YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: Mehmet Doğan Karakuş...
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 14.07.2021 12:57:00 1316 2

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: Mehmet Doğan Karakuş...

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK

Türkiye'de, yazmak isteyenler nedense hep yabancı edebiyatçıları örnek alıyor, onların deneyimleri üzerinden bir fikir geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda “Yeni Adana’da Düşünce-Sanat ve Toplum”  olarak bir eksikliği giderme çabası içine girdik. Değerli edebiyatçılarımızın katılımıyla kapsamlı bir bellek oluşturmaya çalışacağız. Yazar adaylarına yol gösterici olacağına inanarak… Bu haftaki konuğumuz kıymetli yazarımız Mehmet Doğan Karakuş...

Yazmak, sözlü anlatımın karşıtıdır. Yöremin, daha açıkçası Anadolu'nun olağanüstü dili, dilin anlatısı, anlatının geçmişi, geçmişin heyk'âsı vardır. Dinlediğinizde, heyk'ânın mitolojiye dayandığını görür, anlarsınız. Bunu dünyada kanıtlayan yazar, Yaşar Kemâl'dir; onun için de ona çağın Homeros'u denilmiştir. Bir de Cevat Şakir Kabaağaçlı'da bulunur Homeros'luk. Ama, Yaşar Kemâl'i yeğlerim. Nedeni, kullandığı dildir. Yöre birlikteliğidir. Nasıl herkes sevdiği işi yapıyor; yöre insanımı önde tutmam bundandır. Yabancılardan tek etkilendiğim Eric Maria Remarque olmuştur. Sıkça savaş anlatısı dinlememden ötürüdür. Yaşım gereği, Kurtuluş Savaşı gazileri yaşıyor, anlatıyorlardı yaşadıklarını.

Mustafa Kemâl yaptığı yararlıktan ötürü Ali Ulvi'yi yanına çağırır, şöyle der;

“Ali Ulvi, seni el öve!”

Oğlu, Avukat Mustafa Emin Elöve anlatırdı. Soyadı olarak kullanmak istemiş, yasa çıkınca da hemen uygulamış. Bunculayın; benim, kendimi yazar görmem değil, halkımın demesi gerek ki yazar olmuş olayım. Kişinin kendini öne sürerek yazar, şair, dilbaz benzeri takıları adına eklemesini oldum olası uygun görmem.

Okumak, okumak, okumak...

İki etken var. Biri gazeteci. Biri subay adayı, askeri lise öğrencisi, ötekisi. Oğlunun kasabaya İstanbul'dan getirdiği kitapları atardı taş konağın penceresinden babası, kekeç kekeç öfkelenerek, ben toplardım. Bunların içinde neler yoktu ki... Gazeteci, innik benzeri bir yerde çalışırdı. Oturur sayfa düzenlerdik. Tam da 68 Kuşağı'nın civcivli palazlanmasının verilerini bir bir püskürttüğü 1968 yılında. Bir gün, bir yazı yazmamı istedi Matbaacı Osman. Yani o mağara benzeri yerde gazete çıkardığımız adam. O sıralar lise açılıyordu kasabaya, üç yıl boş gezmiş, lise açılmasının sevincini yaşarken; okula kayıt parası olarak yoksullardan 250 TL istenmesine değgin bir yazı döşendim. Altına da adımı soyadımı yazdım. Vay babam vay! Çağırıldım, azarlandım... O elleri öpülesi analarımız yanına çağırdı beni. O güzel analarımız.

“Yavrım!” dediler;

Ahretliğimin teberiği!” dediler;

“Gazatada yazın çıkmış!” dediler. Dediler de dediler...

Lise bitinceye dek bunun edebiyat yönünden yararını, yöre yönünden zararını çok çektim. Bitti lise... Dımdızlak ortada kaldım. Sınavlara girdim. Yitirdiğim sınav, girebildiğim okul hiç olmadı. İki engel vardı, bu iki engeli aşmaya gücüm yetmiyordu. Birisi para, öteki gazatada yazma. Çok kötü izledi her ikisi, çok. Para, bugün bile yakamı bırakmaz.

Hiç unutmadığım bir olaydır, 1970 TRT Öykü Ödülü Yarışması. Yazdım. Yazdım yazmasına da koşullar var. Diyor ki; “Böyleyken böyle!” Kasabanın hükümet binasının önü arzuhalci dolu. Biriyle anlaştım. Adam gazına basılmış giden araba örneği dümdüz gidiyor. Bağırıyor, çağırıyorum;

“Ayırtmaç koy!”

“Özel isimler büyük harfle başlanır!”

“Konuşmaları tırnak içine al!”

“Alamam!” diyor adam, bir yandan karbon kağıdı karalığı tırnaklarını gösteriyor, öte yandan dişlerinin gıcırtısını duyuruyor.

Hayatımda kasabanın bisikletçisi Kör Havuz'un peşin verdiğim sarı beş kuruşluklarımı alıp, üç tekerli bisiklete bindirip; benim de o üç tekerli bisiklete binip, körün taşınca üç tekerli Amerikan icadı bir traktörün altına girmeme ramak kala ensemden kaldırılıp, bırakmadığım bisikletle havada asılı kalıp enseme okkalı bir şaplak yiyip;

“Siktir ulan velet!” dediğinde o Kör Havuz'un; ardıma bakmadan kaçtığımı, o, gün vurunca sarı sarı, sarı sarı, sarı, sapsarı ışığı gözüme şavkıtan paraları unutmadıysam bugüne dek; arzuhalci yazamayınca;

“Vazgeçtim. Yazma!” dediğim anda, o daktilonun karbon koyulu kağıtlarını adını çok çok sonra öğrendiğim şaryodan çekip;

“Siktir get ulan gominis!” diyerek saldırmasını, eline çok önceden tutuşturduğum beyaz beyaz, nikel beyazı ikibuçuklukların parıltılarını, nikel nikel gün ışığı şavkısını gözüme gözüme sokmasını, arzuhalcinin oturağı kavrayıp da;

“Daha burada mı duruyon laaannn!” demesini, paramdan vazgeçmememi, ısrarla istememi, ısrarla vermemesini arzuhalcinin; o yetmiyormuşcasına birkaç kasabalıya;

“Hemi gumbilis, hemi deli...” diyerek;

“Üç saat bana yazdırıp yazdırıp da vazgeçiyor; şinci de parasını istiyor!” demesiyle birlikte birkaç hilal bıyıklının üstüme yürümesini, dayak yememi hiç unutamam.

Ossaat bildim ki yazmak belalı iştir.

Sonra açlık...

Avare yıllar...

Sonra resim yeteneğimi tabela yazmada kullanmam...

Sonra borcunu ödemeyenler...

Sonra...

Üzerinden geçen koca bir fil! O fil, karıncaları ezmez mi?

Ezer. Karıncalar birleşmeli, file savaş başlatmalı da izin veren kim?

Bir de üstüne üstlük evlilik...

Memurluk yetmezmiş de, evlilik...

Hani, başımı çevirip de geriye baktığım zaman ışılayan iki beş kuruşlukla, üç ikibuçukluğun şavkılanmasını hep görür dururum.  Yetmedi, memurluk, evlilik yapıştı paçalarımdan dibe çekti de çekti. Yazamadım uzun zaman. Yazmayı bırakınız, konuşmayı unuttum;

“Dil bilmez Gürcümüyem

Ben cahil harcımıyam!” türküsünce...

Oturuyorum bilgisayarın başına, yazıyorum. Yoku, yoksulu, açı, susuzu, yetimi, garibi...

“Ben, yoksulum. Bu yüzden, en iyi bildiğim şeyi yazıyorum. Zengini bilmem, görmem!” demiş Orhan Kemâl. O hesabı işte. En iyi bildiğim bu. Bildiğimi, bildiğim insanların başkaldırısını, yaşamını, tinselliğini, cinselliğini, dinsizliğini, ortamın Allahsızlığını, ne gelirse aklıma hiç mi hiç duraksamadan yazıyorum o insanların dili, şivesi, anlatışı, duygularıyla. Bunu becerebildiğimi belirten dostlarım sağ olsun, güç katıyorlar gücüme. Sorular sorulmadı değil. Neden aşk öyküleri yazmadığım da soruluyor; bayat ekmek yemişcesine yutkunuyorum. Yazamıyorum.


(Bu başlığın oluşturulmasında F. Hüsnü Dağlarca’nın “Yapıtlarımla Konuşmalarım”ı etkili olmuştur.)

Adliye kâtipliğindem ötürü avukatlarla içli dışlıyım. Emeklilikten sonra bir zaman hukuk bürolarında çalıştım. Yerleri sildim süpürdüm, evrak hazırla, getir götür... Uğrun uğrun yazıyorum bu arada. Epey birikti. Babıali Yokuşu başında bir yayıncıya götürdüm yazdıklarımı. Okudu. Patronum avukat da okudu. Her ikisi de ellerinde yazdıklarım olduğu halde ayağa kalktılar;

“Sen bir yazarsın!” dediler.

Kitaplarım yayımlandı. Bazı eleştirmenler olumlu görüş belirttiler gazetede. Bir televizyon kanalı program yapıp yayınladı. Ben de adıma baktım durdum. Bakar dururum. Açarım, içindekileri bir daha bir daha, bir daha bir daha okurum. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Avukat Müşür Kaya Canpolat'a şöyle der;

“Bunlar neci Müşür?”

“Gibi!”

“Gibi ne demek?

“Hani... Benzetme eki ya...”

“Yani, sen aslını değil de benzerini koyuyor, işin kolayına kaçıyorsun. Edebiyat söz ile söz de uyum ile yazılır Müşür! İşin kolayına kaçıyorsun!” der.

Bunun üzerine gibi kalktı benden.

Yazmam varsıllaştı, süslemem arttı, sözcükler bir rakkase oldu; müziğin, işvenin içinde kıvrandı durdu, oynadı durdu, süslendi durdu.

Hep bunu konuşurum kitaplarımla.

Yazmak bir süsleme sanatıdır.

Halkın dili özgünlüğüyle, görkemiyle, varsıllığıyla devleşir. O sözcüklere güç yetirmenin ne denli hoşnut kıldığını beni, kitaplarım çok iyi bilir.

Ben de bilirim.

Birbirimize bakar dururuz.

Konuşur dururuz.

En çok da CİNO çenesizdir hani.

“İnsanlar, bir lokma için ölüyorlar. Gök mavi, deniz mavi! Denize olta atanları görmüyor ki balıklar! Yukarıda, insanlara olta atan birileri vaaarrr!” diye diye bağırır durur.

“Kim?” diye sorarım,

“Söylemem!” der; “O zaman öykünün büyüsü bozulur. Kendin bul!”


Haber Kaynak : ÖZEL HABER
Serpil Döğüşcü
14.07.2021 14:31:19
Mehmet Doğan Karakuş, kitaplarındaki yaşanmış öykülerle, Yeni Adana Gazetesinde yayınlanan yazılarıyla ve paylaşımlarıyla Çukurova dilini ustalıkla kullanan Usta Yazarımız Yaşar Kemal'den sonra kitaplarını okumaktan tad aldığım ikinci yazardır. Bu kadar dibe vurmuş bir yoksulluğu yaşamasaydı bu kadar güzel öyküler gün yüzüne çıkar mıydı diye düşünüyorum, "çıkardı " diyorum. Çünkü Mehmet hocamız müthiş bir gözlemci, kalemi de güçlü olunca diyecek bir söz kalmıyor. Yeni Adana Gazetesi yazarlarını internetten takip ediyor ve çok beğeniyorum. Gazetede emeği geçen tüm arkadaşlara teşekkürler ediyorum. Saygılarımla

Göksu Baykal
14.07.2021 17:06:47
Okudum, kutlarım.

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    8718,11%-1,25
  • DOLAR

    32,33% 0,16
  • EURO

    35,17% -0,02
  • GRAM ALTIN

    2243,92% 0,03
  • Ç. ALTIN

    3950,05% 0,00
  • Salı 15.1 ° / 9.5 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Çarşamba 19.1 ° / 9.6 ° Orta kuvvetli yağmurlu
  • Perşembe 16.4 ° / 10 ° Orta kuvvetli yağmurlu