Öykü: Aslı Zorba
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 18.11.2021 15:43:00 1697 3

Öykü: Aslı Zorba

KIRMIZI

Güneşin altındaki bu mayışmışlık hissini özlemişim. Uykuyla uyanıklık arasındaki o hafif bölgedeyim. Dalga sesleri eşliğinde kulağıma gelen çocuk bağırışları; ara ara esen ve güneş ışığından boğulmuş tenime nefes aldıran yaz rüzgârı… Tanımsız bir huzur hali. Kimmişim, neredeymişim, ruhumda ne taşıyormuşum hepsi birer buluta binip havalanmış. Birazdan doğrulup güneş gözlüğümü takacağım. İlk sayfasına “Yaz Hatırası” yazdığım kitaplardan birine başlayacağım. Aslında dün başlayacaktım bu kitaba olmadı. Çünkü onunla tanıştım.

Tam da bu saatlerdi geldiğinde. Önce uzaktan sesi duyuldu. Omzuna taktığı, üzeri işli ve bedeninin yarısını kaplayan hasır çantasıyla, bir yandan plajda kendine yer bakıyor bir yandan da yüksek sayılabilecek bir sesle telefonla konuşuyordu. Telefondakine “Tamam hadi hadi piştim kapatıyom.” dediğinde önümdeki şezlonga çantasını bırakıyordu. Telefonu kapattıktan sonra önce etraftaki insanları kolaçan etti; sonra havlusunu çıkardı. Havlusunu şezlonga sererken göz göze geldik. Gülümsedi. Tepeden bağladığı kızıl saçları kıvır kıvırdı.  Akdeniz insanına özgü bir esmerliği vardı. Şezlonga oturmuştu ki yine telefonu çaldı. Evine gelen ve her yeri toz toprak içinde bırakan ustaları şikâyet ediyordu arayana. Belirgin bir Kıbrıs şivesiyle konuşuyordu. Konuşmalarından ve gelmek istemeyip Londra’da kalan kızı Ada’dan anladığım kadarıyla orada yaşıyordu.

Günün tam ortasına denk gelen en sarı saatlerdi. Sahilde ara ara ağlamalarını duyuran çocuklar dışında herkes söz birliği etmişçesine sessizliğe bürünmüştü. O ise sürekli konuşuyordu. Telefon konuşmalarının biri bitiyor biri başlıyordu. Ustaların dağınıklığı, boyanan duvarların güzel olduğu ama koltuklara uymadığı, kızı Ada’nın yeni ayrıldığı erkek arkadaşıyla karşılaşmamak için Kıbrıs’a gelmediği gibi hayatına dair ayrıntıları, pek de büyük olmayan bu plaja gelmiş ve dinlenmeye çalışan herkes artık biliyordu.

Bir şeyler içip serinlemek için yerimden kalktım. Çantama, yanıma alacaklarımı yerleştiriyordum.  O sırada hareketlenmemi duymuş olacak ki yerinden doğruldu. Başını bana doğru çevirdi. Göz göze geldik.

-Gidiyorsun?

-Hayır. Bir şeyler içip geleceğim.

-Yalnızsın?

-Evet

-Ben de eşlik edeyim? Kaç gündür sahilde yalnızım. İnsan bu saatlerde sohbet arar.  Şu sıcağı hissetmemek için ya uyuyacan ya konuşucan.

Cevabımı beklemeden, konuşma şekline uyum gösteren bir hızla çantasından çıkardığı cüzdanı ve elinden düşürmediği telefonuyla yanıma geldi. Hiç konuşmadan hemen plajın girişinde bulunan taş yapılı restorana gittik. Restoranın plaja doğru uzanan, güneşin sarısını soğurmuş ve hemen hemen tüm masaları dolu olan terasına karşın, içi tenha ve karanlıktı. Dışarıda uygun bir yer bulamayınca içeri girdik. Kapının açılmasıyla beraber yüzümüze vuran serinlik ikimizde de benzer etki yaratmış olacak ki aynı anda “Oh be!” dedik. Cam kenarındaki masalardan birine geçtik. O oturur oturmaz garsonu çağırıp yanı başında duran sürgülü camı açtırdı ve sigarasını yaktı. Ardından da kahve istedi. Havanın sıcaklığı ve davetsiz misafirimin etkisiyle hiçbir şey görmeden mönüye anlamsızca bakıyor ve sayfalarını çeviriyordum ki sesini duydum:

-Ne içecen?

-Bira. Ama yanına da bir şeyler alsam mı diye düşünüyorum. Çok da aç değilim.

-O zaman patates tava söyle. Çok güzel yaparlar. Yanına da ev yapımı biralarından al. Nefis.

Önerisini dinleyip siparişimi verdim. Yüz hatlarımı tanımaya çalışırcasına baktıktan sonra konuşmaya başladı.

-Öğrencisin?

-Hayır. Tatil için geldim.

-En sıcak zamanda gelmişin. Kıprıs’ın en güzel zamanları mayıs ve eylüldür. Onun dışında güneş ilk cehennemini yaşatır insana.

-Siz buralı mısınız?

-Buralıyım ama Londra’da yaşarım. Buralı da değilim aslına bakarsan da güneydenim Baf’dan.  Ama ora Rum’a geçtiğinden beri buralıyım.

Girne’de yaşayan Limasol’lü Ali Galip Abi’nin hikayesini dinlediğim günden beri “güneydenim” tanımlamasına ilgim büyüktü. Kıbrıs’ı bana sevdiren ve beni her sene buraya getiren şey aslında kendisinden çok insanı ve onların ilk ağızdan dinlediğim hikayeleriydi. ‘Güneydenim’ derken birbirinin benzeri gri hareler belirirdi gözlerinde. Bir saniye önce karşınızda neşeyle konuşan insan gider acı bir hatıranın görüntüsü girerdi aranıza. Yine öyle oldu.

-Adınız neydi? dedim.

-Kıymet

-Daha önce de Baflı bir ablayla tanışmıştım. Adı Ayşe. Belki tanırsınız. Lefkoşa’da takı dükkânı var. Hala gittikçe uğrarım.

Yüzü aydınlandı birden. Heyecanla sordu:

-Takıcı mı? Bizim Mustafa’nın karısı Ayşe’yi mi dersin acaba? Tarif etsene bir.

-Siyah uzun dalgalı saçları var. Üniversiteye giden bir oğlu bir de küçük kızı var.

-Tamam tamam biliyom. Başka Ayşe o. Yurttan tanıyom. Dur iyi oldu dediğin ne zamandır konuşmuyordum arayım ben onu. Senin adın ne?

-Sinem

Telefonu aldı kurcalamaya başladı. Aramanıza gerek yok diyecektim ama zamanının neredeyse tamamını telefonda geçiren bir kadına bunu demenin manasız olacağını düşündüm. O da bir süre kurcaladıktan sonra telefonu masaya bıraktı.

-Yok bulamadım numarayı. Defterdedir. Buradakilerin çoğunun telefonunu deftere yazarım. Kıprıs’a geldiğimde hepsini tek tek ararım. Ayşe yurttan arkadaş benim.

-Ne yurdu?

-Lefkoşa’daki çocuk yurdundan. Baf’dan gelince oraya yerleştirdilerdi bizi. Ayşe’nin tüm ailesini öldürmüşler. Benim de bir babam yaşardı. Beni yurda bırakıp mücahitlere katıldı. Senelerce görmediydim. Seneler sonra baba diye gördüğüm adamsa babam değildi o da ayrı bir hikâye ya. Boş ver.

-Nasıl? Başka ailenin mi yanına verildiniz?

-Yok be. Kendi babama verdiler. Ama o adamla aynı adam değildi.

-Anladım.

Sigarasından derin bir nefes çekti. Dumanını verirken bakışları beş dakika önceki kadının bakışları ile aynı değildi. Bir süre dışarı baktı. Sanki hüzünlü bir filmi izliyor gibiydi. Gözleri kısık ve düşünceli; cildi daha esmerdi. Bir süre öyle durduktan sonra hızla bir nefes daha çekip, sigarasını hızlı hareketlerle kül tablasına bastırdı. Ve izmaritini büyük bir yükten kurtulurcasına elinden bıraktı.  İki dirseğini masaya dayayıp:

-Anlatmıştır Ayşe de hikayesini. Biz Kıprıslılar böyleyizdir. Derdi kendimize yük etmeyiz. Anlata anlata, paylaşa paylaşa salarız gider.

-Doğru diyorsunuz. Cidden öyle. Beni buraya çeken de o anlatılanlar.

Masaya yasladığı dirseğinden güç alan eli çenesinde; sahile kilitledi tekrar gözlerini. Yurt lafını ettiğinden beri bedeni yanımda olsa da ruhu orada değildi. Aniden bir hüzün bulutu gelmiş kaplamıştı her yerini.  Hiçbir şey söyleyemedim. Öylece durduk. Birkaç dakika süren sessizliği garson bozdu.

-Kahve?

-Benimdir.

Garson siparişleri bırakıp gittikten sonra masada duran sigara paketine uzandı yine. Bu sefer daha ağır hareketlerle yaktı sigarasını. Birazdan anlatacaklarının ağırlığına ön hazırlık yapıyor gibiydi adeta. Sigarasından birkaç nefes aldıktan sonra anlatmaya başladı:

-Yedi yaşına kadar Baf’taydım. Benden on yaş büyük bir abim vardı. Çiftçilikle uğraşırdı bizimkiler. Yaz kavurucudur Kıprıs’ta. Onun için köylüler güneşin doğmasına yakın giderler tarlaya. Ekilecekleri eker biçilecekleri biçer gelirler. Temmuz sonuydu. Babamın beli terin üstüne rüzgâr yemiş tutulmuş. Akşam yemeğini yedikten sonra annem babama, “Sabah sen gelme hele, biz Hasan’la yapabildiğimiz kadarını yapar geliriz. Bir günde kötüleşiverecek değiller ya.” dedi. Babam iç geçirdi.  Bir süre sonra ‘derdim ekinler değil’ dercesine, “Çeteler dolaşmaya başlamış diyolar.  Olmaz öyle yalnız başınıza.” dedi ama dediyse de anneme dinletemedi. Dirayetli, sözünü dinleten kadındı annem. “Sanki sen gelince bize bir şey etmeyiverecekler. Yat iyileş. Hızlıca halleder geliriz.” dedi.  Gece çok sıcaktı. Abimle aynı odada yatardık. Abiden çok babaydı bana. Onu uyandırıverdim. “Ben uyuyamıyom sıcaktan” dedim. Kalktı bana su getiriverdi. Üstümdeki geceliği çıkardı. “Az düşünme uyursun” dedi.  Ama onlar evden çıkana kadar uyuyamadım. Çocuk yüreciğinin saflığı işte. İçime doğmuş. Sıkıntı gelmiş demek. Sonra dalıvermişim. Çığlık seslerine uyandım. Bir süre korkumdan kalkamadım. Düşte miyim? Gerçekte miyim? Anlamadım. Çete, diyolardı, ölümden bahsediyolardı. İsimler dolaşıyodu ağızlarda. Yattığım yerde buz kestiydim. Akdeniz’in rutubeti kar olup yağıvermişti üstüme. Köyü çeteler bastı herhalde diye düşündüm. Çete kimdi, ne yapardı hiç bilmesem de annemin defalarca öğütlediği gibi sessizce olduğum yerde bekleyiverdim. Bir tek saklanmamıştım. Korkunun etkisiyle saklanamadıydım. Neden sonra babamın feryat eden sesi geldi. “Dolaşıyolar yalnız gitmeyin dediydim” diye bağırıverirdi. Bağırışına hıçkırıkları karışıyodu.  İşte o zaman yataktan fırladım. Don atlet olduğumu unuttum koşuverdim evden dışarı. Altı yedi ev vardı köyde. Hepimizin kapısı aynı meydana bakardı. Meydanın ha böyle gölge bir köşesinde ada polisinin pikabı duruyodu. Pikabın kasasında da üst üste atılıvermiş insancıklar. Babama bakındım. Göremedim. Sağa sola koşturduktan sonra gördüm. Pikabın yanında omuzları sallana sallana ağlıyodu. Hemen yanına koşmaya başladım.  Pikaba yaklaştıkça kasasındaki insanların görüntüsü netleşti. O an gözüm bir noktaya takılıverdi. Önceki hafta abimin doğum günüydü. Ona siyah beyaz kumaş şeritlerle boğazlık dikivermiştik annemle. Tarlada terleyince terini siliversin diye. Pikabın kasasındaki insan yığınının içinde, boğazlığın ucu boşlukta öylece sallanıyordu. Bakışımı boğazlıktan yukarı kaldırıverince gördüm abimin boşluğa bakan gözlerini. Şakağında koyu kırmızı bir delik var idi. Kan neredeyse tüm suratını kaplayıvermişti. En üste öylece atılıvermişti bedeni. En son ‘abi’ diye çığlık attığımı hatırlarım. Sonrasında yere yığılıvermişim. Bilincim açıktı ama hiçbir yerimi hareket ettiremiyodum. Tüm vücudum ha böyle kaskatı kesilivermişti. Babamın “Kıymet. Yavrum.” diyen feryadını duydum. Beni kucaklayıverdi. Eve götürdü. Avludaki somyanın üstüne bıraktı. “Sakın kalkmayasın buradan. Ben gelene kadar ha böyle bekle” dedi kan çanağına dönmüş gözleriyle. İki yanağıma koydu ellerini. Başparmağı hıçkırıkları ile aynı hızda yanağımı okşuyordu. Sonra başıma dudaklarını sıkıca bastırıp öpüverip gitti. Saatlerce hareketsiz yattım oracıkta. Abimin yüzü gözümden gitmiyordu. Akşama doğru ortalık sakinlediydi. Komşu Hatice Teyze geliverdi. Felç geçirmiş gibiydim. Korkudanmış. Öyle dediydi. Yutkunamıyordum bile. Pelte gibi olmuş vücudumu kucağına alıp banyoya soktu. Su döktü üstüme. Kendime geldim azcık. Üstümü giydirip oturttu. Bütün bunlar oluverirken ara ara “Ah yavrum ah kızanım” diyen sesi hala kulağımdadır. Babam gelene kadar yanımdan ayrılmadı. Babam gelince. “İki lokma koymadı ağzına. Su da içmedi gariban.” dedi. “Sağ olasın. Ben bakarım artık sen git evine. Allah razı olsun.” diyen babam yolcu etti onu. Sonra gelip yanıma oturuverdi. “Bensiz gitmeyin dediydim onlara.” dedi. Hıçkırıklara boğuldu yine. O zamana kadar babamdan görmediğim bir duyguyla sımsıkı sarıldı bana. Öylece ağlaşıverdik. Sonra işte beni Lefkoşa’ya yurda bıraktı. Kendi mücahitlere katıldı. Üç dört sene sonraydı geldi. Gözlerinin feri gitmiş derler ya. O gün onun ne demek olduğunu babamın ruhu ölmüş gözlerinden öğrendim.  Bir süre içi boş cümleler kurduk. Sonra “Ben bakamam sana” dedi.  Bir şey diyemedim. Ne diycem. Bir şeycik diyemedim. On yedi on sekiz yaşına kadar yurtta kaldım. Sonra da İngiltere’ye gittim. Şimdi de ha buradayım işte.”

Konuşması boyunca dokunmadığı sigarası küle dönmüştü. Önce onu tablaya bastı sonra buruk bir gülümsemeyle bana baktı.  Yataktaki küçük kız gibi öylece donmuştum. Ne sıcak ne sesler… O pikabın üstündeki Hasan’ın hayalinde kalmıştı aklım. Bir süre birbirimize baktık. İnsanın ruh barındıran tek uzvunun gözler olduğunu ve konuşmak için her zaman seslere ihtiyaç olmadığını anladığım saniyelerdi. Sonra,

-Babanız hayatta mı? diyebildim bir tek.

-Geçen yıl öldü. Hastalanmış çağırdılar. Bakımevinde kalırdı. Geldim bakıverdim on-on beş gün.  Çok kırgındım beni bıraktı diye. Onu söyledim. Bana “Onlar ananı abini öldürdü. Ben de gittim onların babalarını abilerini öldürdüm. O kadar kan gören adam nasıl çocuk baksaydı? Ben sana bakamazdım. Baksaydım da ha böyle olmazdın.” dedi. O da kendince haklı, demişti ki telefonu çaldı. Telefondakine önce Ada’yı anlattı sonra tadilatı. “Tam istediğim gibi boyadılar duvarı. Koyu kırmızıya. Ama koltuklar yakışmadı bir dahaki gelişime de onları değiştiriveririm artık.” dedi ve beni içine koyduğu sislerle bırakarak anlatmaya devam etti.

                                                                                                                            


Haber Kaynak : ÖZEL HABER
Ahmet Akseki
20.11.2021 11:00:23
Harika bir yazı olmuş, betimlemelere bayıldım. Biraz da hüzünlendim konuya istinaden ama o günleri yaşayanların ruh halleriyle empati kurduğumda yine de soğukkanlı anlatıştan etkilendim. Kaleminize sağlık Aslı hanım, öykünün devamını bekliyoruz heyecanla. Sevgiyle kalın..

Ahmet Akseki
20.11.2021 11:00:24
Harika bir yazı olmuş, betimlemelere bayıldım. Biraz da hüzünlendim konuya istinaden ama o günleri yaşayanların ruh halleriyle empati kurduğumda yine de soğukkanlı anlatıştan etkilendim. Kaleminize sağlık Aslı hanım, öykünün devamını bekliyoruz heyecanla. Sevgiyle kalın..

Ahmet Akseki
20.11.2021 11:00:24
Harika bir yazı olmuş, betimlemelere bayıldım. Biraz da hüzünlendim konuya istinaden ama o günleri yaşayanların ruh halleriyle empati kurduğumda yine de soğukkanlı anlatıştan etkilendim. Kaleminize sağlık Aslı hanım, öykünün devamını bekliyoruz heyecanla. Sevgiyle kalın..

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9645,02%-0,50
  • DOLAR

    32,56% 0,14
  • EURO

    34,81% 0,49
  • GRAM ALTIN

    2417,74% -0,61
  • Ç. ALTIN

    4073,33% 0,00
  • Salı 31.1 ° / 13.6 ° Güneşli
  • Çarşamba 35.2 ° / 19.1 ° Güneşli
  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false