YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: Erendiz ATASÜ...

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: Erendiz ATASÜ...

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: Erendiz ATASÜ...


Türkiye'de, yazmak isteyenler nedense hep yabancı edebiyatçıları örnek alıyor, onların deneyimleri üzerinden bir fikir geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda “Yeni Adana’da Düşünce-Sanat ve Toplum”  olarak bir eksikliği giderme çabası içine girdik. Değerli edebiyatçılarımızın katılımıyla kapsamlı bir bellek oluşturmaya çalışacağız. Yazar adaylarına yol gösterici olacağına inanarak… Bu haftaki konuğumuz kıymetli yazarımız Erendiz ATASÜ...

2021’de ilk öyküm basılalı tam kırk yıl dolacak. Çocukken, ilk gençliğimde yazar olmak gibi bir hayalim var mıydı? Kesinlikle hayır.  Sevgi Soysal’ın değindiği yolun bir başka çeşitlemesini izlemişim, her halde. Hani o der ya, yirmi beş yaşımda musluklarımda bir arıza oldu, sözcükler akıtmaya başladım… Benim başıma da tam yirmi beş yaşımda bu hal geldi; ama Sevgi Soysal’ın yaşam çizgisinden bambaşka bir süreçti benimki… Bir defa çok uslu, çok söz dinleyen bir çocuk ve ergendim. İsyanlarım ertelenmişti, ne sebeptense? Uzun sürmüş bir çocukluk, bir tür uyuyan güzel hikayesi belki; üzerine fazlaca titrenilmiş ama şımartılmamış, sadece aşırı korunmuş bir çocuk… Babamın 1970 sonundaki ani ölümüyle bu güvenli ve biraz sıkıcı çocukluktan hayata acı ile uyandım ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

Gerçi yazmaya başlamam daha sonraya rastlar. Kültür şokunun etkisi diyorum, buna. Ankara Üniversitesi Eczacılık fakültesinde asistandım ve 1971-72 ders yılında Londra Üniversitesinin lisans üstü programında burslu öğrenciydim. Dünyanın   dört köşesinden insanlarla birlikte. Benim aydınlanmış ama cinsel konularda tutucu çevremden ne kadar farklıydı, 1968 sonrası Avrupa! Kendi özgürlük şarkısıyla sarhoş. Londra inanılmaz bir kütür ve sanat şehridir, Üniversite o dönemler bizlere parmak ısırtacak kadar teknolojide ileri… Hem çok mutlu hem çok mutsuzdum. Thatcher’in kemer sıkma politikasına henüz tabi olmamış, süngüleri henüz düşmemiş ve hala İmparatorlukları var sanan İngilizler mağrur mu mağrur.  Ve kadınlar, onca cinsel özgürlüğe rağmen, erkeklerin egoizmi yüzünden mutsuz mu mutsuz. Ve kadınlar,  mesleki yaşamda, henüz Atatürk ilkelerinin geçerli olduğu Türk üniversitelerinde biz kadın akademisyenlerin uğramadığımız biçimde, inanılmaz ayrımcılıklara uğramakta hala ve hafife alınmakta, erkek meslektaşlarınca; artlarındaki 200 yıllık aydınlanma geleneğine rağmen! Yalnızlık çekiyordum ve ilk kez hayatın anlamı, kadın olmanın halleri, aşk ve cinsellik üzerine kara kara düşünüyordum. Bir yandan da Cumhuriyetimiz, onun kazanımları ve yetersizlikleri üstüne de düşünüyordum. Evimi, yurdumu hem özlüyor, hem onlardan özgürleşmenin tadını alıyordum. Ülkemdeki arkadaşlarıma uzun uzun mektuplar yazıyordum. Mektuplarımın tiryakisi olmuşlardı, öyle diyorlardı; yurda döndükten sonra, mektup faslı sona erdi; ben de günce tutmaya başladım ve bir daha kalemi elimden bırakmadım.

Günceydi, hikayeydi, romandı, denemeydi derken geldik bu güne. Galiba otuza yakın kitabım var.

Peki ama benim bozulan musluklarımdan akıtacağım sözcükler ne zaman ve nasıl ruhumun  deposunda birikmişti?.. Kanımca ‘sanatçı yazar’ ve bütün diğer sanatçılar, ya bu “özellik” ile – dilerseniz “yetenek” diyelim, ben “karakter özelliği” diyorum- doğuyorlar ya da bunu hayatın ilk yıllarında -yani kişilik oluşurken- edindikleri izlenim ve deneyimlerle bir biçimde benliklerine katıyorlar. Sözünü ettiğim kişilik özelliği şu: Yaşanılanın etkisiyle zihninde bir takım imgelerin belirmesi, ressamlar için biçimler ve renkler her halde, heykeltıraşlar için oylumlar, yazarlar için hayali kişiler ve hikayeler, şairler için sözel imgeler… Herkeste olan bir zihinsel dönüşüm değil bu; ve işin omurgası işte bu zihinsel dönüşüm; ve öğretilemez, o nedenle yazarlık kurslarını – özür dileyerek- çok da ciddiye alamadığımı belirtmeliyim. Bu işin eğitimi okumaktır; egzersizi de günce tutmak. Ve çok, çok ve geniş okumak, nitelikli eser okumak ve üstüne düşünmek. Bir de edebiyatçılar için, insanlara ilgi duymak, onları önyargısız bir merakla, yargılamadan anlamaya çalışmak.

İşte şimdi geldik, benim ruhumun deposuna; kardeşsiz ve yalnız bir çocuktum, üstüme aşırı düşen anne babamı ve yakın akraba çevresini saymazsak. Sık sık anjin geçirdiğim için annem sokakta arkadaşlarla oynamama izin vermezdi, oysa o dönemde sokaklar trafikten azade ve ne kadar emniyetli idi. İlkokula başlayana kadar hiç arkadaşım yoktu diyebilirim; kendime hayali arkadaşlar yaratmıştım. Gerçi bunu bir miktar bütün çocuklar yapar, bebekleriyle konuşurlar filan… Yaşantımda eksik olan oyunun yerine geçmişti bu hayali faaliyet ve bir şey daha, o zamanlar hiç farkında değildim, ama çevremdeki büyüklere dikkat ediyor, onları adeta inceliyor, meraklı bir bilmece gibi çözmeye çalışıyordum. Bu faaliyetimden kimsenin haberi yoktu tabi, bilinçli bir çaba değildi, ben de ne yaptığımın farkında değildim, incelediğim insanlarla özdeşim kurduğumun farkında nasıl olabilirdim ki, o çocuk halimle! Ama başkalarının manevi acılarını ve fiziksel ağrılarını da kendi çocuk bedenimde ve dünyamda hissetmeye başlamıştım. Sanıyorum gerçek bir yazar için gözlem gereklidir ama yetmez; kişileriyle özdeşim kurabilmesi gerekir.

Tabi genetik ve kültürel özellikleri de unutmayalım, annemde ve babamda, her ikisinde de büyük bir edebiyat sevgisi ve edebiyata eğilim vardı; ikisi de şiir yazarlardı ve Cumhuriyetin bu iki fedakar öğretmeni, kendileri için bir şey talep etmeyi bilmeyen ya da önemsemeyen bu iki insan, sınav ve ödev kağıdı değerlendirmelerinden, ders hazırlamalardan baş alıp da kendi yeteneklerine eğilmeyi asla düşünmediler, kendilerini önemsemediler. Evimiz kitap doluydu, kardeşsiz çocukluğumun kardeşi kitaplar olmuştu.

Böylece yirmi beş yaşımda yetişkinlik yaşantım fiilen başladığında, hayat konusunda hayli bilgim vardı ve hiç deneyimim yoktu. Bu çelişki yüzünden çok acı çektim ama hiç konu sıkıntısı çekmedim.


Bu soruya birçok kadın yazar pek cılız yanıtlar verebilecektir. Kadın olarak böyle bir lüksümüz yok ki! Yazıyla uğraşırken özel koşullar talep etmek… Çoğumuza yabancı… Eskiden, gençliğimde her koşulda yazabilirdim, diyeceğim; mesela otobüsle şehirler arası yolculuklarda, hastalık nekahatlerinde… Bunlar ideal koşullardı, yazabilmem için.  Yazmaya ciddi biçimde başladığımda, sorunlu bir evliliğim, küçük bir çocuğum, yaşlı ve hasta bir annem vardı. Üstelik, artık doçenttim, yani ağır sorumluluk isteyen bir de görevim vardı. Nerede ve nasıl yazabiliyordum, size göre? Fakülte yönetim kurullarında, sen ben kavgasıyla hocalar birbirini yerken, bir köşede sessizce hikayelerimi kurardım; ya da işe gelip giderken otobüste ya da dolmuşta. Tümceler, noktasına virgülüne kadar hazır dururdu zihnimde; öyle güçlü bir belleğim vardı; ilk fırsatta onları çalakalem kağıda geçirirdim. Şimdi, tabi böyle bir şey yapamam, böyle bir belleğim artık yok. Tek lüksüm, Çarşamba öğleden sonraları fakülteyi “asabilmekti”! Zamanla pek çoğu kapanmış olan güzel kafeler, çay bahçeleri vardı Ankara’da, ‘70lerin sonunda, ‘80’lerde; oralarda oturur ve yazardım; evde çalışabilmem mümkün değildi.

Şimdi hayatım çok daha tenha, mekanım sadece bana ait; bir çalışma odam bile var! Ama alışmış kudurmuştan beterdi, derler, çok doğru. O odadan ziyade, salonda divanda çalışıyorum, arkama yaslanarak, bacaklarımı uzatarak, laptopum kucağımda. Başvuracağım kitaplar varsa, onları yanı başımdaki sehpanın üzerine yerleştiriyorum. Masada çalışmak belimi ağrıtıyor.  Akşamüstleri, bir fincan kahve veya çay bana eşlik ederse, keyfime diyecek olmaz. Kış akşamları bir kadeh kırmızı şarap veya bir kadeh konyak… Belli bir çalışma saatim yoktur, günün akışına göre belirlenir çalışma zamanım ve sürem; ancak her gün mutlaka en az bir saati yazıya ayırırım, hep kurmaca ya da makale veya deneme yazmakla uğraşmam, bazen sadece güncemi yazarım ama her gün mutlaka bir şey yazarım. Çalışırken, müzik dinlerim, çoğunlukla klasik müzik. Müzik olmazsa eksiklik hissederim. Eskiden gece, sessizlikte, sadece evde değil, sokaklarda da el ayak kesilmişken çalışmayı severdim, yani çok eskiden değil, üniversiteden emekli olduktan sonra. Şimdi zihnim aşırı uyarılınca uykum kaçıyor, artık akşam yemeğinden sonra çalışmıyorum.

(Bu başlığın oluşturulmasında F. Hüsnü Dağlarca’nın “Yapıtlarımla Konuşmalarım”ı etkili olmuştur.)

Bir kitap yazılma sürecinde benim için çok önemlidir; hayatımda kızım ve torunumdan sonra en önemli unsurdur; yaşantımın merkezinde durur. Sonra, o yoğun ilgimi kaybederim. Yetişkin bir evladı hayata emanet eder gibi, onu okura bırakırım. Dolayısıyla tamama ermiş bir “kitapla konuşma” bana yabancı gelir; ama elbette her kitabın özellikle romanların bir yazılma öyküsü vardır. Dilerseniz birini anlatayım. Daha doğrusu ikisini anlatayım; çünkü kesişen önemli bir nokta var, aralarında; olay örgüleri, kişileri, kurguları, uslupları bambaşka olsa da. Nedir ortak nokta: Türkiye’nin geldiği durumun bana verdiği acı… Roman bir tür olarak, -özellikle tarihi bir romandan bahsetmiyorsak- ana plana kişileri alır tabi, ama art alanda o kişilerin ömürlerinin rast geldiği tarihi dönem vardır ve bu tarihsellik o kişiler için bir tür kaderdir.

Dağın Öteki Yüzü”nde çocuklukları Osmanlı’nın çöküşüne, ilk gençlikleri Cumhuriyetin yükselişine, olgun gençlikleri ise İkinci Dünya Savaşı’na rastlayan insanları ve bu idealist kuşağın, Türkiye’nin Savaş ertesinde başlayan “iniş” dönemindeki düş kırıklıklarını, küskünlüklerini ve ihanetlerini anlatmaya çalıştım. Kişiler ailemin fertleriydi. Büyükleri birbiri peşi sıra kaybetmiş ve her birinin ardından birer ağıt öykü yazmıştım. Bu öykülerin birbirleriyle anlamsal ve dilsel bağlantılar oluşturduklarını görünce, aslında bir roman yazmakta olduğumu anladım. İlk fikir görsel bir imgeydi: Annemin öldüğü gece, gözlerimde şöyle bir manzara canlanmıştı: Annemin kumral saçlı gençlik başı, tirşe renkli iri gözleriyle bir dağın ardından güneş gibi doğuyordu. Kitapta bu imgeyi, Türklerin karanlık ufkunda bir güneş gibi doğan Mustafa Kemal için kullandım. Annemle babamın birbirlerine yazdıkları mektuplarda 1930’ların 1940’ların bireysel ilişkiler atmosferini yakalamıştım. Roman yazdığımı anlayınca, durup, toplumsal fonu doğru oturtabilmek için döneme dair okumaya daldım, siyasi tarih ve anılar, örneğin Yakup Kadri’nin anıları. Yıl 1995 idi.

20 yıl sonra, 2010’ların ortalarında “Baharat Ülkesinin Hazin Tarihi”ni yazıyordum. “Aydınlanma”ya ve sanayileşmeye geç kalmış ülkelerin benzer tarihsel serüvenleri zihnimde uğuldayıp duruyordu. Ama fitili ateşleyen gene ilk bakışta ilgisiz bir imgeydi: Mavi okyanusa çakılan bir uçak. İmge benim uçak korkumdan kaynaklanıyordu ve onu yazmadıkça beni rahat bırakmayacaktı.  Romanda imgeyi, kadın bir pilotun yönetimindeki  askeri uçağın, pilotun intiharını düşündüren düşüşü için kullandım. Hindistan’ı görmeseydim bu kitap her halde gene yazılırdı ama bambaşka bir hal alırdı. Biri komutan, biri pasif direnişçi iki büyük önder, iki büyük devrimci: Atatürk ve Gandi; çok farklı iki ülke, ülkem ve Hindistan; aradaki benzerlikler şaşırtıcı idi. Romanda olaylar, tüm gecikmiş ülkeleri anıştırması için hayali fakat simgesel Baharat Ülkesi’nde geçmektedir. Tabi pek çok tarihsel ve siyasal çağrışım okura kendi ülkesini hatırlatmakta. Kimi okur roman kişilerini ve olayları gereğinden çok gerçek kişilerle ve olaylarla özdeşleştirme eğilimine girdi ve romanın tavrı, o kişi ve olaya dair kendi kişisel yorumuyla örtüşmüyorsa irkildi. Kimi deneyimli okur ise bu tuzağa düşmedi ve kitabın asıl derdi olan, “kadın”ın tarihteki üzeri örtülmüş rolü, şiddete başvurmak zorunda kalan kadının, örneğin bir kadın savaşçının düştüğü açmazlar gibi olay örgüsünün altında yatan ana izleklere ulaşabildi.

Bu kitabı yazmak benim kafamdaki “Bu ülke niye böyle oldu? Ve “Devrimler (dünya devrimleri) niçin yarım başarılar olarak kalıyor?” sorularını yanıtlamıştır. Nasıl hayatta kimi ilişkilerde ne yaparsanız yapın olumsuzluktan kurtulamaz iseniz, tarihte de devrimler kimi başarısızlıklardan kaçınamıyorlar; geçmiş o başarısızlıkları adeta dayatıyor!

 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER