YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: ETHEM BARAN
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 25.11.2021 13:53:00 1211 0

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: ETHEM BARAN

Türkiye'de, yazmak isteyenler nedense hep yabancı edebiyatçıları örnek alıyor, onların deneyimleri üzerinden bir fikir geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda “Yeni Adana’da Düşünce-Sanat ve Toplum”  olarak bir eksikliği giderme çabası içine girdik. Değerli edebiyatçılarımızın katılımıyla kapsamlı bir bellek oluşturmaya çalışacağız. Yazar adaylarına yol gösterici olacağına inanarak… Bu haftaki konuğumuz kıymetli yazarımız Ethem BARAN...

 


Benim yolum çok eskilere, ortaokul yıllarıma uzanıyor. Evimizde ve çevremde bulamadığım kitapları kütüphanede, hayal dahi edemeyeceğim hayatları da kitapların içinde bulunca büyülü bir dünyaya adım attığımı fark ettim. Yemeden içmeden kitap okuyan bir çocuktum. Ressam olmak isteyen, kendince resimler yapan bir çocuk… Öğretmenlerim adımı bilmezdi. Oysa başarılı bir öğrenciydim. İlk kez Türkçe öğretmenimiz çok kitap okuyorum diye beni sınıfta örnek gösterdi ve adımı söyledi. Ben daha da fazla okumaya başladım. Ortaokul ikinci sınıfa geçtiğimizde aynı hocamız bir öykü yazmamızı istedi. Okuduğum kitaplar bende de yazma isteği uyandırıyordu, o büyülü dünyada sadece okuyan değil yazan olarak da kalmak istiyordum ama başlayamıyordum bir türlü. Öykü yazma ödevi o fitili ateşledi ve ben bir defter alıp roman yazmaya başladım. Orhan Kemal'den Bereketli Topraklar Üzerinde, Yaşar Kemal'den  İnce Memed ve hemşehrim olan Abbas Sayar'dan Yılkı Atı, Çelo, Can Şenliği gibi romanları okumuştum. Bu kitaplar çok etkilemişti beni. Çevremdeki insanları, bizim köyleri anlatıyorlardı. Akrabalarımız, komşularımız da o kitaplardaki insanlar gibi konuşuyor, benzer maceraları yaşıyorlardı. Böyle başladım yazmaya. Ödevi teslim etme zamanı geldi. Herkes öyküsünü bitirmiş ve teslim etmişti. Ben yaklaşık 40 sayfa kadar yazdığım romanımı tabii ki bitirememiştim. Sınıfta okuttu yazdıklarımı hocamız. "Bu arkadaşınız ilerde yazar olacak!" dedi. Ama ben ressam olacaktım. O iş ne olacaktı peki? İkisini birden olamaz mıydım? Olurdum tabii. Tıpkı, tutkuyla okuduğum Tarkan ve Karaoğlan'ın yaratıcıları Sezgin Burak ve Suat Yalaz gibi… Yazan-çizen: Ethem Baran… İşte buydu. Oturdum, "Kara Tren" adlı bir çizgi roman hazırladım. Yaz aylarında matbaada çırak olarak çalışıyordum. Çizgi romanımın adını ve tabii yazıp çizenini matbu harflerle yazıp çoğalttım. Çizgi romanımın kapağında, kapak resmiyle birlikte sanki gerçekten basılmış gibi adım soyadım vardı artık. Ne yapacağımı bilemediğim bu şaheserimi öğretmenlerime gösterme cesareti buldum nasıl olduysa. Bir bakacaklarını ve anlayan birilerini mutlaka bulacaklarını söyleyip elimden aldılar. Anlayan biri mi bulunamadı, bakmaya fırsatları mı olmadı yoksa bir çocuğun böylesine boş hayaline gülüp geçtiler mi artık her ne olduysa, kurşun kalemle çizdiğim ve karakterlerin çeşitli açılardan görünüşlerini benzeteceğim diye akla karayı seçerek göz nuru döktüğüm şaheserim kayboldu gitti. İlk verdiğim hocam kime verdiğini hatırlamaya çalıştı uzun süre, o diğerini derken benim çizgi roman sırlara karıştı. Ve ben o sıralar edebiyat dergilerini keşfettim. Şiirler, öyküler, kısa yazılar… Aradığım buydu. Roman yazsam nasıl bastıracaktım, nerede basılırdı, yolları neydi, kimden akıl alacaktım? Kimsenin uğraşmadığı, ilgilenmediği, yakınından bile geçmediği bir işle uğraşmak istiyordum. Böylece öykü yazmaya ve dergilere göndermeye başladım. Orta sondayken bir derginin sanat fidanlığı ya da genç kalemler gibi, okurlardan gelen yazıların değerlendirildiği köşelerden birinde benimle ilgili kısa bir değerlendirme çıktı. Okuduğum yazarların etkisinden çıkmam ve yazmayı sürdürmem konusunda bir değini… Lise boyunca da yazıp göndermeyi sürdürdüm. Resme daha çok ağırlık veriyordum bu arada, çünkü lise 2. sınıftayken desenlerim dergilerde yayınlanmaya başlamıştı. Ve 18 yaşımda, üniversiteye başladığım yıl ilk öyküm çıktı.
Yazmayı seviyordum. Daha doğrusu sanatın içinde olmayı hep sevdim. Bize verilmiş olan dünyanın dışında ya da hemen yanında farklı pek çok dünyanın var olabileceğini, hayal etmenin gücünü, kendi yarattığın dünyada kendi sözünü özgürce söyleyebilmenin mutluluğunu erken yaşlarda keşfettiğimi düşünüyorum.  Küçük bir şehirde doğmuştum, coğrafyamı sanatla genişletiyordum; yoksul bir ailenin çocuğuydum hayatımı sanatla zenginleştiriyordum.
12 Eylül öncesi ve hemen sonrasında üniversite öğrencisiydim, evimden, ailemden uzakta tek başınaydım. O karmaşada tek sığınağım kitaplar ve yazmak oldu. 



