YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK:  ÖNER YAĞCI…
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 29.07.2021 09:16:00 1424 1

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: ÖNER YAĞCI…

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK

Türkiye'de, yazmak isteyenler nedense hep yabancı edebiyatçıları örnek alıyor, onların deneyimleri üzerinden bir fikir geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda “Yeni Adana’da Düşünce-Sanat ve Toplum”  olarak bir eksikliği giderme çabası içine girdik. Değerli edebiyatçılarımızın katılımıyla kapsamlı bir bellek oluşturmaya çalışacağız. Yazar adaylarına yol gösterici olacağına inanarak… Bu haftaki konuğumuz kıymetli yazarımız ÖNER YAĞCI…

Yaşama biçimimizi belirleyen içinde bulunduğumuz maddi koşullardır elbette. Çocukluğum Yozgat’ın Yerköy ilçesinde geçti. Onca yoksunluk içinde günde iki gazete alan oto tamircisi, bilinçli bir babanın çocuğu olduğum için şanslıydım. Bu şansa kitap sevdasıyla dolu bir öğretmen dost da eklenince okumayı severek, okumanın yaşamın bir parçası olduğunu benimseyerek büyüyen bir çocuk oldum.

1966 yılında parasız yatılı öğrenci olarak girdiğim Tokat İlköğretmen Okulu’nun dev gibi kütüphanesiyle ve çağına uyanık, okuyan ve mücadele eden TÖS’lü (Türkiye Öğretmenler Sendikası) öğretmenlerimle karşılaşınca sevdaya dönüşen okuma tutkum beni ben yapmaya başladı.

Okuduklarımla yaşamda gördüklerim örtüştükçe çok okuyanın bir gün mutlaka yazacağına kesinlikle inandım.

Öğretmen Okulu’nun duvar gazetelerinde, Sabah Postası, Barış, Tokat gibi yerel gazetelerde birçok şiir, öykü ve denemem yayımlandı o yıllarda.

Bilinçli bir seçmeyle sınavını kazanarak 1969’da girdiğim Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü beni aynı zamanda Emin Özdemir, Adnan Binyazar, Mehmet Aydın gibi öğretmen yazarlarla buluşturdu.

Yazmak sevdaya dönüşüyordu ama bir yandan da 68 patlaması yaşanıyordu ülkemde ve okuyan birinin bu yürüyüşe katılmaması olamazdı. Okuma serüveni sürerken siyasal savaşım öne çıktı ve 12 Mart döneminde hapishaneler düştü payıma.

Öğretmen Okulu yıllarından sonra başlayan yine parasız yatılı Gazi Eğitim Enstitüsü yıllarında arayışım yenilik ve zenginleşmelerle geçti. Başkenti tanırken aynı zamanda büyük insanlığın bir parçası olan bir savaşımın göbeğindeydim artık. Buluştuğum düşünüşler; adaletsizliğin, eşitsizliğin, özgürlüksüzlüğün yok edilmesini amaçlıyordu. Bu amacın beni sarması ve sarsması da kaçınılmazdı ve militan öğrenci gençliğimin adımlarında bu gerçeklik vardı. Yaşamın her alanında karşılaştığım yeni zenginlikler,  günlük yaşamımın tümüyle değişmesini getirirken düşün dünyamda ve arayışlarımda da önemli adımlar attırdı bana.

Öğretmenlerimin katkısının yanında DEV-GENÇ’li (Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu) bir öğrenci ve kendi okulunun sınırları içinde de olsa öğrenci önderi olarak 12 Mart denilen dönem de yaşamımı önemli ölçüde değiştirdi ve tanıdığım hapishanelerdeki bir başka okulun eğitimini alarak çoğalttım arayış adımlarımı. Savaşımın erdemiyle tanıştım ve yoğruldum.

Hep okudum.

12 Mart karabasanı arayışlarımı, adımlarımı zenginleştirdi. Çeliğin nasıl sertleştiğini, demir ökçenin ne olduğunu, çanların kimin için çaldığını, sefillerin kimler olduğunu, evlatlarını bağırlarına basan anaları, bitmeyen kavganın ne olduğunu, gazap üzümlerinin nedenlerini; Kuyucaklı Yusufları, İnce Memedleri, bizim köyleri, bereketli toprakları, tırpanı, memleketimden insan manzaralarını, hasretten prangalar eskitmeyi öğrenirken aynı zamanda öğretmek görev ve sorumluluğunun ne olduğunu da kavramaya başlamıştım.

1974 affıyla dönüp okulumu bitirdikten sonra öğretmen olmuştum ve yazmam gerektiği konusunda beni içimden dürten o kaçınılmazlığın egemenliğinden kurtulamıyordum. İlk şiirlerimin yayımlandığı Yeni Adımlar ile TÖB-DER, Türkiye Yazıları, Yeni Toplum dergilerinde çıkan şiirlerim, yazılarım bu kaçınılmazlığın sonuçlarıdır ama yazar olmak gibi bir kaygım yoktu o zamanlar.

Ağrı-Taşlıçay’daki birkaç aylık öğretmenliğimde, Sarıkamış’taki bir yıllık askerliğimde, 1978’de seçildiğim TÖB-DER (Tüm Eğitim Öğretim Emekçileri Birleşme ve Dayanışma Derneği) yöneticiliğimde, 12 Eylül 1980 dönemindeki beş yılı geçen hapisliklerimde hep sürdürdüm okumayı. Ve yazmaya da çalıştım hep.

Özellikle Mamak’tan sonraki Çanakkale ve İmralı günlerimde olabildiğince çok okudum. Bu yıllar, yoğun okuma, birikim, doğallıkla öğretmenlikten uzaklaşma ve yazarlığa daha da yakınlaşma yıllarım oldu. Hapishane yıllarında şiirlerimi, yazılarımı daha çok baskıyı göze alarak dışarıya göndermeye başladım. Bilim ve Sanat, Öğretmen Dünyası, Türkiye Yazıları, Yarın, Yeni Düşün, Yeni Olgu dergilerinde ürünlerimin çıkmaya başlaması, dayanma gücümü artıran ve beni yaşama sıkı sıkıya bağlayan olaylardı. Yarın’da yayımlanan “Merhaba Ankara” adlı şiirimi hâlâ çok seviyorum.

Çocukluğumda temelleri atılan yapı yükselmeye başlamıştı ve hiç değilse o dönem bilincimde belirlenen amaçlardan birinin gerçekleşmesi doğrultusunda adımlarımı hızlandırmıştım.

Paul Eluard’ın Ozan ve Gölgesi adlı kitabıyla ilgili yazım nedeniyle Yeni Düşün dergisinin verdiği beş bin lira ilk telif gelirimdi, hiç unutamam (1986).

Cezaevinden çıktıktan sonra, bir yandan saydığım dergilerdeki yayın serüvenim sürerken yeni dergilerle de tanıştım ve buluştum: Varlık, Karşı, Abece, Kıyı, Çerçeve, Şiir Okulu, Eylül, Yaba Öykü, Demokrat, Martı, Broy...

Cezaevindeyken, dergilerde yayımlanan ya da yayımlanmayan yazılarım, şiirlerim dışında, öyküler, denemeler ile Kardelen ve Turnalar adlı iki de roman yazmıştım. Bir yeni adım olarak Kardelen’in “1986 Akademi Kitabevi Roman Başarı Ödülü” kazanmasından ve yayımlanma sürecindeki tanışıklıklar nedeniyle Cem Yayınevi’nde düzeltmen olarak çalışmaya başladım.

1987 Nisanında ilk kitabım yayımlanmıştı, yazarlığa somut bir adım atmıştım ve kendimce yazardım artık. Kardelen sevildi, hakkında çok şey yazıldı ve iyi satıldı. Bu sonuç ikinci romanımın da 1987’nin Kasımında yayımlanmasını sağladı: Turnalar. Turnalar’ın “1988 Madaralı Roman Ödülü”nü kazanmasıyla iki roman iki ödül sahibi olmuştum ve 12 Eylül’ün karabasanını aşmaya çalışan toplumumuzda kitap önemli bir silahtı.

Bu iki romanımın yayımlanmasının ertesinde yeni bir serüven başladı benim için: Anadolu.

Şenlikler ve festivallere adımlar atmaya başladım. Gezmeye başladım yurdumuzun dört bir yanında... 1989’da Gökyüzüne Akan Irmak’ın da yayımlanmasıyla 80’li yılları üç romanla tamamlamış ve 90’lı yıllara bir yazar olarak girmiştim.

Artık yazardım ve yazarlık serüvenim çeşitli biçimlerde sürdü. Çeşitli yayınevlerinde çalıştım. Çeşitli işler yaptığım birçok yayınevi sayesinde yayıncılığın her aşamasındaki işleri öğrendim, birçok kitapla yoğunlaştım. Örneğin klasik romanları kerelerce okuma şansını da yakalamış oldum. Tabii Vedat Günyol, Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Can Yücel, Bekir Yıldız, Demirtaş Ceyhun, Atilla Özkırımlı, Osman Şahin gibi yazar ustalarımızla tanışmak, dost olmak yakaladığım büyük şans oldu.

Dergilerde yazmayı usanmadan sürdürdüm. 1993 2 Temmuz’undaki Sivas Katliamı benim yaşamımda da, yazarlığımda da bir dönüm noktası oldu. Daha çok çalışmak zorunluluğunu kavradım. Sivas katliamıyla ilgili tanıklıklarımı Sivas’ı Unutmakadlı kitabımda yayımladım.

Kardelen’in çıkmasından beri şiir yayımlamadım. Romancılığımı sürdürdüm ve romanlarımın arasına Yediveren,Kaptan, Kir, Yaşasın Yenilenler ve Büyük Oğul Efsanesi’ni kattım.

Yakın dönem edebiyatımızla ve edebiyatçılarımızla ilgili Fedailer Mangası, Aydınlığın Ustaları, Şükran Kurdakul, Aziz Nesin, Hasan-Âli Yücel, Talip Apaydın, Tevfik Fikret, Namık Kemal, Nâzım Hikmet, Server Tanilli gibi incelemelerimi kitaplaştırmaya başladım.

Edebiyat damarımızın bağlı olduğuna inandığım halk ozanlarımızla ilgili inceleme/derleme çalışmalarına başladım ve Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu adlı kitaplarımı çıkardım; bunların yanına Hayyam’ı ve Nasreddin Hoca’yı, Ezop’u ekledim.

Nazi Kampları, 68 Kuşağı gibi birçok incelenme ve deneme kitabım çıktı.

Uygun yayın ortamı olsa daha yayımlanacak birçok kitabım hazır.

Kitaplarımın sayısı yaşıma yetişmeye başladı çünkü yazardım ben ve usta yazarlardan öğrendiğim bir şey daha vardı: Çalışkan olmak.

Okuyorum, okudukça yazmaya devam ediyorum.

Kısacası 1980’lerin sonunda yazar olduğumdan beri hep okudum hep yazdım, hep okuyorum hep yazıyorum.

Benim için yazmanın hiçbir kuralı, koşulu yok. Benim yaşamımın bir parçası yazmak, vazgeçilmez bir parçası…

Bir genelleme yapmam gerekirse yazmadığım gün yoktur. Bunun sınırını ise şöyle çizebilirim. Gün olur birkaç satır, gün olur sayfalarca…

Bir disiplinim var elbette. Gece kaçta yatarsam yatayım kalk saatim 8,5-9’dur. Ki genellikle 2’den önce uyumam.

Genel olarak öğlene kadar okur, öğleden sonra yazarım.

Bazen bir deftere yazarım kalemle, bazen bilgisayarda notlar alırım. Onlarca defterim, yüzlerce bilgisayarda açılmış klasörlerim var. Cebimde de bir not defteri taşırım hep, şimdilerde telefonunun not defterine not yazdığım da oluyor.

Olmazsa olmazım çay. Bir de ne yazık ki iki bypasa karşın başımın belası sigara... Tabii sakinlik için geceleri değerlendirmeyi yeğliyorum. Son sekiz yıldır yaşadığım Burhaniye’deki ortamın yazma eylemime olağanüstü katkılar sağladığını da eklemeliyim.

(Bu başlığın oluşturulmasında F. Hüsnü Dağlarca’nın “Yapıtlarımla Konuşmalarım”ı etkili olmuştur.)

Çok güzel, çok anlamlı bir başlık bu.

Ben inceleme kitaplarıma mutlaka bu sorunun yanıtıyla ilgili bir giriş yazarım. Siz sorunca şöyle bir baktım ve “Niçin Sivas’ı Unutmak?”, “Niçin Nazi Kampları?” diye başlamışım bu kitaplarıma.

Romanlarım dışında hemen her kitabımın sunuşunda bu sorunun yanıtını verdim. Hatta tam da bu sorunuzun karşılığı olabilir, son yayımlanan romanım Büyük Oğul Efsanesi/ Tonguç’un Romanı’nın girişinde, hem de oldukça uzun bir bölümde aktardım niçin Tonguç’u yazdığımı. Çocukluğumda başlayan Tonguç’u yazma hayalimin gerçekleşmesiyle nasıl mutlu olduğumu anlatamam.

Başka örnek derseniz Sivas’ı Unutmak kitabını neden yazdığım hakkında şunu söylemeliyim:

2 Temmuz 1993 Sivas katliamı, Türkiye’mizin siyasal-toplumsal-kültürel yaşamının dönüm noktalarından biridir. Benim yaşamımın da dönüm noktalarından biri oldu. Kendimi sorguladım; bir insan, bir yurttaş, bir yazar, bir aydın olarak nasıl yaşıyorum, neler yapıyorum dedim kendime. Daha çok çalışmak, daha çok öğrenmek-öğretmek, daha çok üretmek-yaratmak; yaşama ve ülkeme daha çok sarılmak, yaşamı ve ülkemi daha çok sahiplenmek ve sevmek zorunluluğunu duyumsadım.

Sivas katliamından sonra geçen yılları gözümün önüne getirince, ülkemizin gerçekten de bir dönüm noktasından yeni dönümlere doğru amansız bir tempoyla sürüklendiğini görmenin hiç de zor bir iş olmadığını anladım. Demek ki, bu duyumsamayı daha bir bilinçle ve duyarlılıkla, daha bir kararlılıkla düşünceye dönüştürmek ve bu düşünce doğrultusundaki adımlarla yaşama geçirmek zorundaydık.

1997’den beri de Sivas katliamıyla ilgili konuşmalar yaptım, yazılar yazdım. Sivas’ı Unutmak, 2 Temmuz 1993’ten beri katliamla ilgili birçok yerde yaptığım konuşmaların yanı sıra çeşitli gazete, dergi ve Sivas katliamıyla ilgili kitaplarda yer alan yazılarımdan oluşuyor.

Sivas’ı Unutmak dedim, 2 Temmuz 1993, Sivas katliamına...

Kendi kendime soruyorum, niçin? “Unutmamak” demeliydim, yapmamız gerekeni söylemeliydim. Hiç değilse kitabın adında kendimizi kandırmalıydım. Ama yapamadım. Gerçeğin bizi aydınlığa ulaştıracağını düşündüm.  Her şeyi unuttuğumuz bir dünyada, bir ülkede Sivas katliamını da unuttuğumuz gerçeğinden kaçmak istemedim. “Sivas” ve“unutmak” sözcükleri bunun için yan yana geldi. Yaşamımızın dönüm noktasıydı oysa. Ya da öyle olmalıydı. Duyarsızlığa dur denmesinin zorunluluğuydu. İnsan olmanın, çağcıl olmanın çığlığıydı. Çanların bizim için çalmasıydı. Sevdaya tırpanıydı ölümün. Yaşamın savunulması bilincinin ve duyarlılığının yumruğunu sıkmasıydı. Aklın-aydınlığın alçaklığa-zorbalığa dur demesi için bir fırsatıydı Anadolu’nun.

Yaşamımızın dönüm noktası kılamadık “2 Temmuz”u,“Sivas”ı. Dur, diyemedik duyarsızlığa insan sesimizle. Çığlığını duyamadık çağcıl olmanın, insan olmanın. Ölümün sevdayı tırpanlamaya devam etmesini engelleyemedik. Alçaklığa-zorbalığa yeter demenin fırsatını kullanamadık. Aklı-aydınlığı sunamadık ülkemize.

Pir Sultan’ın diyarındaki yangının alevleri hâlâ yakıyor yüreğimizi. Alçalıyoruz. Milyonlarca yıldan bu yana ayağa kalkıp yükselen insan adını lekeledik bir daha. İnsan olmaktan utanıyor, yaşamdan tiksiniyoruz.

Sivas yangını unutulur, ya Sivas’ta yanmak? Unutma hakkımız var mı? Bence yok. Bağışlama hakkımız var mı? Bence yok. Eğer unutmazsak yaşamı hak ederiz. Unutma diyor haritalardan Sivas.

Unutma diyor mezarlıklar, çocuklar, bebelerimiz; geleceğimiz. Unutmayın ve anlatın diyorlar.

Ben de anlattım, yazdım dilimin döndüğünce, yüreğim elverdiğince, bilincimle ve duyarlılığımla. Ve Sivas’ı Unutmak dedim tüm yazdıklarıma.

Ya da Nazi Kampları’nı neden yazdığım sorusunun karşılığını şöyle veririm:

Hepsinin de temeli ırkçılığa ya da dinsel bağnazlığa dayalı olan ideolojilerin ve bunların eylemlerin barbarlık ve bağnazlığın ürünleri olduğu unutulmamalıdır.

Milyonlarca insanın ölümüne ve uygarlığın, insanlığın kahroluşuna neden olan ve Almanların üstün ırk, ari ırk olduğunu savlayan Alman ırkçılığı yani Nazizm, barbarlıktır, bağnazlıktır. Ki onun bağnazlıklarının ve barbarlıklarının ürünlerinden yalnızca biri olan toplama kampları kitabımızda tüm ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.

Nazi toplama kampları nasıl korkunç bir felaketse; bu felaketin ideolojik gerekçelerinden biri olan Yahudi düşmanlığı da insanlık için tarih boyunca hep felaket olmuştur ve Antisemitizm insanlığın de barbar ve bağnaz yüzlerinden biridir. Bir başka felaket, Yahudilerin seçilmiş millet olduğunu, başkalarından üstün olduğunu savlayan Siyonizm, yani Yahudi ırkçılığı da barbarlık ve bağnazlığın örneklerinden biri olarak insanlık tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur.

Bu üç felaketten; Nazizmden (Alman ırkçılığı), Antisemitizmden (Yahudi düşmanlığı) ve Siyonizmden (Yahudi ırkçılığı) uzak olmalı insanlık.

Bu olgular; 12 Eylül döneminde Mamak’taki (ve ülkemizin diğer cezaevlerindeki) ve Filistin’deki uygulamalar; ABD’nin birçok ülkedeki işgalini, Vietnam’ı bir yana bırakalım, çok yakın dönemde Afganistan ve Irak’ta yaşananlar, faşizm, Nazizm ve Nazi toplama kamplarının unutulmaması gereken olaylar olduğunu düşündürttü bana. 20 yıldır Nazi toplama kamplarıyla ilgili ne çıktıysa bulmaya, ne bulduysam okumaya çalıştım. Buldukça ve okudukça Nazi toplama kamplarıyla ilgili edebiyat ürünlerinin bunca zengin olduğunu şaşırarak gördüm. Türkçeye çevrilenlerle yetindim ve okuduklarımın ve bunlarla ilgili değerlendirmelerimin bir bütün halinde sunulmasıyla toplumsal yaşamımıza önemli bir katkı olabileceğini düşündüm.

Nazi kamplarıyla ilgili edebiyat ürünleri, romanlar başta olmak üzere, öyküler, şiirler, denemeler, günceler, anılar ve kamplar hakkında yapılan inceleme ve araştırmalar bir araya getirilince bir bütünü oluşuyor ve Nazi toplama kampları gerçeğini tüm ayrıntılarıyla gözlerimizin önüne getirmeyi sağlıyordu. Bu bütünlüğü Türkiye’nin kapitalizme, emperyalizme, faşizme karşı savaşım veren insanlarının bilgisine sunmanın önemli bir görevi ve sorumluluğu yerine getirmek olduğu düşüncesi Nazi Kampları adlı bu çalışmanın oluşmasına yol açtı.

Çalışmada incelenen yapıtlar, edebiyatın Nazi kamplarını unutmadığını kanıtlıyor. Ya insanlık? Ne yazık ki dünyada yaşananlar ve emperyalizmin işbirlikçileriyle birlikte dayatmaları, olumlu bir yanıt verilmesini engelliyor. Oysa insanlık Nazi kamplarını unutmamalı diyerek bu çalışmamı, Nazi toplama kamplarında kalan, oralarda canlarını yitiren tüm insanların anılarına sunuyorum.

Örneğin Kardelen’de kendi yaşamımdan ne var, diye soruyorum ve etim kanım var desem doğrudur diye düşünüyorum. Ama Kardelen’de kendimi mi anlatıyorum? Hayır. Kardelen Gülcan 12 Eylül döneminin tipik bir simgesi. Ama yaşadıkları benim kızımın yaşadıklarına da benziyor. Kardelen’in Can Öğretmeni ben miyim? Kim bilir? Ben de yaşadım Can Öğretmenin yaşadıklarını ama benzerlerini binlerce öğretmen de yaşamadı mı? 12 Eylül’le hesaplaşan bir insan değil mi benim kızım da? Kardelenler değil mi hepimizin çocukları? Benim yaşamım elbette ve bizim yaşamımız. Zaten amacımız da ben’i biz’e dönüştürmek değil miydi?

Bunun için yazmıştım benim yazarlığımın da yolunu açan Kardelen’i.
 

 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER
Celal İlhan
29.07.2021 18:08:22
Benim için iyi (soy) yazar, düşüncelerini "bana ne derler" kaygısından uzak biçimde oluşturan, yazan ve konuşabilendir. Öner Yağcı bunu doğallıkls, hiç ikileme düşmeden yapar. Çok yakın bir dostuna, yanlış düşündüğünü söylerken evirip çevirmeden, kırılıp dökülebileceğini hesaba katmadan söyler. Yaşamını düşünmeye, okumaya ve yazmaya armağan etmiştir. Yalnız kalmayı göze alan, dahası üretebilmek için yalnızlığı bilerek, isteyerek seçen bir yazardır. Ben böylesine soylu yazar diye adlandırmanın uygun olduğunu düşünüyorum.

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    8718,11%-1,25
  • DOLAR

    32,33% 0,16
  • EURO

    35,17% -0,02
  • GRAM ALTIN

    2243,92% 0,03
  • Ç. ALTIN

    3950,05% 0,00
  • Salı 15.1 ° / 9.5 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Çarşamba 19.1 ° / 9.6 ° Orta kuvvetli yağmurlu
  • Perşembe 16.4 ° / 10 ° Orta kuvvetli yağmurlu