ALİ TAŞ ADN.


“YAŞAR KEMAL ÇUKUROVA ÖDÜLÜ” - 1


Genel Koordinatörlüğünü de yapan Çetin Yiğenoğlu öncülüğünde kurulan Uluslararası Çukurova Sanat Günleri (UÇSG), Ortadoğu Koordinatörü Mehmet Karasu ve Mersin Koordinatörü Saadet Bilir’in de birlikteliklerden oluşan Çukurova Sanat Girişimi/(ÇSG) Seçici Kurul oluşumuyla her yıl Çukurova Ödülleri verilmesini sağlamaktadırlar. 

Adana, Antakya, Mersin, Gaziantep illeri arasında eşzamanlı olarak düzenlenen sanatsal etkinlikler çerçevesinde bir “değerlendirme ödülü” olarak verilen “Çukurova Ödülü” ilk kez 24 Nisan 2009 yılında verilmiş. “Özel anlamda Barış Ödülü” olarak da sunulan; “sinemadan tiyatroya, resimden müziğe, şiirden romana, makaleden fıkraya, röportaja, çeşitli alanlarda eser sahibi sanatçı, akademisyen, gazeteci, yazar, kültür-sanat, bilim ve edebiyat alanlarında emek ve ürün veren, kültür ve sanatla uğraşan, Çukurova’yı tanıtan, yücelten, bunu yaparken de Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’ya barış tohumları eken insanlara, tüzel kişilere verilir.”(s.17-18) denilmekte. Bu değerlendirme vurgusu ışığında baktığımızda Nihat Ziyalan, Taha Toros, Ayla Kutlu, İpek Ongun, Erman Artun ve Ülkü Tamer’e verilen  “Çukurova Ödülü”  son olarak da Yaşar Kemal’e (2015) verilmiş.   

             Ödül adı olarak Çukurova çerçevesi çizilen “Çukurova Ödülü”nde, Gaziantep bir sınır aşımı olarak gözükürken, asıl çerçeve içinde yer alması gereken Osmaniye’nin yokluğunun yanı sıra; Antakya’nın da Hatay olarak geniş bir il çerçeveli olması gerektiği dikkati çekmektedir.

            Peki değerlendirme neden Yaşar Kemal adına yapılmış ona bir bakalım…

            “Her yazarın bir Çukurova’sı var.” diyen Yaşar Kemal, yerelden aldığı güçle Toroslar’ı aşan evrensel bir yazarımızdır. Çukurova özelinde Anadolu halkının sözünü, sesini, kültür/sanat değerlerini araştırarak ortaya çıkardığı güçlü ezgiyi dünya halklarının belleğine kazımıştır.  Bu, güzelliğiyle çirkinliğiyle, acısıyla ırgatının, ağasının, ovaların, bağrına bastığı sayısız varlığıyla dağların, derelerin, kırların, ağaçların, bütünüyle hbu halkın, bu yurdun ezgisidir gerçekte.

            Büyük Ustamızın, öykü, roman, mitlerle örülmüş destansı roman, şiir, röportaj, deneme-derleme, çocuk romanı türündeki düzeyli eserleriyle yaşadığı yöreye bağlılığı, ilk kez UÇSG kapsamında betimlenen ‘3. Delta Tezi’yle de örtüşmektedir. Sanatın her zaman halk için yapıldığını, yapılması gerektiğini savunarak ‘Edebiyat halkla birlikte yapılır!’, dediği için 9. UÇSG’nin ‘Sanat ve Toplumsallık’ ismi verilen izleğinin belirtilmesinde de yol gösterici olmuştur. ÇSG tarafından sunulan ‘Çukurova Ödülü 2015’, eylemini insanlık adına sürdüren yazın ışığımıza Çukurova adına gecikmiş bir teşekkürdür. ..”   

Çetin Yiğenoğlu; “…Sıradan olmaktan çıkan yaşamının Yaşar Kemal’in yazınsal dünyasına katkıları nelerdir?” sorusu karşısında da (s.9) “Biz, son 50 yılın Çukurovalı yazarları, sanatçıları, İnce Memed’in yollarında yürüyerek dünyayı algıladığımızı söylüyoruz…” yanıtını verip; Yaşar Kemal Anadolu’nun yanı sıra, Kafkaslar’a, Trakya’ya, Ege’ye, Ortadoğu’ya ilginç, özgün, gerçekçi yorumlar getiren bir yazardır. Yazın serüveni, andaki sonsuzluğun izini süren Joyce’nin yaklaşımına, ‘zamanın böyle bir yanı da var’ diyen bir yanıtı” da ileri sürer. (s.10)

Yaşar Kemal’in, “bir geçiş dönemi romancısı” olarak kimileri tarafından tanımlanmasına da, “Yazınsal serüveninin modernist, postmodernist akımlar arasına denk düşmesi”nin “geçiş dönemi” ile açıklanmasına Etik bakışla belki, emik bakışla asla” yanıtını da veren Çetin Yiğenoğlu; “Yaşar Kemal her iki akım arasında açılmış bir parantez içinde  tanımlanamaz! O bir kilometre taşıdır Türkiye romanında; özgündür çünkü.” demektedir. “Etkilendiklerinden he zaman dersler çıkarmış, tam karşısında durmuştur. Onun eserlerinde James Joyce’un, Robert Musıl’ın, Kafka’nın izi ne kadar bulunabilir?” (s.9) dediği Yaşar Kemal’ın “Yapıtları dikkatle incelendiğinde modernistlerin öncüsü sayılan William C.Faulkner’in etkisi çarpıcı biçimde görülür. Bu etki bir taklit olmamıştır hiçbir zaman. “ diyerek düşüncelerini sıralar. Kaldığı yerden sürdürdüğü görüşünde “Onun kutup yıldızlarının başında Stendal  gelir. Bir söyleşisnde ‘Kırmızı ve Siyah’ı anlatması Stendal’a verdiği değeri göstermeye yeter.     

Yaşar Kemal ile Gabriel Garcia Marquez’i birbirlerinden etkilenişleri konusunda irdeleyen Yiğenoğlu, doğum tarihleri (1923-1927) ile Marquez’i ünlendiren “Yüz Yıllık Yalnızlık”ın yayın tarihini de (1967) hesaba katıp; “Büyülü gerçekliğin prensi” Marquez’in, “Çukurova’nın toplumcu büyülü gerçekcisi Yaşar Kemal’den “İnce Memed” farkındalığıyla etkilenmiş olabilme olasılığından söz ederek; Yaşar Kemal’le Marquez’in aralarındaki temel farkın zamanı kullanış biçimleri olduğu söylenebilir, rahatlıkla…” sonucuna varıp; “Joyce, ünlü eserinde zamanı anda dönendirirken, Marquez ‘100 Yıllık Yalnızlık’ta U biçiminde kullanır zamanı. Yaşar Kemal’de ise zaman yataydır.”(s.10) tekniğini somutlaştırır ustasının yolunda giden bir Çukurova romancısı olarak.    

Yaşar Kemal ile Çetin Yiğenoğlu’nun, halk edebiyatı ve bilimine özgü usta-çırak yakınlığı o koşullarda gerçekleşen yazınsal bir süreç taşımasa da, biçimin ayrıştığı, farklı kurgular bağlamında, içerik olarak yöresel izler süren benzerlikler taşır.  Fakat burda, yazarın da değindiği üzere bir öznellik vardır… “Yaşar Kemal ve İnce Memed aileden biridir.” O ailenin “Kör Kemal”ıdır. Yaşar Kemal’ın deyişiyle “Türkiye’de Türkçeyi en iyi kullanan yazarlardan biri olan ve Yiğenoğlu’nun “Haydar’ı Öldürmek”ine yol veren yazınsallığın yazarı İbrahim Sarıibrahimoğlu’nun da dahil olduğu bir tanış ve yazın değinisinin esintisi vardır anılarda.

“Yaşar Kemal diye İnce Memed’iyle tanıdım onu. Kemal Sadık Göğceli adını sonra,  asıl adının Kemal Yaşar olduğunu daha sonra öğrendim. Çukurova’daki (Kadirli, Kozan, Osmaniye, Adana) sanıyla tanımam ise deprem etkisi yarattı: ”Kör Kemal.” vurgusuyla yazısını sürdürür Çetin Yiğenoğlu.

Yaşar Kemal’ın amcasının eşi Ararat Yayınları’nın sahibi Ramazan Yaşar’ın annesi. Yiğenoğlu, büyükannesi Zeynep Hatun ve kardeşi Remzi dayıyla, babasının akraba olarak yakınlığından söz ettiği satırlarda;  Koca Hulusi Kurtoğlu Bey’in dul eşi olan ve “Usta’nın deyimiyle tam bir Hanım Ağa” olan büyükannesi Zeynep Hatun’un Sina Gazisi, Yüzbaşı Remzi Özdemir’in, Usta’ya esin kaynağı olan Eşkıya Safiye Memed’in öyküsünü bütün ayrıntılarıyla bilen beysoylu Karamüftüzade (Özdemir) Remzi Bey’in kız kardeşi…” olduğunu da belirtiyor yazısında. (s.11 )

Yaşar Kemal kaynaklı dipnotta Remzi Bey’e yer verilir: “Kurtuluş Savaşı’nda Kadirli’yi ilk örgütleyenlerden olan Karamüftüoğlu ailesinden olan Remzi Bey kendisine, ilk İnce Memed hikâyesinde ‘Çakırdikeni’ diye yer olan  ‘diken’ hikâyesini  anlattı ve Yaşar Kemal’le eşkiyalığın felsefesini yaptı” “Remzi Bey’se Yaşar Kemal’ın tanımıyla ‘1930’lar Toroslar’ında kucağında mavzer, başının altında Marks’ın Kapital’i olan biri’ apoletlerini söküp Toroslar’da yaşamı seçen tam bir kavga adamıydı”

“Remzi Bey’in eşi, 105 yaşında yitirdiğimiz Kadriye teyze bu konuyu şöyle anlatır Yiğenoğlu’na:

“Bir hafta sabahlara kadar dayın Yaşar Kemal’e Safiye Memed’i anlattı, ben de onlara çorba pişirdim, çay, kahve götürdüm.

Yaşar Kemal tutuklanıp da Kozan cezaevine düşünce de ona “mukayyet olurlar…” Remzi Bey’in talimatı üzerine kardeşi Zeynep Hatun’un elinden gelen çabayı gösterir… Yıllar sonra Zeynep Hatun, torunun uçuk, algılayamaz olduğu bir dönemde “Çepelini yudum ben onun, gazatacı olacaksan git ona; sözümü yerde komaz benim.” sözlerine gülüp geçse de, seksenlerin ortasında İbrahim Sarıibrahimoğlu kanalıyla Yaşar Kemal’le olan tanışmasında,”Çepelimi yudu o benim” sözleri yerini bulur. Ayrılırlarken, birkaç öyküsünü okuduğu Yiğenoğlu’na: ”Çocuk” der “Yazmaya devam… Sen benim yanımda olsan, seni bir odaya kapar, aş, ekmek, su vermem; ‘yaz’ derim, yazdıklarını gördükçe veririm aşı, ekmeği, suyu.”(s.13)

Yiğenoğlu, Borges kıyaslamasıyla şanslılık değerlendirmesi yaptığı Yaşar Kemal’ın bir köşesindeki ranzasında yatıp kalktığı Ramazanoğlu Kütüphanesi’nin yazarın cenneti olduğundan söz ederken,  “…Adana’yı yeniden kurmakla övünen bir belediye başkanının balyozuyla yıkın o kütüphane binasını da” değinisiyle içinde Adana sözcüğü geçmeyen “Kırmızı Koku”nun ağıtına ekler adeta. Diğer bir kütüphaneye ısınmak için giden bir diğer Adana değeri olan Muzaffer İzgü’yü de cennetine düşüren Halkevi Kütüphanesi, Adana kentinin kültürel bir varlıkları olmalıydı. Fakat yazar da biliyor ki, yıkılan sadece o değildir. İl Halk Kütüphanesi’nin karşısında bulunan bir sıra işyerleri de, anıtlar kurulunun kararı şımarıklıkla ters yüz edilerek aynı balyozlarla yıkılmamış mıdır?

Yaşar Kemal’ın Çukurova Ödülü’nü de kabul ettiğinden söz eden Çetin Yiğenoğlu, genç yazar adaylarının yolunu aydınlatacak “yazar nasıl olur” sorusunun yanıtını da bir yazar olarak verir yazısında:

 Kemal Sadık’ın Yaşar Kemal olmasında en büyük etkenin dört yıl kadar Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde görev almasının ardından iki yıl da ordu kütüphanesinde görev yapmasından geçtiğini vurgulayan Çetin Yiğenoğlu; genç yazar adaylarının da Yaşar Kemal olması için gereken kültürel/yazınsal formülün ipuçlarını bir yazar olarak vurgular: “Üzerine birkaç ölçek engin Çukurova kültürünü, kültlerini, mitlerini, eposlarını ekleyin! Disiplini, bilinci, çok çalışmayı da baharat olarak üzerine serptiğinizde karşınıza Çukurovalı, toplumcu, büyülü gerçekçilik yazarı çıkar.”(s.16)

“Yaşar Kemal - Çukurova Ödülü 2015” adlı kitapta Çetin Yiğenoğlu, Mustafa Köz, Mehmet Karasu, F.Saadet Bilir, Müşür Kaya Canpolat, Sevim Sezer, Bedri Aydoğan, Ali Ozanemre, Zeki Büyüktanır, Duran Aydın, Halil Çetin, Durmuş Ali Özkale, M. Demirel Babacanoğlu, Demet Duyuler Doğan, Başak Hülya Ekmekçi, Güler Kalem, Haydar Karataş, Hande Öğüt, Hülya Soyşekerci, A. Ömer Türkeş, Semih Gümüş, Emin Özdemir, Raymond Williams, Tahir Balcı ve Saba Kırer gibi isimlerin yazıları yer almakta. Yukarda sıralanan isimlerden Çetin Yiğenoğlu  üç, Müşür Kaya Canpolat ve Başak Hülya Ekmekçi ikişer yazıyla yer almaktadır.

Mustafa Köz, “Homeros, Yaşar Kemal’e Ne dedi?” başlıklı yazısında İnce Memed’in yaşında olma heyecanıyla roman dünyasına bakarken Yaşar Kemal’de bulduğu farklılığı, “Onlar sadece gösteriyorlardı, Yaşar Kemal’se duyuruyor ve bir dil keyfi veriyordu.” (s.25) tümcesiyle anlamlı bir noktayı işaret ediyor.

“İnsanın bu evrenselliğini New York’ta verdiği bir konferansta, ‘Niçin hep Çukurova’yı anlatıyorsunuz sorusuna?’ yanıtında gösteriyordu yazar:’Tolstoy, Stendhal ve Kafka da Çukurova’yı yazdılar.’İnsanın yarası yeryüzünün her yerinde aynıdır, insan her yerde insandır, demek istiyor ve sonra o soruyordu:”İki bin yıl önce yazılanları, örneğin Homeros’u neden hâlâ  ilgiyle okuyoruz? Bir yerde insan gerçeğini yakaladın mı herkese okutursun.” (s.26)

“Ben hep düşünmüşümdür, kilim niye Picasso resmi kadar güzel diye. Çünkü bu motif, on bin senenin ürünü. Halk büyük yaratıcı” diyen” Yaşar Kemal Âşıklıktaki usta-çırak ilişkisini edebiyata da taşır:“Bu bir usta-çırak meselesidir. Onun için hocam Dede Korkut’u, Yunus Emre’yi, Türk masallarını bilmeden roman yazarı olamaz. Önce kendi kültürünün, sonra da dünya kültürünün vardığı aşamaları bilmezsen sanat yapamazsın. Ulusal kültürle, dünya kültürünü birleştirmek zorundasın.” (s.28)   

Masallar deyince Bosquet’nin masal vurgusunu da göz önüne almak gerekir… “Memed’le karşılaşan herkes için masalsı bir şey söylemek zorunluluktur.” diyen Bosquet; sözü özgünlük taşıyan dil olgusuna getirmektedir, bir şey söylemekten çok, “Yaşar Kemal gibi söylemeye”, “İnce Memed gibi düşünmeye” dönüşmenin sanatsallığına vurgulayan Mustafa Köz de Çetin Yiğenoğlu gibi, Yaşar Kemal ve Gabrial Garcia Marquez’in arasında gel-git yapan dilsel büyülü gerçekliğe değinip, yayın kronolojisindeki Yaşar Kemal önceliğini onun lehine vurgulayan bir kazanım içinde görülürken, yazar adına folklorik başlangıca da artı olarak değerlendirerek dikkat çekmektedir. (s.26)

“Yazar, her romanında ayrı bir dil kullanmak zorunda. Çünkü her roman aynı değil. Göçebeyi anlatıyorsan ona göre dil kullanacaksın. İstanbul’u anlatıyorsan başka bir dil… Örneğin duran bir ağacı anlatıyorsan dilin de duran bir dil olmalıdır. Diyelim, Ortadirek’te dağdan iniyor bir kişi… Dilin ona uygun olması lazım. İnsan kendisiyse bir anlatım biçemi de olur. Başka türlü olmaz. Gel de gökyüzünü dalgalı bir deniz gibi anlat! Mümkün değil.” diyerek dil gücünün önemine değinen Yaşar Kemal, Nedim Gürsel’le yaptığı söyleşide, “Elbette benim biçimimde birtakım etkiler var. Ama kendine has.” diyerek sürdürdüğü konuşmasında, Nâzım Hikmet’in dil konusunda kendisiyle ilgili söyledikleriyle konuşmasını tamamlar: ”Nâzım Hikmet’le Paris’te karşılaşmamızda Ortadirek’ten birtakım cümleler sordu bana. Ben ‘Halk böyle söylüyor’ diyorum. ‘Hayır’ diyor, ‘Bunlar senin cümlelerin.’ Çok sonraları Ortadirek’!i yeniden okurken anladım ki cümleler benim cümlelerim.”(s.30)

“Yaşar Kemal’ı Türkiyeli toplumcu yazarlardan ayıranın aslında temalar değil, bu temalara giydirilen sözünü ettiği biçem değişikliği….” olduğunun altını çizerek, Yaşar Kemal’ın dil/biçem farklılığına kendince bir bakış açısı getiren Mustafa Köz; yazarın bu yönüyle de diğer toplumculardan ve çoğunluğu Köy Enstitülü olan “köy romanı” yazarlarından ayrıldığına dikkat çeker.”   

Mehmet Karasu, Almanya’da bulunduğu sıralarda, Frankfurt Kitap Fuarı’nın ve Alman Yayıncılar Birliği Barış ödüllerini alan Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’un, ödülün gerçekleştirildiği kilise duvarına duvarına kazılan isimlerinden memnuniyetle söz eder. Yaşar Kemal ödül töreninde yaptığı teşekkür konuşmasında:”Ben bir edebiyat adamıyım. Edebiyata başladığımdan bu yana. İnsanlar için elimden ne geldiyse yapmaya çalıştım..” diyerek sürdürdüğü, “Sık sık alkışlarla kesilen konuşmasında, ”İnsanların içindeki yaşama sevinci ölümsüzdür. Ben ışığın, sevincin türkücüsü olmak istedim her zaman.”diyen Yaşar Kemal; İstedim ki benim romanlarımı okuyanlar sevgi dolu olsunlar, insana, kurda kuşa, börtü böceğe, tekmil doğaya.” deyip; “Ve bu görkemli kültür toprağının üstünde oturan ülkemin insanlarının böyle kalmayacaklarına, bu verimli kültürler toprağını yeniden yeşerteceklerine, gerçek bir demokrasiye er geç kavuşacağımıza ve dünyada demokrasi mücadelesi veren ülkelerin demokrat halklarına yardım edeceğimize inanıyorum.” diyerek konuşmasını tamamlar. (s.32-33)

Saadet Bilir, “Kendi Anlatımıyla Yaşar Kemal” adlı yazısında Yaşar Kemal’ın başına buyruk çocukluğundan, çok karanlık gecelerde yanından geçtiği tarlanın kokusundan tarlada ne ekildiğini anlayan Yaşar Kemal’den söz ettiği incelemesinde, yazarın babasının ölümden kurtardığı çocuk tarafından gözleri önünde öldürülmesinden, olaydan sonra da Yaşar Kemal’ın kekeme kalmasından söz eder.

Bu kekemede kalalım biraz…

Yaşar Kemal’ın çok yakınında olan, adeta sinema tarihi çıkarırcasına girdiği kitaplaşma sürecinde Yaşar Kemal’ın ve edebiyatın, kıyısından, köşesinden basının tarihine de girdiği yapıtları Doğan Kitap’tan yayınlanan, ilgi gören sevgili Arif Keskiner ağabeyle, bir konuşmamızda “Yaşar Kemal kekeme mi?” dediğimde, Arif ağabey:” yok ya…” dese de bir türlü inanamamıştım, bir bit yeniği var diyordum kendi kendime…  Bu soruyu sormama sebep ise, kendisine verilen Çukurova Üniversitesi Fahri Doktora Ödülü’nü almak için Adana’ya gelip, Ç.Ü. tarafından doktora verdiği yerde yaptığı konuşmada Yaşar Kemal durmadan kekelemişti. Ben bunu, Yaşar Kemal’ın babasının Van’dan gelirken ölümden kurtarıp yanına aldığı beslemesi Yusuf tarafından camide öldürülmesi olayının Yaşar Kemal’ın gözleri önünde gerçekleşmesi gibiçocuk dünyasını paramparça eden olaya benzetebiliyordum ancak, onun yaşamını detaylı irdeleyince. Zaten daha önce amcasının kurban keserken elinden fırlayan bıçağın talan ettiği bu naif yürek, babasının gözleri önünde öldürülmesiyle de tamamen perişan olmuştur. İşte, Yaşar Kemal’ın, gerek ailesinin göçle gelen ekonomik indirgenme ve gerekse bu çocukluğunu yaşayamadığı olaylar ergenlik üstü bir asilik ve başına buyrukluk getirme yanında, ilgisiyle derinleşen bir ozancıl heveskârlığa neden olmuştu. İşte şimdi Saadet Bilir de Yaşar Kemal’ın yaşamından söz ederken konuya ışık tuttuğunda, vurgulama gereği duydum.   

Bir konu daha var… Yaşar Kemal’ın Ramazanoğlu kütüphanesinden sonra ordu kütüphanesinde askerlik süresi boyunca görev almasının bilinçlenmesine olan katkıdan söz edilir zaman zaman. Tabii ki bu ordu kütüphanesi vurgusu da yanlış… Şu an nerde bilemeyeceğim ama bazı kaynaklarda okuduğumda da, Saadet Bilir’in yine değindiği gibi, “doğru insanlarla doğru zamanda rastlaşmasının’ yararlarını görür Yaşar Kemal… Gençlik döneminde işleri hep ters giden, fikirleri yüzünden sıkıntılar yaşayan Yaşar Kemal, Sivas Kongresi’ne kaçarak giden Dr. Yusuf Balkan’ın Başhekimlik yaptığı bir askeri hastanededir. Mehmet Ali Aybar’ın da aynı yerde asker olması ve şiirlerini Dr. Yusuf Balkan’a verip, tanışmalarını sağlamasıyla, gitme şansını elde ettiği Talas’ta iki üniversitelinin zengin kitaplığından oldukça yararlanır. İşte ordu kütüphanesi diyerek yanlış yansıtılan olayın doğrusu bu olsa gerek.

Yaşar Kemal’ın “profesyonel destancılar geleneğinden geldiğini” söyler Bilir… Homeros’u, Arif Dino’nun birkaç Don Kişot’unu verdiği Cervantes’i, Shekespear’ı, Molier’i okur, Charlie Chaplin’i tanır, Çehov’un sanat anlayışını sever. Kişiliğine hayran olduğu Zola’yı sevmediğine, buna karşılık Stendhal, Dumas, V. Hugo, Gorki, Gogol, Şoholov, Dostoyevski, Dickens gibi yazarları sevdiğinedeğinir. “Sefiller”, “Ölü Canlar”, “Donkişot” gibi başucu kitapları bulunur. Folkrosit ve Marksist olan Yaşar Kemal’ın Markszim’i bireyin kurtuluşu insanlığın özgürleşmesi için olarak değerlendirir.”(s.43)    

Saadet Bilir,  Yaşar Kemal’ın hayatını birçoğu gibi çalakalem nakledişle geçmemiş. Okuyup, araştırıp, farklı ve ilginç derinliklerle oluşturmuş yazısını…

“Ünlü bir yazar olmanın insana büyük sorumluluklar yüklemesini” bırakın, yazar olmak bile büyük sorumluluklar yükler, aydın olmayan yazara gülüp de geçilmez mi?.. Sözlerinin sürdüğü yerde “…ülkedeki geleneksel faşizmi kırmakta halkına yardım etmesi gerektiğini, antidemokratik hareketlere, işkenceye, hapishanelerin temerküz kamplarından daha da beter yönetilmeye karşı çıkmak zorunda olduğunu, Biraz daha biraz daha, azıcık da olsa demokrasi” diyerek belirtir.” (s.44) Sömürüye, açlığa, çalıştığı halde kazanamama olumsuzluğuna üzülüp,  adaletsizliğe başkaldıran Yaşar Kemal’ın insanların eşitliği, ezilmemesi, aşağılanmaması kutsiyetine olan inancı nedeniyle zulümlerle, ölümlerle karşı karşıya gelmeye aldırmadığı belirtilir. Doğaya sahip çıkar, varsıl dünyada yoksul insanları bir utanç algısı olarak duyumsar.   

Yaşar Kemal’ın önemli sanatsal görüşleri devam ediyor bu incelemede. Sosyal/kültürel bir işarette, örneğin:”Eğer  bir kıtanın edebiyatı özgünlük gösteremiyorsa o kıtada kişilikler fakirleşiyor, ölüyor demektir. Kişiliksiz kişilerin de edebiyatı yavan ve kişiliksiz olur elbet.” diyen Yaşar Kemal; “bir batı öykünücülüğüdür almış başını gidiyor. Batı kültürünü özümsemek başka, batı kültürünün maymunu olmak başka. Biz iki yüzyıldır batıya öykünüyoruz. Bunun için de yaratamıyoruz. M. Kemal çağında kendimize kültürümüze dönüş başladı. Şimdiyse bu kültüre ve temelimize sırtımızı döndük. 1 der. (s.44)

Yaşar Kemal’ın romanlarını  kafasında kurup, yıllarca işleyip olgunlaştırdıktan sonra yazdığını belirten Saadet Bilir, Yaşar Kemal’ın not alma alışkanlığı olmadığına da değinir.      

“Eski destancılar soyundan geldiğini belirten yazar, ‘Destancıların dinleyiciler için söylediklerini unutmamalı” der” tümcesi de Yaşar Kemal ve edebiyat için son derece anlamlı ve önemli vurgular taşıdığı da düşünülürken; “Sözün büyüsü üstüne, daha büyüleyici bir büyü tanımıyorum” diyen Yaşar Kemal, kimin için yazdığını bilmediğini, büyülü dünyadaki olanı biteni anlatmayı hedeflendiğinden de söz eder.

İnce Memed’in Amerikan Fox şirketi tarafından satın alınmasına rağmen sansür yüzğnden filme çekilemediğini (1965), daha sonra yapımcı Peter Üstünov’a Ecevit hükümetinin izin verilmediğinden (1978), Yugoslavya’daki Türk bölgesinde çekilen filmin birçok ülkede oynadığından, Özal hükümetinin filmin Türkiye’ye girişini yasakladığından söz eder (s.45-46) ve filmin pek başarılı bulunmadığı, Türkiye’de çekilmiş olsa daha başarılı olacağı da aklımda kalan notlardan biri.

Yaşar Kemal:”İnsanoğlunun mayası aydınlık ve umuttur. Mayasında güzel, aydınlık, pırıl pırıl umut, gelecek türküleri söyleyen düşdünyaları kurmak var”!.. (46)   

Müşür Kaya Canpolat’ın anlatacakları mühimdir…

Müşir Kaya’nın babası Bolat Mustafa’nın tanık olduğu olayların içindedir Yaşar Kemal. Ortaokulu terk edip Kadirli’de arzuhalciliğe başladığında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle, ünlü toprak ağalarıyla tartışmalar yaptığını söyler Müşür Kaya, “Yaşar Kemal’li Anılar” (s.47-52) adlı yazısında. Bu tartışmalar ve Ağır Ceza’da yargılanması ilçede boy hedefine geldiğinden dolayı ordan ayrılmasına da neden olur.

İlginç bir not; Müşür Kaya, “…Rahatlıkla söylenebilir ki, Yaşar Kemal’ın öyküden romana geçmesinde Nazım Hikmet şiirleri etken olmuş ve ona hayatının romanını yazdırmıştır: İNCE MEMED…”  

Yaşar Kemal, Orhan Kemal’le ilgili bir anısını anlatmış Müşür Kaya Canbolata:”…Birbirlerine gönüllendikleri bir dönemde Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde birkaç kez karşılaşır, ama hiç konuşmadan ayrı yönlerde yürüyüşlerini sürdürürler. Durum fazla uzun sürmez; yeniden karşılaştıklarında Yaşar Kemal daha fazla dayanamayıp Orhan Kemal’e sarılıp onu öpmüş, koluna girerek yakınlardaki bir meyhaneye götürmüştür. Orhan Kemal: ’Yaşar, bu senin yaptığın ‘boynuna sarılma işini’ ben düşündüm ama yapamadım! Çok istediğim halde beceremedim! Sanırım Abdülkadir Kemali’nin oğlu olduğum için kendimi aşıp sana sarılamadım! Oysa ki sen haklısın… Bunu çokca yapan halkımızın yaptığı gibi sen çekinmeksizin yapıverdin. Seni çok seviyorum…”  (s.48)

Müşür Kaya Canpolat’ın babası olan Bolat Mustafa yöresinde bilge adam olarak bilinmektedir. Birçok kişinin okutulmasına öneri getirmiş, yargıç, öğretmen çıkan çocuklar olmuştur. Hatta çoğu öğrencinin Köy Enstitüsü’ne gitmesine neden olmuştur. Kadirli’deki “Yukarı Değirmen”ine  gelen köylüler onun fikrine başvururlar. Biraz da anı, nostalji, vefa, emeğe saygı gibi etkenler Müşür Kaya’yı “Hak değirmende olur”, “Değirmenin suyu nereden gelir?” gibi özlü sözlerine doyurucu açıklama getirir.  Babasını, Akira Kurusowa’nın değirmenleri ve doğal yaşamın öyküsünü anlatan “Düşler”deki yaşlı bilge değirmenciye benzeten Müşür Kaya; Yaşar Kemal ile eşi Tilda’nın da, son günlerinde Bolat Mustafa’yı ziyaret edip, elini öptüklerini belirtir. Müşür Kaya Canpolat, “Su değirmenleriyle bütünleşen babası için yazdığı ve Yaşar Kemal’e adadığı şiire” geçmeden önce; Tilda’nın, babası hakkında kendisine anlattığı övücü sözlerine yer verir:

“Değirmende babanı dinledikten sonra, Antik Dönem’de yaşadığı söylenen Homeros gibi bilgelerin birer efsane oldukları yönündeki kuşkum sona erdi. Anladım ki baban, o bilgelerin soyundan gelme bir değirmenciydi. Ve bu topraklarda o bilgelerin de yaşadığına bir kez daha inandım.”

YUKARI DEĞİRMEN

Buğdayı öğütürdü iki taş arasında, ‘hak değirmende olur’du

O zamanlar değirmenin babamı nasıl öğüttüğünü bilmezdim

Değirmen dönerdi kendi kendine, değirmenci dönerdi kendi içinde

‘Tilda Kemal’ elini öpmüştü bir bilge gibi onun ve demişti:

“Bu topraklarda eski bilgeler yaşarmış, inandım buna şimdi!”

***

Suyu öğütürdü iki taş arasında, suyu tüketirdi

‘Toscu’ uykusuzluğunu ve terini katardı gecelere

Karanlığı ve sessizliği bölerdi ‘şakıldak’ sesleri

Değirmen ‘hak’kı ile ekmek ve aş demekti 

Değirmen, baba demek, kardeş demekti.

***

Düşleri öğütürdü iki taş arasında unufak

Mektuplar kentlerde okuyan oğla özlem içindi

“Değirmenimden Mektuplar” içtenliğinde yazılmıyorsa şiirler

Ve eski içtenliğine ulaşmıyorsa şimdiki aşklar

Su değirmenleri kapandığı içindir.

                                                               Müşür Kaya Canpolat

 

               Müşür Kaya Canpolat yazısının sonuna, Yaşar Kemal’in eski eşi Tilda’nın uzaktan akrabası olan Amerikalı edebiyat eleştirmeni Edwar Roditi’nin Yaşar Kemal’ın kitaplarının başka dile çevrilmesinde ve tanıtılmasında çok emeği geçtiğini belirtirken; “İnce Memed”in başarısı ve Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday olması konusunda Londra’da yapılan basın toplantısında Yaşar Kemal’e sevinçli olup olmadığı sorulduğunda, şu yanıtı verir Yaşar Kemal: “Yaşamda hem sevincin hem de hüznün (yas)ın iç içe bulunduğunu, bazen sevincin, bazen de hüznün üste çıktığını” söyleyip; Adana’da, adının verilmesi düşünülen sanat evi için değirmen-hak örneği isminin verilmesini önerdiği Çukurovalı Karacaoğlan’ın “Çukurova bayramlığını giyerken/Cennet dense sana yaraşır dağlar” dizeleriyle açıklama getirip, yas ile sevinci güreşte kapıştıran bir Kırkpınar ağası edasıyla Toros dağlarına seslenir: “Yas ile sevincin yıkışır dağlar” 

            Müşür Kaya Canpolat’ın kitapta yer alan ikinci yazısı Koca Yaşar Kemal başlığını taşıyor. (s.53-55) Yerinde bir belirtme olarak, arzuhalcikle Yaşar Kemal arasında bağ kuran Canpolat, “…yoksul halkın dilekçelerini yaza yaza sonunda dilekçe yazılan bir dükkan da çalışmaya başlamıştır.”diyor. Çalıştığı dükkân da galiba orası ki, Hacı Ali Çavuş’un arzuhalci dükkânındaki tartışma ortamına dikkat çekmektedir. Sonunda, Kadirli’de Belediye Başkanlığı da yapmış olan Emin Ağa ile yapılan tartışma Yaşar Kemal’i Ağır Ceza’ya götürür, üç ay hapis yatar. Müşür Kaya Canbolat’ın babası Bolat Mustafa savunma sanığı olarak verdiği ifadede Yaşar Kemal’ın toprak reformu istediğini, suç işlemediğini söylediği duruşma sonucunda Yaşar Kemal serbest kalır. Daha sonra, Kadirli’deki baskı ve aleyhine miting yapmaya kadar varan huzursuzluklar sonucunda Yaşar Kemal Kadirli’den ayrılıp İstanbul’un yolunu tutmuş. Havagazı memurluğu ve ardından da Tilda’yla evlenmiş. Burda tabii ilginç bir not da var, şiirden Nazım Hikmet nedeniyle vazgeçmesi konusunda açıklık getirmiş… Orhan Kemal konusunda olduğu gibi, Nazım’ın düzyazıya yönelme tavsiyesi gibi bir şey değil sonuçta. Nazım Hikmet’in çoğunu ezberlediği şiirleri nedeniyle şirden vazgeçerek, düzyazıya yönelir ve bu sırada yazdığı “Bebek” adlı öykü çok beğenilir.

            Yaşar Kemal’ın sıkıyönetim, ağır ceza ve basın mahkemelerindeki yargılanmalarında savunmalarını Avukat olan Müşür Kaya Canpolat üstlenmiş. Savunduğu iki davadan da aklanmış. Tüm anıları içinde, bu davaları ve savunmaları yazacağım diyen Müşür Kaya Canpolat; Yaşar Kemal’ın, kendisini TİP’ne kayıt ettirdiğinden söz edip,  kayıt evrakında kendisinin, Mehmet Ali Aybar’ın ve Behice Boran’ın imzaları olduğunu söyleyip; Birlikte katıldığımız eylemleri de anlatmak istemektedir. Kadirli’de devrimci mücadeleye başlarken, tek başına nasıl direndiğinin tanıklarından biri olan Canpolat, Kadirli’de bu yola nasıl baş koyduğunu, korkmadığını, yılmadığını, dönmediğini vurgularken, halkımızın ona “Koca” ünvanını anasının sütü gibi nasıl helâl ettiğini bildiğinin altını çizerken; onun yurtseverliğinin bir delili olarak, ilkokul günlerinden bugüne unutmadığı şiirin son dörtlüğünü okurlarla paylaşmaktadır:

 

            Gökçeli’m der ki ne çıkar

               Varsın ağlasın nazlı yar

               Koç kurbanlık bir canım var

               Yurt uğruna yurt uğruna

                                                                                                                                                                                                                                                                                                      sürüyor

YAZARLAR

  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false
  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • BIST 100

    9670,53%0,26
  • DOLAR

    32,52% -0,08
  • EURO

    34,78% -0,23
  • GRAM ALTIN

    2421,67% -0,33
  • Ç. ALTIN

    3982,08% -0,92