Yazmak için özel koşullar aramam. Yazacaklarım zaten her zaman zihnimdedir, benimle birlikte dolaşır. Defter tutmayı severim. Sürekli notlar alırım. Roman için ayrı defter, öyküler için ayrı. Okuduklarım ve alıntılar için ayrı defterler… Bu notların çoğu bir işe yaramaz, herhangi bir metne girme şansı yakalayamayabilir. 
Her güne yazma arzusuyla başlarım. Ama günüm genellikle ve mutlaka okumayla geçer. Az yazarım ama çok okurum. Hatta okumaktan yazmaya fırsat bulamadığım söylenebilir. Yazacağım şey zihnimdeki hazırlıklarını tamamladığında bilgisayar başına oturur ve yazmaya başlarım. Defterlerimi açar, o konuyla ilgili notlarım varsa onlara bakarım. 
Her cümle önemlidir benim için. Her harfin kelime içindeki, her kelimenin cümle içindeki ağırlığına, ses değerine, anlamına, benzerliğine ya da benzemezliğine, ritmine, müziğine bakarım, tek tek tartarım. Doğru olmasının yanında güzel olmasına, derinliğine, sesli okunduğunda kulakta bıraktığı tınıya dikkat ederim. 
Acele etmem. Belli bir tarih belirleyip kendimi sıkıştırmam ama yazıdan kopmamak için de elimden geleni yaparım. 
Bitirince yazar dostlarıma gönderir onların görüşlerini alırım. Eleştiriye açığımdır, hiçbir zaman alınganlık göstermem. Her zaman öğrenmeye çalışırım. Eleştirilere katılmadığımda da bildiğimi okurum.



(Bu başlığın oluşturulmasında F. Hüsnü Dağlarca’nın “Yapıtlarımla Konuşmalarım”ı etkili olmuştur.) 

Kitaplarımla konuşmak aklıma gelmedi bugüne kadar. Aklıma düşen bir konuyu yazmam genellikle uzun zaman sonra gerçekleştiği için bir çırpıda ortaya çıkan kitabım olmadı. Hemen hepsi yıllara yayılan bir süreç sonunda tamamlandı. Ama ilk kitabım Sonrası Ayrılık'ın basılma hikâyesini paylaşabilirim.
Öykülerim beş altı yıldır dergilerde çıkıyordu. On sekiz yaşımda ilk öykümü yayımlamış, yirmili yaşlarımın ortalarına gelmiştim. Elime aldığım her kitaba kendi kitabımı da bir gün böyle elimde tutabilecek miyim diye bakıyordum. Dosyamı hazırlamaya başlamıştım. Yayınevlerine, yazan çizen insanlara uzak, kendi halinde okuyup yazan biriydim. Herhangi bir yayınevinin kapısını çalacak cesaretim yoktu. 
Millî Eğitim Bakanlığı, “Öğretmen Yazarlar Dizisi” adıyla kitaplar yayımlamaya başlamıştı o günlerde. Benim kadrom ise “Uzman Yardımcısı” idi ve bunun bir sıkıntı doğurup doğurmayacağını bilmiyordum. Şansımı denemeye karar verdim ve dosyamı gönderdim. Yine o günlerde, Yayımlar Dairesi Başkanlığınca çıkarılmakta olan dergiye bir öykü ve öykümü destekleyecek birkaç desen gönderdim. Bir hafta sonra Yayımlar’dan beni aradılar. Ankara Millî Eğitim Müdürlüğü ile Yayımlar Dairesi'nin arası birkaç yüz metreydi. Gittim. Şube müdürü, bu kadar yakın olmamıza rağmen niçin öykümü postayla gönderdiğimi sordu. “Bilmem,” dedim, “kimseyi tanımıyorum; buraya gelip kime, ne diyeceğim ki…” Uzun uzun sohbet ettik. Öykümü beğendiğini söyledi, başka öykülerim olup olmadığını sordu. Vardı ama bakanlık onları yayımlamazdı, onların genel çizgisinin biraz dışında şeylerdi yazdıklarım. Görmek istedi. Bu vesileyle sık sık gidip gelmeye başladım oraya. Bir gün, okuyup yazan insanlara ihtiyaç duyduklarını söyleyip birlikte çalışmayı teklif etti bana. Önce kabul etmedim ama bir süre sonra beni kandırmayı başardı şube müdürü. Birlikte çalışmaya başladık. Dergiyi bir edebiyat dergisi kimliğine kavuşturmak istiyor, engelleri birlikte aşmaya çalışıyorduk. Bir yandan da aklım dosyamdaydı. Biz dergi şubesiydik, kitaplara kültür kitapları şubesi bakıyordu. Yani onun müdürü ayrıydı. Kitabımı daha doğrusu dosyamı sorarsam torpil istiyormuşum gibi anlaşılacak korkusuyla uzun süre sesimi çıkarmadım. Benim müdürüm, kitap çıkarmayı düşünüp düşünmediğimi sorunca durumu anlattım. O da kültür kitapları şubesi müdürüne soracağını söyledi. Bu arada, kültür kitapları yayın kurulu dağıtılmıştı ve yeni bir kurul oluşturulmaya çalışılıyordu. Bir süre sonra yeni yayın kurulu görevine başladı. Üniversite hocalarından oluşturulan kurulun günümüz edebiyatına ilgisi son derece zayıftı gördüğüm kadarıyla. Ben ise yine kimseye bir şey sormuyor, soramıyor, bekliyordum. Aradan üç yıl geçti. Orada yeni bir çevre edindim. Eli kalem tutanlardan beni tanıyanlar, kitaplarının akıbetini öğrenmek için beni devreye sokuyorlar, ben de durumlarını öğrenip onları bilgilendiriyordum ama kendi kitabımı soramıyordum. Aralarında olduğum için beni dikkate mi almıyorlardı, yazardan mı saymıyorlardı ya da bilmediğim başka şeyler mi vardı, anlayamıyordum ama durum son derece can sıkıcıydı. Altlarında çalışan birinin kitabının çıkması onlar için pek de hoş bir şey değildi herhalde. Bir gün, nasıl olduysa söz benim dosyaya geldi. Dosyanın incelenmek üzere kime gönderildiğini hatırlayamadılar. Defterler, kayıtlar incelendikten sonra dosyanın, Gazi Üniversitesi’nde bir kadın hocada olduğu anlaşıldı. Bölüm şefinin hocaya ulaşma çabaları bir türlü sonuç vermiyordu. Birkaç ay da öyle geçti. Sonunda bölüm şefiyle birlikte hocanın odasına gittik. Hatırlayamadı, kendisinde öyle bir dosya olmadığını söyledi. Üç yıl önce kendisine gönderildiğini söyleyince dolaplarını karıştırdı ve nihayet benim zavallı dosyayı buldu. Okumamıştı tabii. Sanırım bunca yıl bekletmiş olmanın mahcubiyetiyle hemen okudu ve olumlu rapor verdi. Şimdi de yayın kurulunun toplanmasını beklemek gerekiyordu, son kararı onlar verecekti. Neyse ki herhangi bir sorun çıkmadı ve dosyam basılmak üzere İstanbul’a, devlet kitapları matbaasına gönderildi. Asıl serüven şimdi başlıyordu. Matbaada sıraya girecekti kitabım ve kim bilir kaç sene sonra sıra gelecekti. Önce dizgi sırası, sonra baskı… Sonra kapak… “Kapağı ben yaparım,” dedim, hiç değilse oradan zaman kazanabilirdim. Tuval üzerine yağlıboya, bozkırda ilerleyen bir tren resmi yaptım. Sonrası Ayrılık’ı en iyi bu resim vurgulardı herhalde. Tabii asıl neden, benim trenlere, tren resimlerine olan düşkünlüğümdü. Dergimiz de İstanbul’daki matbaada basılıyordu. O günlerde derginin basımıyla ilgili bir sorun çıktı ve ben İstanbul’a gitmek zorunda kaldım. Orada matbaanın planlama şefiyle de tanıştık. Nasıl olduysa adam beni sevdi galiba, ilgileneceğini söyledi. (İkinci kitabım Kurutulmuş Gül Mevsimi o matbaada farklı bir kaderi yaşadı. Dizgisini, kapağını kendim yapıp dosyayı elden teslim etmiştim ama kendilerine ulaşmadığını söylediler, tekrar göndermemi istediler. Allah’tan, içlerinden biri hatırladı da tozlu kâğıt yığınlarının arasından bulup çıkardı benim dosyayı.) Dizgiden gelen ilk nüsha hayal kırıklığına uğrattı beni. İtalik dizilmesini istediğim kısımlar vardı, farklı punto istediğim, farklı boşluklar bıraktığım yerler vardı ama elimdeki dizgi dümdüz bir şeydi. İşaretlemeler, uzun açıklamalar yaptım, geri gönderdim. Anlaşamıyorduk. “Olmaz!” diyorlardı, “Biz hayatımızda böyle bir şey görmedik, böyle kitap olmaz!” Bir sürü telefon konuşmasından sonra biraz onlar taviz verdi, biraz da ben, dizgiyi tamamladık. Sonrası Ayrılık, 1991 yılında, dosyayı teslim ettikten dört buçuk sene sonra, ben yirmi dokuzuma gelmişken basıldı. Kitap yirmi bin adet basılmıştı. O yıllarda bütün illerde bulunan (şimdi hepsi kapandı) satış yerlerinde okura sunuldu. Aradan yıllar geçti ve kitabın ikinci baskısının yapılması gündeme geldi. İlk baskı kurşun dizgiydi, bu yüzden yeniden dizilmesi gerekiyordu. Oturup dizdim, bir de kapak hazırlayıp gönderdim. Bir süre sonra bir telefon: “Kitabın kapağını dışarıda bir şirkete yaptırıyoruz, içeriği hakkında bir şeyler yazar mısınız, nasıl bir kapak olsun?” Tam bir güler misin ağlar mısın durumuydu. Çıldırmak işten değildi. Benim yaptığım kapağı kullanabileceklerini, para pul istemediğimi, imzamı da silebileceklerini vb. söylediysem de kâr etmedi, kitapla hiç ilgisi olmayan, aptal bir kapakla yeniden beş bin adet basıldı Sonrası Ayrılık… Kısacası zavallı kitabım, ilk gözağrım çok çekti. Oradaki öykülerin bir kısmını Unuttuğum Bütün Akşamlar'a aldım. Diğerleri öylece kaldı. Kalacak…
 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9548,57%0,19
  • DOLAR

    32,49% 0,16
  • EURO

    34,80% 0,25
  • GRAM ALTIN

    2487,88% 1,05
  • Ç. ALTIN

    4157,48% -1,05
  • Cuma 24.9 ° / 15.2 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Cumartesi 24.8 ° / 13.8 ° false
  • Pazar 25.4 ° / 14.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı