“EĞİTİMDE DİYANET, DİNİ VAKIF VE DERNEKLERİN KUŞATMASI ARTTI”
EĞİTİM 18.01.2020 00:45:00 1393 0

“EĞİTİMDE DİYANET, DİNİ VAKIF VE DERNEKLERİN KUŞATMASI ARTTI”

EĞİTİM SEN’in Raporu’nda, MEB’in, Diyanet İşleri ve dini cemaatlerin uzantısı olan kimi vakıf ve derneklerle imzaladığı işbirliği protokolleri ile okulların dini grupların temel faaliyet alanları haline getirilmesine tepki gösterildi

Eğitim Sen 2019-2020 Eğitim Öğretim 1. Yarı yılında eğitimin durumunu belirleyen raporunda, “MEB ile imzalanan protokolleri kullanan tarikat ve cemaatlerin son dönemde belirgin olarak faaliyetlerini artırdıkları ve buna bağlı olarak da eğitim alanında ciddi sorunların yaşandığı bir dönemi geride bırakıyoruz. Seçmeli derslerin belirlenmesinden, yarıyıl tatilinde öğrencilerin tarikat ve cemaat kamplarına taşınmasına, yarışma adı altında düzenlenen gerici faaliyetlere kadar çok sayıda pratik adeta eğitim alanını kuşatmış durumda. 2019-2020 eğitim-öğretim yılının birinci dönemi, MEB yönetiminin yaşananlara kayıtsız kalarak, duruma müdahale etmediği ve bundan dolayı da söz konusu tarikat ve cemaatlerin faaliyetlerini yaygınlaştırdığı ve artırdığı bir dönem oldu,” değerlendirmesi yapıldı.

Raporda, “MEB’in merkezi olarak Diyanet İşleri Başkanlığı, yerellerde ise il müftülükleri başta olmak üzere, büyük çoğunluğu dini cemaatlerin uzantısı olan kimi vakıf ve derneklerle çeşitli konu başlıkları altında imzaladığı işbirliği protokolleri, okullarımızın dini grupların temel faaliyet alanları haline getirilmesine neden olmuştur,” denilerek şu eleştiriye yer verildi:

“Dini vakıf ve derneklerin devlet okullarında başta ‘değerler eğitimi’ olmak üzere, tamamına yakını dini içerikli çeşitli konularda ders ve seminer verebilmesi, kendi yayınlarını dağıtabilmesi, pedagojik olarak sakıncalı olmasına rağmen çocukları camilere yönlendirmesi vb. gibi faaliyetlerin yolu açılmıştır. Geçmişte yapılan yanlış adımlar sürdürülmekte, dini cemaatler eğitim sistemine dâhil edilerek ‘paralel’ eğitim uygulamaları hayata geçirilmektedir. “

EĞİTİM SEN’NİN “2019-2020 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI I. YARIYILINDA EĞİTİMİN DURUMU” RAPORU ŞÖYLE:

“2019-2020 eğitim-öğretim yılının ilk yarısı 17 Ocak 2020 tarihinde sona erecek, 946 bini resmi okullarda, 180 bini yakın özel okullarda olmak 1 milyonu aşkın öğretmen ve 18 milyona yakın öğrenci yarıyıl tatiline girecek.

 Bu dönemde eğitim alanında en dikkat çekici durum, MEB’in eğitimin temel sorunlarına çözüm üretmek yerine, sürekli olarak eğitimde yaşanan sorunların çözüleceğine dair bir algının kamuoyunda oluşması için çaba harcaması oldu. Eğitim alanında bir taraftan tarikatların ve cemaatlerin faaliyetlerinin arttığına tanıklık ederken, diğer taraftan da eğitimde piyasalaşma pratiklerinin MEB tarafından verilen destekle hızlanarak sürdürdüğünü gözlemledik.

MEB ile imzalanan protokolleri kullanan tarikat ve cemaatlerin son dönemde belirgin olarak faaliyetlerini artırdıkları ve buna bağlı olarak da eğitim alanında ciddi sorunların yaşandığı bir dönemi geride bırakıyoruz. Seçmeli derslerin belirlenmesinden, yarıyıl tatilinde öğrencilerin tarikat ve cemaat kamplarına taşınmasına, yarışma adı altında düzenlenen gerici faaliyetlere kadar çok sayıda pratik adeta eğitim alanını kuşatmış durumda. 2019-2020 eğitim-öğretim yılının birinci dönemi, MEB yönetiminin yaşananlara kayıtsız kalarak, duruma müdahale etmediği ve bundan dolayı da söz konusu tarikat ve cemaatlerin faaliyetlerini yaygınlaştırdığı ve artırdığı bir dönem oldu.

2019-2020 eğitim-öğretim yılının birinci döneminin en önemli olaylarından biri de Doğa Koleji’nde yaşanan sorundu. Bu sorunun hala çözülmemiş olması ve MEB yönetiminin çaresizliği, kamusal eğitimin neden yaşamsal olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.

MEB yönetiminin seçmeli derslerin belirlenmesi ile ilgili kendi çıkardığı yönetmeliği yok sayarak, derslerin seçim takvimini öne çekmesi ise dikkat çekici diğer bir durumdu. Yönetimin gerekli gördüğü durumlarda, yasal düzenlemeleri yok sayma hakkını kendinde görmeye başlaması önümüzdeki dönemlerde keyfi uygulamaların önünü açma riskini de kendi içerisinde barındırmaktadır.

Eğitimin niteliğinde yıllar içinde yaşanan gerileme, eğitimde yaşanan ticarileşme ve dinselleşme uygulamaları, okulların fiziki altyapı ve donanım eksiklikleri, kalabalık sınıflar, ikili öğretim, taşımalı eğitim, çocukların camilere götürülmesi, dini cemaat ve vakıfların kreşlerine ve yurtlarına yönlendirilmesi, çocukların taciz ve istismara uğraması, mülakata dayalı sözleşmeli öğretmenlik ve ücretli öğretmenlik uygulamasının sürmesi, ataması yapılmayan öğretmenler sorunu vb. gibi çok sayıda sorun 2019-2020 eğitim-öğretim yılının birinci döneminde de varlığını sürdürmüştür.

Siyasi iktidarın temsilcileri ve MEB bürokrasisi, yaptıkları açıklamalarda kullandıkları istatistiki veriler ve takip etmesi güç rakamlarla, eğitim alanında “işlerin iyi gittiği” algısını oluşturmaya çalışsa da alandaki gerçeklik farklıdır. 4+4+4 sonrasında zorunlu eğitim süresinin 12 yıla çıktığı iddia edilmesine rağmen, ortalama eğitim süresi 9 yılda kalmıştır. Türkiye’de her üç okuldan birinde ikili eğitim yapılmaktadır. MEB verilerine göre ikili eğitim yapılan okul oranı 2018’de yüzde 33,83 iken, 2019 hedefi yüzde 29’dur. 2020 yılında 4+4+4 sisteminden kaynaklı olarak lise çağındaki öğrenci oranının yarı yarıya artması beklenmektedir. Bu durum özellikle liselerde ikili eğitim uygulamasını daha da yaygınlaştıracak, MEB’in hedeflediği rakamların çok üzerine çıkılacaktır.

Türkiye’de eğitim sistemi uzun süredir ciddi sorunlarla karşı karşıya bırakılırken, eğitimin temel sorunlarına yönelik çözümsüzlük politikaları 2019-2020 eğitim öğretim yılının ilk yarısında yapılan düzenlemeler ve fiili uygulamalarla sürdürülmüştür. Siyasi iktidarın eğitim alanında, uzun süredir kendi siyasal-ideolojik hedefleri doğrultusunda attığı adımlar ve eğitim alanında hayata geçirilen ‘piyasacı’ ve ‘dini eğitim’ merkezli uygulamalar, başta öğrenciler olmak üzere, öğretmenler, eğitim emekçileri ve velileri doğrudan etkilemiştir.

Eğitimde yaşanan ve yapısal hale gelen sorunlar her ne kadar görmezden gelinmeye çalışılsa da, eğitim sorunu halkın en temel gündemini oluşturmayı sürdürmektedir. Çocuklar eğitim hakkından eşit koşullarda yararlanamamakta, çocuk yaşta evlenmenin önüne geçen adımlar atılmamaktadır. Yoksul, emekçi ailelerin çocukları başta olmak üzere, kız çocukları, kırsal kesimde yaşayan çocuklar açısından eğitime erişim konusunda ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Bölgesel, cinsel, sınıfsal vb. eşitsizlikler, anadilinde eğitim gibi en temel sorunlar iktidarın çözmek bir yana daha da derinleştirdiği temel sorunlar olarak varlığını sürdürmektedir.

Eğitim sistemi toplumsal cinsiyet eşitliğinden oldukça uzak ve giderek dinsel içerikler kazanan muhafazakâr egemen ideolojinin yoğun baskısı ve denetimi altındadır. Toplumsal yaşamın her alanında görülen cinsiyetçilik ve cinsiyetçi uygulamaların en yoğun görüldüğü alanların başında eğitim alanı ve okullarımız gelmektedir. Geçtiğimiz dönemde cinsiyetçilik ve cins ayrımcı uygulamaların okullarda etkili şekilde üretilmeye devam ettiği görülmüştür. Geleneksel cinsiyet rolleri aile, okul, hukuk, ahlak, din ve medya tarafından sistemli bir şekilde çocuklara ve topluma aktarılmaya çalışılmaktadır.

Eğitim programlarında ve ders kitaplarında ülkedeki etnik, dilsel, kültürel ve inanç çeşitliliği neredeyse hiç yansıtılmamaktadır. Eğitim sisteminde ve toplumsal yaşamda benimsenen tekçi anlayış, farklı inanç, kimlik ve mezhepleri yok saymayı, onları ve taleplerini görmezden gelmeyi ısrarla sürdürmektedir. Türkiye’nin laik, bilimsel eğitim konusunda olduğu gibi, anadilinde eğitim konusundaki olumsuz sicilini ısrarla sürdürmesini anlamak mümkün değildir.

Türkiye’de çeşitli nedenlerle eğitime erişimde, kız çocuklarının, mülteci çocukların, anadili Türkçe olmayan çocukların, LGBTİ+’ların, engelli çocukların ve geçici koruma altındaki çocukların dezavantajları günden güne artarak devam etmektedir. Türkiye’de milyonlarca çocuk ve gencin eğitim hakkından eşit koşullarda yararlanmasını engelleyen, eğitimi kendi siyasal-ideolojik hedefleri doğrultusunda alt-üst etmek için yıllardır çalışanların ülkeyi ve eğitim sistemini getirdiği nokta içler acısıdır.

TÜRKİYE’DE ÇOCUKLAR VE HAKLARI TEHDİT ALTINDADIR

Türkiye’nin de taraf olduğu Çocuk Hakları Sözleşmesi, halen dünya genelinde en çok sayıda ülke tarafından kabul edilen insan hakları belgesi olma özelliği taşımaktadır.  197 devletin imzaladığı ve çocuk hakları konusunda yükümlülük altına girmeyi taahhüt ettiği belge, çocuklar için daha iyi bir dünya çabası açısından önemli bir dayanak olmayı sürdürmektedir.

Türkiye’de eğitim ve sağlık sisteminden kadın politikalarına kadar her alanda çocukların yararını değil, kendi çıkarlarını düşünen mevcut sistem; çocuklarımızın sahip olduğu heyecan, merak ve yaratıcılıktan açıkça korkmaktadır. Bu nedenle toplumsal yaşamdan dışlanarak aile içine hapsedilen kadınlar ve çocuklar devlet politikaları ile sosyal yaşama katılımdan uzaklaştırılmaktadır. Son olarak otizmli çocuklara yönelik olduğu gibi, özel eğitim alanındaki çocuklar da sık sık ayrımcı ve dışlayıcı uygulamalarla karşı karşıya bırakılmaktadır.

Çocuklara Yönelik Ayrımcılık ve İstismarlar Artmıştır

Okul öncesi kurumları ve kreşleri kapatan, kadınları ev içine hapseden ekonomik ve sosyal adımlar çocukları da doğrudan etkilemekte, çocuklara yönelik artan şiddet ve istismarın önü açılmaktadır. Türkiye 1995 yılında Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin bazı önemli maddelerine çekince koyarak çocuklar arasında etnik köken, din ya da kültüre dayalı ayrımcılık yapılmasını meşrulaştırmıştır. İHD İstanbul Şubesi Çocuk Hakları Komisyonu'nun raporuna göre, son 16 yılda 18 yaşın altında 440 bin çocuk doğum yapmıştır. Cinsel suçların yüzde 46'sı çocuklara karşı işlenirken, çocuğun cinsel istismarında Türkiye dünya listesinde 3. sıradadır.

Türkiye’de eğitim sisteminin müfredat, ders kitapları ve uygulama alanları itibari ile çocukların, etnik köken, dil, din ve inanç ayrımcılığı ile karşı karşıya olduğu bilinmektedir. Özellikle farklı kimlik ve inanç kökenine sahip çocuklara, özellikle de Suriyeli çocuklara yönelik ayrımcı uygulamaların artmış olması düşündürücüdür.

Çocuklar Ucuz İş Gücü Kaynağı Olarak Kullanılmaktadır

Eğitimde 4+4+4 düzenlemesiyle zorunlu eğitim 12 yıla çıkarılırken, kademeler 4+4+4 olarak ayrılarak, okula başlama yaşı düşürülmüştür. Bununla beraber okuldan ayrılmanın önünün açılması ile birlikte çocuk işçiliğin yaşı 14’e kadar düşmüştür. Bu durum, çocukların eğitim hakkından mahrum kalmasının önünü açarak, ucuz iş gücü olarak çalışma hayatında yer almasını kolaylaştırmıştır. Eğitimde 4+4+4 düzenlemesi başta olmak üzere, çıraklık ve stajyerlik uygulamaları gibi çok sayıda düzenleme çocukların eğitimden uzaklaşmasını ve işçi olarak çalışma yaşamına sürüklenmesine neden olan sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

Çalışan çocukların bir bölümü tarım sektöründe ucuz iş gücü, bir bölümü de ücretsiz aile işçisi olmaktadır. Kız çocukları da benzer nedenlerle eğitim öğretimden uzaklaşarak erken evliliğe sürüklenmekte, iş gücüne kayıt dışı olarak katılmaktadır. Ayrıca anadilinde eğitim alamayan öğrencilerin okulda başarısız olarak eğitim dışına itilmeleri de okulu erken yaşta terk etmelerine neden olmaktadır. Artan yoksulluk ve işsizlik nedeniyle aileleriyle birlikte göç etmek zorunda kalan çocuklar göç ettikleri şehirlerde çocuk işçi olarak çalışmak zorunda bırakılmaktadır.

Türkiye’de çocuk haklarına yönelik olarak ortaya çıkan karanlık tablo, çocuk haklarının ülkemizde sadece kâğıt üzerinde kaldığını göstermektedir. Eğitim ve yaşam hakkı başta olmak üzere, Türkiye’de çocukların en temel haklarının tehdit altında olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir.

MEB OKULLAŞMA POLİTİKASINI SİYASİ HEDEFLERE GÖRE BELİRLEMEKTEDİR

MEB’in mesleki eğitim ve imam hatip lisesi temelli olarak şekillendirilen okullaşma politikası, öğrencilerin çoğunluğunun bu okullara gideceği veya gitmesi gerektiği ön kabulü üzerinden şekillendirilmektedir. Böylece, bir taraftan sermayenin ihtiyaç duyduğu öğrencileri ara elemanlar ve ucuz iş gücü olarak gören politikalar yaşama geçirilirken, diğer taraftan imam hatipleştirme politikaları üzerinden eğitimin dinselleştirilmesi ve siyasi iktidarın politik kitle tabanının genişletilmesi yönünde adım atılması hedeflenmiştir. 

MEB’in imam hatip ve meslek liseleri merkezli olarak şekillendirdiği ortaöğretim okullaşma politikası, yıllardır öğrencilerin çoğunluğunu bu okullara yönlendirmeyi hedeflemiş ancak sonuç tam tersi olmuştur. 2019 Liseye Geçiş Sınavı (LGS) sonucunda birçok ilde Anadolu liseleri kapasitesinin iki katı öğrenci kabul ederken, başta imam hatip liseleri olmak üzere, bazı liselerin kontenjanları bu yıl da büyük ölçüde boş kalmıştır.

Öğrenciler tarafından talep edilmemesi ve ihtiyaç olmamasına rağmen, MEB tarafından hazırlanan Stratejik Plan’da yeni imam hatip okulları açılmasıyla ilgili hedefler belirlenmiştir. İmam hatiplerin eğitim kalitesini arttırmak için 2,7 milyar TL harcama planlanması; OSB’lerde bulunan mesleki ve teknik ortaöğretim kurumu sayısının 70’ten 90’a çıkarılması, özel sektörle iş birliği kapsamında meslek liseleri ile yapılan protokol sayısının 45’ten 95’e çıkarılması dikkat çekicidir.

LGS Sonuçları Göz Ardı Edilmiştir

MEB’in yanlış okullaşma politikasının bir sonucu olarak, 2019 LGS sonuçlarına göre öğrencilerin Anadolu lisesi taleplerini karşılamakta zorlanan MEB, çareyi tam gün eğitim yapan Anadolu liselerinde yeniden ikili öğretime geçmekte bulmuştur. Kontenjan sorunu bu şekilde çözülmeye çalışılsa da, bu durumun okullardaki eğitimin niteliğinde yarattığı olumsuzluklar yok sayılmış ya da göz ardı edilmiştir. İkili eğitim öğrencilerin şafak vakti derse girip akşam karanlığında dersten çıkmasına neden olmuştur.

Geçtiğimiz eğitim öğretim yılı başında ortaöğretime geçişte yerel yerleştirmede en çok tercih edilen okul türü olan Anadolu liselerindeki öğrenci sayısı, imam hatip liselerini tercih etmek zorunda bırakılan öğrencilerin üç katı olmasına rağmen, imam hatip lisesi ve meslek lisesi sayılarının hala ısrarla arttırılmak istenmesi dikkat çekicidir. MEB, okul türleri arasında resmen ayrımcılık yapmakta ve ortaöğretim sistemini imam hatipler ve meslek liseleri merkezli olarak yeniden yapılandırmaya çalışmaktadır. Ancak öğrenciler, ülkenin neresinde olursa olsun tercihlerini, iktidarın tüm çabalarına rağmen büyük çoğunlukla akademik eğitim veren okullardan yana kullanmıştır. 

MEB, Okullaşma Politikasını Gözden Geçirmelidir

Öğrencilerin ilgi, yetenek, gereksinim ve tercihlerini dikkate almayan, okullaşma politikasını ve buna bağlı olarak kontenjanları bunlara göre oluşturmayan MEB’in yanlış politikaları nedeniyle öğrencilerin istediği okul türünde ve okulda eğitim alma hakkı açıkça ihlal edilmiştir. Velilerin ve öğrencilerimizin talebi, akademik liselerin sayısının ve kontenjanlarının artırılması, ekonomik kriz gerekçe gösterilerek durdurulan okul ve derslik yapımının hızlandırılmasıdır.

2019-2020 eğitim öğretim yılının 4+4+4 düzenlemesinin yaşama geçirilmesinin 8. yılı olması nedeniyle, bu yıl LGS’ye girecek öğrenci sayısı yüzde 50 artış gösterecek ve bu yıl 1 milyon 800 bin öğrenci sınava girecektir. MEB bu durumu mutlaka göz önünde bulundurarak gerekli hazırlıklara zaman geçirmeden başlamalıdır.

PISA 2018 SONUÇLARI EĞİTİMİN DURUMUNU ORTAYA KOYMUŞTUR

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından her üç yılda bir gerçekleştirilen ve uluslararası ölçekte matematik, fen ve okuma becerilerini ölçen en önemli sınavlardan biri olan Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı PISA 2018 sonuçları, Türkiye’de eğitimin durumunu ortaya koymuştur. Türkiye, 37 OECD ülkesi arasında okuma becerilerinde 466 puanla 31'inci; matematik okuryazarlığında 454 puanla 33'üncü, fen bilimlerinde 468 puanla 30'uncu olmuştur.

PISA 2018 sonuçlarına göre, Türkiye'de öğrenciler ‘okuma, matematik ve fen bilimi’ alanlarının tamamında 2015’e göre daha iyi bir performans sergilemesine rağmen OECD ortalamasının oldukça altındadır. Türkiye, 2003'den bu yana her üç yılda bir yapılan PISA sınavında bütün branşlarda OECD ortalamasının altında kalmıştır. 

2018 sonuçları Türkiye’nin okuma alanında ancak PISA 2012’deki seviyesine yaklaşabildiğini, matematik ve fen alanlarında ise 2012 seviyesinin üzerine ancak çıkılabildiğini göstermektedir. Anadolu ve fen liseleri daha önce olduğu gibi PISA 2018’de de başarılı olmasına rağmen, MEB’in bütün enerjisini imam hatip okullarına aktarmak için seferber olması dikkat çekicidir.

PISA raporunda yer alan en önemli uyarı ise sınıfsal farklılıkların eğitim ortamına yansıması olmuştur. PISA’da yüksek ve düşük puan alan öğrencilerin aynı okullarda bulunma oranının yüksekliği, okullar arasındaki farklılığı ortaya çıkarmıştır. Eğitimde sınıfsal eşitsizlikler her geçen yıl artarak sürmektedir.

Düşük Başarının Temel Nedeni 4+4+4 Düzenlemesidir

Türkiye’de eğitim sisteminin piyasa odaklı ve rekabete dayalı olması okullar ve öğrenciler arasındaki farklılıkları artıran bir işlev görmektedir. Özellikle 4+4+4 ile eğitimde yaşanan dinselleşme uygulamaları, felsefe ve bilim derslerinin ağırlığının azaltılarak, dini içerikli derslerin artması, ezberci ve sınav odaklı eğitim anlayışı, okullar, bölgeler, özellikle de cinsiyetler arası eğitim eşitsizliğinin giderilememesi, bunlara ek olarak yaşanan yoksullaşma süreçleri öğrencilerin başarısı üzerinde doğrudan etkilidir.

Türkiye’deki öğrencilerin yeterince başarılı olamamasının temel nedeni okullarda öğrencilerin bilgiyi ezber düzeyinde öğrenirken, eleştirmeye ve sorgulamaya dayalı bir eğitim anlayışının olmaması, öğrenilen bilgilerin günlük yaşamla ilişkilendirilememesidir.

PISA 2018 sonuçları öğrencilerimizin okuma becerilerinde, matematik ve fen bilimlerinde en basit düzeyde bilgiye sahip olmayı sürdürdüğünü göstermektedir. Sadece eğitime bütçeden pay ayırmak, okul binalarını yenilemek, sınıf mevcudunu azaltmak çocukların başarısı için yeterli değildir. Kamusal eğitime, öğrencilere ve öğretmenlere hak ettiği önemi vermeyen, onlara yatırım yapmayan bir ülkenin eğitimde başarılı olması mümkün değildir.

TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ EĞİTİMİN VAZGEÇİLMEZ İLKESİDİR

2018 yılı Eylül ayında Resmi Gazete’de yayımlanan 'Kurum Açma, Kapatma ve Ad Verme Yönetmeliği'nde yapılan değişiklikle, liselerin açılmasına ilişkin esasların düzenlendiği bölümden 'Çok programlı Anadolu lisesi, mesleki ve teknik eğitim merkezi ve mesleki eğitim merkezinde karma eğitim yapılır' maddesi kaldırıldı. Yapılan değişiklikle nüfus ve öğrencinin az olduğu yerleşim yerlerinde düz lise, meslek lisesi ve teknik lisedeki programları tek lisede toplayan çok programlı liselerde kız ve erkek ayrı eğitim yapılmasının önü açılırken, fiilen kaldırılan ‘karma eğitim hakkı’ hukuken de kaldırılmıştır.

MEB, 2019 yılında vesayet mekanizmalarının baskısı sonucunda 2014 yılında başlatılan ETCEP’i (Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Okul Projesi) iptal etmiştir. MEB’in ETCEP'le ilgili kapanan sayfasında ETCEP tanımı şöyle yapılmıştır; "Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Projesi (ETCEP), temel olarak, kamuoyunda toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının yaygınlaştırılmasına katkı sağlamayı amaçlar. Proje faaliyetleri özelinde ise eğitim sisteminin tüm bileşenlerine toplumsal cinsiyet eşitliği bakış açısını yerleştirmeyi hedefler."

MEB'in ETCEP projesiyle birlikte Yükseköğretim Kurulu'nun (YÖK) Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi de "mütenasip" bulunmayarak hedefe konmuştu. 8 Mart 2016'da yayımlanan belge ile YÖK'ün tüm bileşenlerinde toplumsal cinsiyet eşitliği ve adaletine duyarlı olarak hareket edileceği taahhüt edildi ve buna yönelik birtakım faaliyetler sıralandı. Bu faaliyetler arasında; üniversitelerde 'toplumsal cinsiyet eşitliği' dersinin zorunlu veya seçmeli ders şeklinde yer alması, Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezleri kurulması ve toplumsal cinsiyet eşitliği ve adaletine ilişkin farkındalığı arttırmak amacı taşıyan çalışmalar yer alıyordu. Üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitliğini hedef alan yayınlardan sonra YÖK Başkanı Yekta Saraç, tutum belgesinden 'toplumsal cinsiyet eşitliği' kavramının çıkarılacağını şöyle duyurdu:

"Projenin, toplumsal değerlerimiz ve kabullerimizle mütenasip olmadığı ve toplumca kabul görmediği hususunun göz önünde bulundurulması gereği ortaya çıkmıştır. Bu istikamette tutum belgesinde de gerekli değişikliklerin yapılmasına yönelik olmak üzere bir müddetten beri YÖK bünyesinde çalışma yürütülmekte idi. Bugün itibarıyla Tutum Belgesi'nde, 'toplumsal cinsiyet eşitliği' kavramı çıkarılarak güncelleme yapılmasına ilişkin çalışmalar son aşamasına gelmiş olup yakında üniversitelerimize duyurulacaktır.". Bu açıklamanın hemen ardından, tutum belgesi YÖK'ün sitesinden kaldırılmıştır.

Yapılan değişiklikle önce özel eğitim ve rehberlik programından, devamında sosyal etkinlikler yönetmeliğinden ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ çıkarılmış, sosyal etkinlikler çalışmalarının yürütülmesi de TÜGVA’ya fiilen devredilmiştir.

Toplumsal cinsiyet eşitliği, ayrı bir ders olarak okutulmalı, ayrıca tüm derslerin öğretim programlarının içine yerleştirilmelidir. Toplumsal cinsiyet eşitliğine aykırı kazanım ve öğeler tüm derslerin öğretim programlarından çıkarılmalıdır. Eğitim kurumları yöneticileri belirlenirken eşit temsiliyeti sağlayacak düzenlemeler hızlıca hayata geçirilmelidir.

TÜRKİYE’DE HANE HALKININ CEBİNDEN YAPTIĞI EĞİTİM HARCAMALARI ARTMIŞTIR  

OECD ortalamasında ilköğretim ve ortaöğretim kademelerinde kamu kaynaklarından yapılan harcamalar eğitim harcamalarının yüzde 90’ını, hane halkı ve özel kaynaklardan yapılan harcamalar ise yüzde 9’unu oluşturmaktadır. Türkiye’de ise eğitimde yaşanan ticarileşmenin sonucu olarak kamusal eğitim harcamalarının oranı yüzde 72,9, hane halkı ve özel kaynaklardan yapılan eğitim harcamalarının oranı yüzde 27,1’dir.

4+4+4 düzenlemesi öncesinde 2011 yılında kamusal eğitim harcamalarının payının yüzde 75 olduğu dikkate alındığında, 4+4+4 sonrasında kamusal eğitimi tasfiye hedefinin adım adım hayata geçirildiği görülmektedir. 2011 yılında hane halkının yaptığı eğitim harcamaları toplamı 13 milyar 782 milyon TL iken, 2018 itibariyle bu rakam üç kattan fazla artarak 43 milyar 30 milyon TL’ye yükselmiştir.

OECD ÜLKELERİ VE TÜRKİYE’DE ÖĞRENCİ BAŞINA YAPILAN HARCAMA

Bir Bakışta Eğitim 2019 Raporu’nda yer alan ve kademelere göre OECD ülkeleri ortalaması okul öncesi eğitimde 8 bin 377; ilkokulda 8 bin 470; ortaokulda 9 bin 884; ortaöğretimde 10 bin 368 ve üniversitede 15 bin 556 ABD dolarıdır. Türkiye’de aynı harcamalar TÜİK’in 2018 Eğitim Harcamaları Araştırması’na göre, okul öncesi eğitimde bin 798; ilkokulda bin 395, ortaokulda bin 488; ortaöğretimde 2 bin 290 ve üniversitede 3 bin 370 ABD dolarıdır. Türkiye ile diğer OECD ülkeleri arasında kademeler düzeyinde yapılan eğitim harcamaları arasındaki farklılıklar her geçen yıl artmaktadır.

Devletin eğitim harcamalarına yaptığı katkı yıllar içinde istikrarlı bir şekilde azalırken, hane halkının cebinden yaptığı eğitim harcamalarının payı istikrarlı bir şekilde artmaya devam etmektedir. Hükümetin ‘eğitime en çok payı ayırıyoruz’ söyleminin gerçeği yansıtmadığını görmek için hane halkının cebinden yaptığı eğitim harcamalarının artış seyrine bakmak yeterlidir. 

Kamu Kaynakları Devlet Okulları İçin Kullanılmalı, Kamusal Eğitim Politikaları Benimsenmelidir

Kamu kaynaklarının devlet okulları için kullanılması yerine özel okullara teşvik adı altında aktarılması, eğitimde yaşanan eşitsizlikleri ve okullar arasındaki nitelik farklarını daha da derinleştirmiştir. Bu durum okulları sadece devlet okulu-özel okul şeklinde ayrıştırmakla kalmamış, aynı zamanda zenginle yoksula ayrı ayrı ‘devlet okulu’, hatta aynı devlet okulu içinde gelir durumuna ya da başarı düzeyine göre farklı sınıflar oluşturulmasının önünü açmıştır.  

TÜİK’in 2018 Eğitim harcamaları Araştırması’nın da açıkça gösterdiği gibi, Türkiye’de kamusal eğitim adım adım tasfiye edilmekte, eğitime ayrılan kamu kaynakları oransal olarak her geçen yıl azalırken, hane halkının cebinden yaptığı eğitim harcamaları kademeli olarak artmaktadır.

Kamusal eğitim, siyasal iktidarın ve bir bütün olarak devlet aygıtının hem sınıfsal hem de demokratik talepleri karşılaması için zorlandığı, eğitim hizmetinin herkes için eşit, parasız, nitelikli ve ulaşılabilir olmasını ifade eden bir kavramdır. Bir ülkede herkesin eşit koşullarda yararlanabileceği bir eğitim hakkından bahsedebilmek için eğitimin fiziksel ve ekonomik yönden de erişilebilir olması gerekir. Eğitime erişim hakkını düzenleyen her türlü ulusal/uluslararası yasa/sözleşme, devletlere bu hakkın ayrım yapılmaksızın sağlanması yükümlülüğünü getirmektedir.

Kamu okullarına, yurtlarına ayrılmayan eğitim bütçe kaynaklarının eğitim yatırımları yerine özel okullara çeşitli adlar altında transfer edilmesi ülkenin tüm yurttaşlarının vergilerinin, emeğinin kamu yararına aykırı bir şeklide kullanılması anlamına gelmektedir. Ayrıca devletin asli sorumluluğu olan kamusal eğitim hakkının en temel ilkelerinden birisi eğitimin herkes için eşit koşullarda ulaşılabilir olmasının sağlanmasıdır.

ÖZEL OKUL TEŞVİKLERİ KAMUSAL EĞİTİMİN TASFİYESİNİ HIZLANDIRMIŞTIR

Eğitimde 4+4+4 dayatması sonrasında yıllar içinde devlet okullarının sayısı belirgin bir şekilde azalırken, her fırsatta kamu kaynakları ile desteklenen, çeşitli muafiyet ve istisnalar ile açılması teşvik edilen özel ilkokul ve ortaokul sayılarındaki artış sürmüştür. Eğitimde 4+4+4 uygulamasının başlamasından bu yana devlete ait ilkokul sayısının 5 bin 246 azalması dikkat çekicidir. Aynı dönemde devlet okullarına giden öğrenci sayısındaki azalış ilkokulda 421 bin, ortaokulda ise 303 bini bulmuştur.

Türkiye’de 2018-2019 eğitim öğretim yılı sonu itibariyle toplam 12 bin 809 özel öğretim kurumu (okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise) bulunmaktadır. 4+4+4 öncesinde Türkiye’deki özel okulların (4 bin 664) resmi okullara oranı yüzde 11’dir. Eğitimde 4+4+4 dayatması ile belirgin artış gösteren özel okulların resmi okullara (54 bin 36) oranı 2018-2019 eğitim öğretim yılı sonu itibariyle iki kattan fazla artarak yüzde 24’e dayanmıştır. Özel öğretim kurumlarındaki öğrencilerin toplam örgün eğitim içindeki oranı ise toplamda yüzde 8,7’ye ulaşmıştır. Özel okullarda okuyan öğrencilerin yüzde 16,5’i okul öncesi eğitimde, yüzde 5’i ilkokulda, yüzde 6,2’si ortaokulda, yüzde 13,7’si ise ortaöğretimdedir.

Özel Okullar Altın Çağını Yaşıyor

Türkiye’de faaliyet yürüten özel okullar AKP ile birlikte altın çağını yaşamaya başlamıştır. Özel okul ve özel okula giden öğrenci sayıları tüm zamanların rekorunu kırmış durumdadır. Eğitimde 4+4+4 uygulaması öncesinde Türkiye’de 4 bin 664 özel okul (2 bin 848 özel okul öncesi, 931 özel ilköğretim, 885 özel lise) bulunmaktayken, 4+4+4 düzenlemesi ile birlikte özel okul sayısı 12 bin 809’a (5 bin 352 özel okul öncesi; bin 808 özel ilkokul; 2 bin 60 özel ortaokul; 3 bin 589 özel lise), aynı dönemde toplam öğrenci sayısı ise yaklaşık üç kat artarak 535 bin 788’den 1 milyon 440 bin 577’ye yükselmiştir.

Gerek okul sayısı gerekse öğrenci sayısı açısından baktığımızda 4+4+4 ile birlikte eğitimde özelleştirmenin ne kadar hızlı gerçekleştiği açıkça görülmektedir. Bu durum, kamusal eğitimin hükümet ve MEB işbirliği ile çökertilerek, özel öğretimin devlet desteğiyle ihya edildiğinin kanıtıdır.

2019-2020 eğitim öğretim yılının ilk yarısında ekonomik kriz nedeniyle çok sayıda özel okul kapısına kilit vurmuş, çok sayıda öğrenci ve öğretmen mağdur edilmiştir. Türkiye Özel Okullar Derneği (TÖZOK) son bir yıl içinde 200’e yakın özel okulun kapandığı ya da devir olduğunu açıklamıştır.

Özel okullarda Yaşanan Sorunlar Kamusal Eğitimin Önemini Göstermektedir

Türkiye genelinde 51 ilde 411 okul, 82 bin öğrenci ve 13 bin 500 çalışanı bulunan Doğa Koleji’nde yaşanan ekonomik sorunlar ve öğretmenlerin 5 aydır ücretlerini alamaması, eğitimde yaşanan ‘özel okul’ sorununu bir kez daha gündeme getirmiştir. Aylardır ödenmeyen maaşları için Doğa Koleji öğretmenleri iş bırakırken, dönem başında kayıt paralarını peşin ödeyen veli ve öğrenciler de mağdur edilmiştir. MEB’in yaşananları izlemekle yetinmesi dikkat çekici olmuştur.

MEB, eğitimin gittikçe daralan kamusal niteliğini tamamen ortadan kaldırmaya çalışırken, öğrenci ve velileri açıkça özel okullara yönlendirme politikasını sürdürmektedir. Özellikle 4+4+4 düzenlemesi sonrasında, velilerin ekonomik koşullarını zorlayarak çocuklarını özel okullara göndermesi, teşvik politikaları ile özel okul sayılarının ve bu okullara giden öğrenci sayısının ciddi anlamda artmasını beraberinde getirmiş olmasına rağmen, eğitim kurumu olmaktan çok birer ticarethane gibi işletilen çok sayıda okulun ekonomik gerekçelerle iflas etmesiyle oluşan mağduriyetlerin giderilmemesi önemli bir sorun olmayı sürdürmektedir.

PROJE OKULLARINDA YAŞANAN SORUNLAR SÜRMEKTEDİR

MEB tarafından 652 sayılı KHK’nin 37. maddesine eklenen 9. fıkra ile kurulan Özel Program ve Proje Uygulayan Eğitim Kurumları’nı söz konusu değişiklik yapıldığı günden bu yana eleştirdik ve yakından takip ettik. Öğretmen atamasında ve idareci görevlendirmesinde keyfiyetin önüne açan yapısı ile proje okulları kadrolaşmanın en yoğun yaşandığı kurumlara dönüştü. Danıştay iki kez bu okullara duyuru yapılmadan öğretmen atanamayacağı ile ilgili yapmış olduğumuz başvuruyu kabul etti. MEB yargı kararını uygulamak yerine, açıkça yargı kararlarına aykırı olmasına rağmen, proje okullarına duyuru yapmadan öğretmen atamayı sürdürmüştür.

Proje okulları zaman içerisinde sadece iktidarın politik olarak kadrolaştığı kurumlar olmanın ötesine geçerek eğitimin piyasalaşmasının yoğun yaşandığı kurumlara dönüşmüştür. Okul müdürleri, proje okullarını adeta kendi özel işletmeleri gibi düşünerek, bu okullara alınacak öğretmenleri CV alarak seçmeye başlamıştır.

Ayrıca proje okullarında açılan kurslar eliyle dershaneler kamu okullarına taşınmaya başlamıştır. Bu kurslarda farklı okullarda çalışan öğretmenlere de görev verilmesi, öğretmenler arasında rekabeti artırarak iş barışını yok etmekte, öğrencilerin kendi okullarının dışındaki okullarda da kursa gidebilmesi öğrenci yararı gibi görünse de öğrenci ile okul arasındaki aidiyet duygusunu ortadan kaldırmaktadır. Öğretmenlerin birbirleriyle rekabet etmesine neden olan bu uygulama ayrıca öğretmen-öğrenci ilişkisini de zedelemektedir.

Kamuoyuna yansıyan çok sayıda iddia, proje okullarının ciddi şekilde tartışılmasına neden olmaktadır. Öncelikle, bu okullara devam eden öğrencilerin akademik hazır bulunuşluk seviyesi, bu okulların öğrencilerinin yükseköğretime devam talebini artırmaktadır. Bu durumda hem okulların dershane haline gelmesi, hem de bu okulların öğrencilerinin kimi dershanelere yönlendirilmesiyle ilgili iddiaları beraberinde getirmektedir.

Diğer okul türlerinde olduğu gibi, proje okulu uygulamasının kadrolaşma ve piyasalaşma dışında öğrenciler ve öğretmenler açısından olumlu bir sonuç üretmediği açıktır. Bu nedenle MEB proje okulları başta olmak üzere, ortaöğretimde okul türü anarşisine son vermelidir.

EĞİTİMDE DİYANET, DİNİ VAKIF VE DERNEKLERİN KUŞATMASI ARTMIŞTIR

MEB’in merkezi olarak Diyanet İşleri Başkanlığı, yerellerde ise il müftülükleri başta olmak üzere, büyük çoğunluğu dini cemaatlerin uzantısı olan kimi vakıf ve derneklerle çeşitli konu başlıkları altında imzaladığı işbirliği protokolleri, okullarımızın dini grupların temel faaliyet alanları haline getirilmesine neden olmuştur.

Dini vakıf ve derneklerin devlet okullarında başta ‘değerler eğitimi’ olmak üzere, tamamına yakını dini içerikli çeşitli konularda ders ve seminer verebilmesi, kendi yayınlarını dağıtabilmesi, pedagojik olarak sakıncalı olmasına rağmen çocukları camilere yönlendirmesi vb. gibi faaliyetlerin yolu açılmıştır. Geçmişte yapılan yanlış adımlar sürdürülmekte, dini cemaatler eğitim sistemine dâhil edilerek ‘paralel’ eğitim uygulamaları hayata geçirilmektedir.

Çeşitli cemaatlere bağlı okullar, yurtlar, kreşler ve Kur’an kurslarının açılması ve faaliyet yürütmesi, okul öncesi ve ilkokul çağındaki çocukların toplu olarak camilere götürülmesi vb. gibi uygulamalar, 2019-2020 eğitim öğretim yılının ilk yarısında artarak devam etmiştir. Benzer bir durum seçmeli derslerin seçiminde yaşanmaktadır. MEB’e bağlı il ve ilçe müdürlükleri ile çok sayıda okulda eğitim yöneticileri öğrencileri dini içerikli dersleri seçmeleri için yönlendirmeye çalışmakta, hatta fiilen zorlamaktadır.

MEB’in 2019-2023 yıllarını kapsayan Stratejik Planı’nda okul öncesi eğitime ilişkin olarak ifade edilen “Erken çocukluk eğitiminin niteliği ve yaygınlığı artırılacak, toplum temelli erken çocukluk çeşitlendirilerek yaygınlaştırılacaktı.r” ifadesine uygun olarak Diyanet’in yanı sıra dini vakıf ve dernekler yeni hedef kitlesi olarak okul öncesi eğitimi hedef almışlardır. 

Okul Öncesinde ‘Dini Eğitim’ Pedagojik Olarak Sakıncalıdır

Okul öncesi eğitimde son birkaç yıldır gelişen bir kavram olan ‘toplum temelli kurum’ ifadesi Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı 4-6 yaş kurslar, dini vakıf ve dernekler ve belediyeler tarafından açılan kreşleri kapsamaktadır. ‘Toplum temelli kurumlar’ ilk kez 2015-2016 eğitim-öğretim yılında MEB istatistiklerine dâhil edilirken, o tarihten bu yana erken okul öncesi eğitimde öğrenci sayısını en fazla artan kurumlar olmuşlardır.

2015-2016 eğitim öğretim yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’na, dini vakıf ve derneklere ait 692 okul öncesi eğitim kurumunda 4-6 yaş grubunda 21 bin 20 çocuk eğitim görüyorken, 2018-2019 eğitim öğretim yılında kurum sayısı 2 bin 560’a öğrenci sayısı ise 94 bin 817’ye çıkmıştır. Başka bir ifade ile büyük bölümü Diyanet ile dini vakıf ve derneklere ait olan okul öncesi eğitim kurumu sayısı son dört yılda 3,7 kat, öğrenci sayısı ise 4,5 kat artmıştır. MEB’in eğitim süreci açısından son derece önemli bir dönem olan okul öncesi eğitimi Diyanet İşleri Başkanlığı ile dini vakıf ve derneklere teslim etmeyi hedef olarak belirlemiş olması dikkat çekicidir.

Türkiye’de örgün eğitim içinde zorunlu din dersi ve çeşitli etkinliklerle arttırılmaya çalışılan ‘din eğitim’ pratiklerinin çocuklarda korku, endişe, umutsuzluk, suçluluk duyguları yaratması, çocuğun dini bilgiyi edinmeye hazır olmadığı bir dönemde dini eğitimle karşı karşıya bırakılmasının çocuk üzerinde olumsuz etkilerinin olması kaçınılmazdır.

Pedagojik temele dayandırılmayan sürekli dini eğitimin en önemli sakıncası, çocuklara sürekli olarak korkunun öğretilmesidir. Bir davranışa yönelmek ya da başka bir davranıştan kaçınmak için dinde en önemli referans korkudur. En çok da günahtan korkmak öğretilir. Oysa çocukluk döneminde çocukların hata yapmaları, kendi doğrularını oluşturmadan önce içlerinden gelen her türlü sese kulak vererek, kendi kendilerine vicdan ve sosyal yargı geliştirmeleri önemlidir.

Eğitim sistemi, eğitim biliminin en temel ilkelerinden, laik-bilimsel eğitim anlayışından hızla uzaklaşırken, okullarda dinselleşmeye ve inanç istismarına dayanan uygulama ve faaliyetler kaygı verici boyutlara ulaşmıştır. MEB, eğitimde ‘inanç istismarına’ yol ayan uygulamaları ile Türkiye’nin taraf olduğu Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı her türlü girişimden uzak durmalıdır.

MEB EĞİTİM SİSTEMİNİ PROTOKOLLERLE YÖNETMEYE DEVAM ETMEKTEDİR

MEB’in asli görevleri, tıpkı bir hizmetin taşerona devredilmesi gibi, çeşitli cemaatlere bağlı vakıf ve derneklere devredilmektedir. Gerek dini vakıf ve derneklerle, gerekse işveren örgütleriyle imzalanan ‘işbirliği protokolleri’ ile eğitimde piyasalaştırma ve dinselleştirme uygulamaları iç içe geçmiş şekilde hayata geçirilmektedir. Özellikle dini vakıf ve cemaatlerle imzalanan protokollere yargı kararlarına rağmen ısrarla devam edilmesi dikkat çekicidir.

MEB’in görevi çocuk ve gençleri insanlığın ortak evrensel değerleri doğrultusunda yetiştirmek, temel insan hakları ve çocukların üstün yararını gözetecek, çocuk ve gençlerin kendini gerçekleştirebilmesi için mevcut bilgi birikimine ulaşmasına ve eleştirel düşünce becerisini kazanabilmesine olanak sağlayacak somut adımlar atmak olmalıdır. Dini vakıf ve derneklerin okullarda örgütlenmesine hizmet edecek her faaliyet yasa dışıdır ve kesinlikle kabul edilemez.

MEB kimi zaman çeşitli protokoller, kimi zaman da fiili olarak okul kapılarını hem özel sektöre, hem de dini vakıf ve derneklere açmaktan derhal vazgeçmelidir. MEB ile dini vakıf ve dernekler arasında imzalanan tüm protokoller iptal edilmelidir. Hangi gerekçeyle olursa olsun eğitim alanının dini vakıf ve derneklerin temel faaliyet alanı haline getirilmesine derhal son verilmeli, eğitimin yok olma noktasına getirilen laik, bilimsel ve kamusal niteliği güçlendirilmelidir.

HUKUKSUZ KHK İHRAÇLARI SORUNU HALA ÇÖZÜM BEKLEMEKTEDİR

OHAL KHK’leri ile MEB’den 34 bin 393 kişi, yükseköğretim kurumlarından 7 bin 312 kişi (5 bin 904 akademisyen, bin 408 idari personel) kamu görevinden çıkarılmıştır. 15 Temmuz darbe girişimi sürecine katıldıkları iddiasıyla ihraç edilen asker sayısı 15 bin 584, polis sayısı ise 32 bin 93 iken benzer suçlamalardan dolayı eğitimde yaşanan toplam ihraçların sayısı 41 bin 705’tir.

OHAL sürecinde ihraç edilen kamu emekçileri çok ciddi zorluklarla karşı kaşıya kalmış, aralarında eğitimci ve akademisyenlerin de olduğu 53 kişi yaşadıkları haksızlığa dayanamayarak intihar etmiştir. KHK ihraçları ile eğitim ve bilim emekçilerin sadece işleri ellerinden alınmamış, uzun uğraşlar sonucunda kazandıkları mesleklerini yapmaları engellenmiş, kendilerinin ve ailelerinin yaşamları adeta kâbusa dönüştürülerek, açlığa mahkûm edilmişlerdir.

OHAL İnceleme Komisyonu’nun güncel verilerine göre, OHAL kapsamında yayımlanan KHK’ler ile 125 bin 678’i kamu görevinden çıkarma (3 bin 213 rütbe alma, 270 yurtdışı öğrencilikle ilişiği kesilme, 2 bin 761 kurum ve kuruluş kapatma) olmak üzere toplam 131 bin 922 tedbir işlemi gerçekleştirilmiştir. 26 Aralık 2019 itibariyle OHAL Komisyonu’na yapılan başvuru sayısı 126 bin 300’dür. Komisyon tarafından verilen karar sayısı (98 bin 300) dikkate alındığında, incelemesi devam eden başvuru sayısı 28 bindir. Komisyonun karar vermeye başladığı tarihten itibaren iki yıllık süre içinde toplam başvuruların yaklaşık yüzde 78’i hakkında karar verilmiştir.

Kuşkusuz OHAL komisyonunun kendisini mahkemelerin yerine koyarak karar vermesi hukuksuzdur ve bu şekilde verilen kararların kabul edilmesi mümkün değildir. Hukuki niteliği tartışmalı olan OHAL Komisyonu’nun, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal kurumları olan mahkemeleri yok sayarak karar vermesi açık bir anayasa ihlalidir ve suçtur. Hakkında suça bulaştığı iddia edilen kamu görevlileri ile ilgili tüm hukuki işlemler, kendisini mahkemelerin yerine koyan OHAL komisyonunca değil, mevcut hukuk sistemi içinde yer alan mahkemeler aracılığıyla yürütülmelidir.

Türkiye’nin hukuk sistemi içinde mevzuatça belirlenmiş bir yargı mercii olmayan OHAL komisyonu derhal lağvedilmeli, haklarında herhangi bir yargı kararı bulunmayan, hukuken suç olmayan gerekçelerle ihraç edilen tüm kamu görevlileri bütün haklarıyla birlikte derhal görevlerine iade edilmelidir. 

EĞİTİMDE GÜVENCESİZ İSTİHDAM ISRARI SÜRMÜŞTÜR 

15 Temmuz 2016 sonrasında tüm kamuda olduğu gibi eğitim alanında da sözlü sınav/mülakat üzerinden sözleşmeli öğretmen atamaları yapılmaya başlanmıştır. Öğretmen atamalarında mülakat uygulamasında ısrar, liyakatin adım adım terk edilerek, yerine sadakatin gelmesine neden olmuştur. 15 Temmuz sonrasında tek bir kadrolu öğretmen ataması yapılmazken, Kasım 2019 itibariyle MEB bünyesinde görev yapan sözleşmeli öğretmen sayısı 103 bine ulaşmıştır. Ülke çapında görev yapan ve tamamına yakını asgari ücretin altında ücret alan ücretli öğretmen sayısı ise 100 bin civarındadır.

Sözleşmeli, ücretli, güvencesiz çalışma nedeniyle eğitim ve bilim emekçileri üzerinde mobbing daha da artmıştır. Gaziantep’te bir eğitim ve bilim emekçisinin güvencesiz çalışma koşulları nedeniyle yaşamına son vermesi güvencesizliğin yarattığı baskının, mobbingin somut fotoğrafıdır. Eğitim ve bilim emekçilerinin güvenceli çalışma koşullarını sağlama noktasında temel sorumluluğu olan Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir paylaşım yapma ihtiyacı dahi duymaması ise eğitim ve bilim emekçilerinin en temel haklarına dair MEB’in çarpık bakış açısını göstermektedir.

Sözleşmeli, ücretli ya da başka bir ad altında yapılan öğretmenlik uygulamalarının tamamına son verilmelidir. Ancak yıllardır fiilen uygulanan ücretli öğretmenliğin önümüzdeki temel sorunlardan biri olması nedeniyle eşit işe eşit ücret hakkının ve tüm özlük mesleki hakların bütün öğretmenler için uygulanması gerekmektedir. Bu nedenle öğretmenler arasında kadrolu, sözleşmeli ya da ücretli öğretmen ayrımı yapılması doğru değildir. Eğitimin vazgeçilmez unsuru öğretmendir ve eğitimin niteliği, öğretmenin niteliği ile doğru orantılıdır. Sözleşmeli ve ücretli öğretmenlerin mevcut çalışma koşulları ile öğrencilere ve genel olarak eğitime yeterince faydasının olması mümkün değildir.

Kamu hizmetlerinin sürekliliği, düzenliliği ve halka daha nitelikli olarak sunulması için eğitimde her türlü güvencesiz istihdam uygulamasından derhal vazgeçilmeli, ataması yapılmayan öğretmenler sorunu kalıcı olarak çözülerek herkese kadrolu ve güvenceli istihdam sağlanmalıdır.

ATAMASI YAPILMAYAN ÖĞRETMENLER SORUNUNA ISRARLA ÇÖZÜM ÜRETİLMEMİŞTİR

Ataması yapılmayan öğretmenler sorunu 2019-2020 eğitim öğretim yılının ilk yarısında da temel gündem olmayı sürdürmüştür. Geçtiğimiz 17 yıl içinde atanan öğretmen sayısının toplam öğretmen sayısına oranı yüzde 68,9 olmuştur. Başka bir ifade ile Türkiye çapında devlet okullarında görev yapan 946 bin 114 öğretmenin yüzde 68,9’u (651 bin 664) son 17 yıl içinde atanmıştır.

KPSS’ye giren her 100 öğretmenden sadece 16’sının ataması yapılmış, geriye kalan 84 işsiz öğretmen ya tekrar sınava girmek ya da başka alanlarda çalışmak zorunda bırakılmıştır. Ataması yapılmayan öğretmenlerin zorunlu olarak meslekleri dışında işler yapmaya zorlanması ve meslekleri ile ilgisi olmayan alanlarda çalışmak zorunda bırakılması Türkiye için utanç vericidir.

15 Temmuz darbe girişimi öncesinde emeklilik dilekçesi vermiş olan öğretmen sayısının 9 bin 943 olmasına rağmen, darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL ve KHK’lerin de etkisiyle bu rakamın 2017’de yüksek bir oranda artarak 14 bin 548’e çıkmış olmasıdır. 2018 itibariyle emeklilik, vefat ve istifa nedeniyle öğretmenlik mesleğinden ayrılanların sayısı 8 bin 982’dir (7 bin 131 emekli, bin 851 istifa, vefat vd.). 2019 yılında 41 bin 160 öğretmenin ataması yapılırken, 9 binin üzerinde öğretmenin emekli olduğu tahmin edilmektedir.

EĞİTİMDE ANGARYA ÇALIŞTIRMA SORUNLARI DEVAM ETMİŞTİR

MEB tarafından çeşitli proje ve uygulamalar çerçevesinde resen yapılan görevlendirmeler, çeşitli konularda sürekli yapılan anketler, çeşitli kurs, proje ve protokol etkinliklerine bağlı çalışmalara zorunlu katılım, ev ziyaretleri, eğitim koçluğu, birden fazla nöbet tutmaya zorlama, öğrenci servis araçlarının kontrolü ve öğrencilere nezaret edilmesi vb. gibi doğrudan öğretmenlik mesleğinin icrası ile ilgili olmayan çok sayıda angarya iş, öğretmenlerin sınıf içindeki asli görevlerini yapmalarını önemli ölçüde engellemektedir.

Anayasa’nın 18. maddesine göre angarya çalışma ‘Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır.’ ifadesiyle yasaklanmıştır. Anayasada açıkça belirtilmesine rağmen, son yıllarda tüm kamu kurumlarında olduğu gibi, eğitim alanında çeşitli adlar altında gündeme getirilen ‘angarya çalışma’ uygulamaları özellikle sendikalı ya da sendikasız tüm eğitim emekçilerini olumsuz etkilemektedir. Sendikamız, eğitimde angarya çalıştırma uygulamaları ile ilgili kararlar alarak, öğretmenlerin asli görevleri dışındaki işlerde çalıştırılmaması gerektiği konusunda MEB’i sürekli olarak uyarmıştır. MEB’in yapması gereken angarya niteliğindeki işleri azaltarak, eğitim emekçilerinin asli görevlerini daha rahat yapabilmeleri için gerekli adımları atmasıdır.

EĞİTİMDE YAŞANAN ŞİDDETİN ÖNÜNE GEÇİLEMEMİŞTİR

Toplumsal-ekonomik olumsuzlukların ve gelir adaletsizliğinin giderek derinleştiği ülkemizde okullarda yaşanan şiddet, 2019-2020 eğitim öğretim yılının ilk yarısında da eğitim alanının en önemli sorunları arasında yer almıştır. Okullarda ve okul önlerinde yaşanan şiddet olaylarının tırmanışa geçmesi sonucunda yüzlerce şiddet olayı meydana gelmiştir.

Okullarda yaşanan şiddetin giderek artması, Türkiye’de eğitimin çok ciddi bir tehditle karşı karşıya olduğunu göstermiştir. MEB’in okul içinde özel güvenlik birimleri veya okul çevresine polis yığarak sorunu kolluk kuvvetleri ile çözme arayışının hiçbir işe yaramadığı bir kez daha görülürken, eğitimde şiddet sorununun çözülmesi için yapısal, kurumsal ve kültürel anlamda köklü dönüşümlere ihtiyaç olduğu görülmüştür.

Sorunu çözmek, günü birlik müdahalelerle değil, uzun vadeli eğitim politikalarıyla mümkündür. Bunun için başta öğrenci ve eğitim emekçileri olmak üzere, eğitimin tüm bileşenlerine yönelik olarak kültürel, sosyal yönden tatmin edici altyapı çalışmalarının hızlı bir biçimde gerçekleştirilmesi şarttır. Ayrıca okullarda rehberlik hizmetlerinin işletilmesi ve buralardaki yetersiz personel sayılarının giderilmesi gerekmektedir. Veli, öğrenci, öğretmen eğitimi önem kazanmaktadır. Çünkü gençliği anlamak, algılamak, sorunlarına çözüm üretebilmek ve bu alandaki yetenekleri açığa çıkarmak için eğitimin ne kadar önemli olduğu ortadadır.

KAMUSAL, LAİK, BİLİMSEL VE ANADİLİNDE EĞİTİM MÜCADELEMİZ SÜRECEKTİR

Eğitim sisteminde yıllardır yaşanan ve katlanarak artan sorunlar, MEB’in eğitimin yapısal sorunlarına yönelik somut ve çözüme dayalı politikalar geliştirmek gibi bir amacının olmadığını göstermektedir. Okullarda yaşanan yoğun dinselleşme ve eğitimi ticarileştirme uygulamaları okullarımızı eğitim yuvası olmaktan hızla uzaklaştırmaya başlamıştır.

Eğitimde siyasal kadrolaşma uygulamalarının yukarıdan aşağıya doğru organize bir şekilde gerçekleştirilmesi, okullarda yaşanan şiddetin artması, eğitim emekçilerine yönelik hukuksuz girişimlerin (ihraç, açığa alma, sürgün vb.) sona erdirilmesi noktasında adım atılmaması, eğitimde yaşanan sorunlardan ayrı ya da bağımsız değildir. 

2019-2020 eğitim öğretim yılının ilk yarısında eğitim alanında yaşanan gelişmeler, MEB’in eğitimin yapısal sorunlarına yönelik somut ve çözüme dayalı politikalar geliştirmek gibi bir derdinin olmadığını göstermiştir. Okulların eğitim kurumu olmaktan adım adım uzaklaştığı, eğitimde dayatmacı politikaların sürmesi nedeniyle öğrencilerin ve öğretmenlerin mutsuz olduğu, öğretmenlerin esnek, güvencesiz ve angarya çalışmaya zorlandığı, siyasal kadrolaşmanın devam ettiği, eğitim sürecinde farklı dil, kimlik ve inançların dışlandığı, eğitimin zaten sorunlu olan niteliğinin daha da kötüleştiği bir eğitim sisteminin başarılı olması mümkün değildir. “

Eğitim sisteminde yaşanan sorunlar, elbette ülkedeki ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullarda yaşanan gelişmelerden ayrı ve bağımsız değildir.

Her geçen gün daha fazla piyasa ilişkileri içine çekilen, okul öncesinden üniversiteye kadar bilimin değil, milliyetçiliğin ve inanç sömürüsünün referans alındığı bir eğitim sisteminde eğitim ve bilim emekçileri kamusal, bilimsel, demokratik, laik ve anadilinde eğitim hakkı için mücadelesini kesintisiz sürdürmeye kararlıdır.”

 


Haber Kaynak : HABER MERKEZİ

YÜREĞİR BELEDİYESİ OKULLARI YENİ DÖNEME HAZIRLIYOR

ÇOCUĞUNUZU 8 ADIMDA OKULA HAZIRLAYIN!

Birinci Sınıfa Başlayan Çocukların Okula Uyum Sürecinde Neler Yapılmalı?

BİLGİ EVLERİNE DEVAM EDEN 266 ÖĞRENCİ ÜNİVERSİTEYE YERLEŞTİ

Sınavlara Hazırlıkta Kayıt Dışı Kurumlara Dikkat!

ÇGC'DEN İL MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜNE ZİYARET

TEV'İN 2023-24 EĞİTİM YILI BURSLARI İÇİN BAŞVURU TARİHLERİ BELLİ OLDU!

SANKO Holding’den afete dirençli şehirler için tasarım kültürüne destek

LABEB, LAİK VE BİLİMSEL EĞİTİMİ SAVUNMAK İÇİN BİR ARAYA GELİYOR

CEGEM’den büyük başarı

SANKO ÜNİVERSİTESİNDE YÜZDE 100 DOLULUK ORANI SAĞLANDI

EĞİTİM-SEN'DEN BAKAN TEKİN'E ELEŞTİRİ

Yakın Doğu Üniversitesi Yapay Zeka geliştirdi

Uzm.Eğitim Danışmanı Gülbenk: “Depremzede Çocuklarla İletişim Özveri Gerektiriyor”

Adana Gençlik Merkezi’nde Permakültür Tarım etkinliği

Prof. Dr. Arıboğan:“Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler en parlak döneminde”

BİRİZ DAYANIŞMA DERNEĞİ,DEPREMZEDELERE YÖNELİK YAZ OKULLARI VE ATÖLYE ETKİNLİKLERİ BAŞLATTI

Tercihlerini ‘son dakikaya’ bırakan üniversite adaylarına öneriler

Antakyalı çocuklara bisiklet hediye edildi

"Yeni dünya, ‘çevreye duyarlı mühendis’ler istiyor!"

Prof. Dr. Süleyman İrvan:“İletişimin popüler meslekleri etkileyicilik ve deneyimleyicilik”

  • BIST 100

    9915,62%2,05
  • DOLAR

    32,42% -0,15
  • EURO

    34,65% -0,66
  • GRAM ALTIN

    2439,28% 0,14
  • Ç. ALTIN

    3999,24% 0,19
  • Pazartesi 30.8 ° / 18.3 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Salı 27.1 ° / 18.7 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Çarşamba 30.1 ° / 19.3 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı