Öykü: Gülçin Göktay
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 18.11.2021 15:46:00 2251 0

Öykü: Gülçin Göktay

Kalp Şeklinde Kolye

Dışarıda koca bir ağaç, fırtınaya tutulmuş dallarıyla yapraklarını kuzeyden güneye, doğudan batıya savurtuyor. Yaprakların her biri bir şey anlatmaya çalışıyor, eskilerden, yenilerden, anılar, isimler, suretler ama fırtınanın sesi onların zayıf sesini silip süpürüyor, kurulan cümlelerin üstünü çiziyor, beynimde uğulduyor. Bazen rüzgâr diniyor, ağaç biraz huzur buluyor, dalları durağan zamanlardaki biçimlerine kavuşuyor. Hah, şimdi duyacağım yaprakları derken bu kez onlar da susuyor, kendi dünyalarına çekiliyor, sessizce bekliyor beni çıldırtırcasına. Hadi konuşun, anlatın ne biliyorsanız, diyorum ama bana mısın demiyorlar. Kendi kendilerine fısıldaşıyorlar. Tam her şey berraklaşır, sesler netleşirken birden sis çöküyor bu kez, her şey bir bulutun içine gizleniveriyor, kalın dallar bile görünmez oluyor, ne kadar sürüyor bilmiyorum, bir saat, bir gün, bir hafta… Saatimi aldılar çünkü, kaç fırtına, kaç sis, kaç berrak görüntü zamanı geçiyor, bilemiyorum. Her şey karıştı birbirine ama beni o uğursuz düşme mahvetti. Yoksa iyiydim, ekmek-gazete almaya gidip geliyordum ne güzel, çarşıya bile kaçıyordum ara sıra.

O düşüş, sanki kayaların üzerinden karanlık, derin bir vadiye devrildim,  kuyulara yuvarlandım da iple çıkarttılar. Behiye, “ne kayası, ne vadisi” deyip küçümsedi anlatınca, bir bilmişlikler, tepeden bakmalar, kuş beyinli, sen benim kafamın içinde olan biteni nerden bileceksin? Ormana girip yaşamadan, ormanın kuşu var, tavşanı var, kurdu, sırtlanı… Neyse, nerden geldim bu hayvanlara ben… Ha, Behiye diyordum, bir gram aklınla beni beğenmeyip hava atar mı oldun be kadın? Cahil, kitabı bırak gazete bile okumaz, birkaç dizisi var televizyonda, patates kafası ancak onları alır. Yok, kaya değilmiş de, mermer kapı eşiğiymiş, o karanlık vadi koridormuş, ağaç dediğim, yolluğun desenleriymiş. Ne anlarsın sen?

Bir daha ayağa kalkamadım, bırak dışarı çıkmayı! O değil de, kolye gitti! Paltomun cebindeydi, buluştuğumuzda verecektim. Bir hatıran yok bende diye sitem etmiş mektubunda, çektim emekli maaşımı, gittim kuyumcuya. Allahtan mektubu bulamadı Behiye ama kolyeyi kaptırdım. Ah nasıl düştüm, o kuyunun dibinden nasıl çıkardılar bilmiyorum, kendime geldiğimde yatakta yatıyordum, karşımda Behiye, elinde kolye! O günden beri kafamda fırtınalar esiyor, göğsüme sancılar giriyor, kadın hiç “bir yerin acıdı mı, nasılsın” demiyor,  kuru kemikli, buruşuk parmağına takmış kolyeyi, gözümün önünde sallıyor, bu ne diye. Ananın şeysi diyecektim, demedim tabii. Behiye’nin öfkesinden korkardım, eşek gibi teperdi, burun delikleri boğanınkiler gibi açılır, takma dişlerini suratıma tükürüverecek gibi hırslanır, ciyak ciyak bağırır, kırk yıl yaşadım ben bu kadınla da sesimi kesip oturdum aşağı.

Kalp şekli kolye gözümün önünde saatin sarkacı gibi sallanıyordu. Behiye protezlerinin arasından kimin bu, kime aldın diye tıslıyordu. Düşündüm, hemen bir şey demedim. Sevdiye’nin adını söyleyemezdim, Behiye’nin ağzında incinmesin sevdiceğimin narin ismi. Ne günü buluşacaktık onunla yahu, cumartesi miydi, Nisan ayında mıydı, “bugün günlerden ne” dedim Behiye’ye, “napıcaksın yattığın yerde günü”, işte aldın mı cevabını, “sen benim soruma cevap ver !” diye tutturmuş, yattığım yerde üstüme çullanıverecek,  “Elif Naz’a aldım” diye attım, gözüm kapalı. “Yalan söyleme” dedi, “sen torununa toka bile almadın bugüne kadar” diye gürledi ama kolyeyi de burnumdan çekti. Neyse ki kapı çaldı, Behiye çıkıp gitti de oh çektim bir. “Behiye, kim geldi?” Cevap yok, adam yerine koymuyor ki, kurt kocamış artık! Bir kadın sesi, Sevdiye mi yoksa, yüreğim hop etti yattığım yerde. Sonra ses kesildi, kapı kapandı. Behiye’nin sürüdüğü terlikleri, yandaki odaya giriyor, oturuyor, çakmak yakıyor, bir kel tiryaki, hıçkırık sesi geliyor, ağlıyor mu, yok artık! Ah! Yine televizyonun sesi,  gümbür gümbür.

Yan tarafıma dönmeye kalktım, olmuyor, bıçaklar batıyor, anca başımı çevirip pencereye, işte ağacın yapraklarının arasında altın kolye sallanıp duruyor, güneş vurunca ışıl ışıl parlıyor, hemen arkasında Sevdiye’nin ay gibi yüzü gülümsüyor, “geldin mi” diyorum, “hep burdaydım ki” diyor, “sana kolye aldım ama…” diyorum, “sus biliyorum” diyor, “iyileş, ayağa  kalk da yine alırsın” şefkatle elini uzatıyor, krem kokuyor eli, yumuşacık ipek gibi yanağımı okşarken içime çekiyorum. “Bak şu kolyeye” diye parmağımı uzatıp gösteriyorum, Sevdiye bakmıyor, bana gülümsüyor, hiçbir şey demiyor.

Behiye hiç uğramıyor yanıma, yemeğimi yedirip çıkıyor, yedirirken de konuşmuyor, ağzıma tıkı tıkıveriyor ekmekleri, ne zaman ayağa kalkıcam diye soruyorum, kırmızı kar yağınca diyor vicdansız kadın, zaten artık yasak geldi yaşlılara, cezası var dedi bir de, kim yasaklayacak beni, şaşarım, neymiş virüs mü mikrop mu varmış havada, yaşlılara musallat oluyormuş. Bütün gün yandaki odada televizyon seyrediyor. Defalarca sesleniyorum, Behiye diye, sonunda zahmet edip kapıya kadar geliyor, orada dikilip ne var diyor. Ananın körü var diyesim geliyor. Susadım diyorum, bardağı ağzıma dayıyor, sonra yine çekip gidiyor. Efendim bacakları ağrıyormuş da, zırt pırt çağırıyormuşum da, hiç onu düşünmüyormuşum da…

Sevdiye geliyor ama! Yatağımın ucuna oturdu, ödüm koptu Behiye görecek diye! Bu kez düşünceli görünüyordu, gözünü duvara dikmiş... “Gel kız, yanıma uzanıver” dedim, uysal uysal uzandı ama başını öteki tarafa çevirdi. Bir zoruma gitti ki, küs gibi… Dedim ki  “Sevdiye sen de böyle yapacaksan vur, öldür beni!”  Ne dediysem bakmadı yüzüme, ne dil döktüm, “yapma böyle, bir kerecik bak yüzüme sonra git istersen”. Ah, o şefkatinin bir damlası bile yeterdi bana, esirgemeseydi benden,  öyle hasretim sevgiye, kolye yüzünden mi ama onun böyle şeylerde gözü yoktur, “hiç affetmedin beni değil mi” dedim, “vallahi benim suçum yok, kaç sefer geçtim kapının önünden, elimde mektup, sonrasını gel bana sor bir de, nasıl geçti koca ömür, herkes kendi cehennemini bilir, Sevdiye!” Usulca kalkıp gitti yanımdan. Camın önündeki ağaca baktım, nasıl sallanıyordu, kökünden sökülecek gibi, sonra yağmur başladı, her şey bulanıklaştı gözümün önünde, kafamın içindeydi sanki fırtına. Bedenim külçe gibi yatıyordu ama, bir şeyler savruluyordu bir yerlerde. Bulanık görüntülerin arasında Behiye belirdi: “Sayıklayıp durma, Sevdiye öleli yıllar oldu, kemikleri bile kalmadı!” Hiç cevap vermedim, yüzüme pencereye çevirdim, ağaç hala deli gibi sallanıyordu, hiç gelmesindi bu kadın, ağzından hiç iyi bir laf çıkmazdı zaten.


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9698,89%0,56
  • DOLAR

    32,55% 0,03
  • EURO

    34,84% -0,06
  • GRAM ALTIN

    2431,37% 0,07
  • Ç. ALTIN

    4017,93% 0,00
  • Çarşamba 35.2 ° / 19.1 ° Güneşli
  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false
  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false