitaplarımın içini kuşatan seslenişle ve yazma azminde olduğum her duygumla, selamlıyorum.

17 Eylül 2021 / İzmir


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9679,80%-1,37
  • DOLAR

    32,40% 0,03
  • EURO

    34,46% -0,02
  • GRAM ALTIN

    2487,23% 0,18
  • Ç. ALTIN

    4085,85% 0,00
  • Salı 29.2 ° / 15.4 ° Güneşli
  • Çarşamba 30.5 ° / 16.6 ° Güneşli
  • Perşembe 31.6 ° / 17.1 ° Güneşli