Yıl 1959.
Siirt merkez Cumhuriyet İlkokulu öğretmeniyim.
Bir bahar akşamıydı.
Epeydir görüşemediğim bir arkadaşıma rastlamıştım. Hem söyleşmek, Hem de akşam
yemeği için bir lokantada oturduk. İki kadeh de atılırdı artık. Hasret gidermeyi bir hayli
sürdürdük. Çakırkeyif kafayla ve yiğitçe adımlarla düştük evin yoluna.
Karanlık sokakta üç kişiyle karşılaştık. Epeyce sarhoştular. Yani bizi geçkindiler. Hem
yalpalı yürüyüşlerinden, hem de son derecede yayvan konuşmalarından belliydi.
Benim elimde sigara vardı. Karşımdaki ateş istedi. O yıllarda yanan sigaramı vermez,
sigaramı karşımdakinin sigarasına tutuvererek yakardım. Gene öyle yaptım. Ancak karşıdaki
yalpalayınca benim sigara elini yaktı. Ondan önce yanındaki bastı küfrü. Birbirimize girdik.
Onlar üç kişiydi, fakat bizden daha çok sarhoş oldukları için, paketlemekte zorlanmadık.
Ne var ki gece bekçileri hepimizi toplayıp, merkez karakoluna götürdüler.
***
Masanın arkasında iri- yarı bir yetkili oturuyordu.
“ Sokakta kavga etmeye utanmıyor musunuz? diye haykıran sesi, daha da büyüktü.
Karşısına dizildik. Tek tek baştan aşağıya süzdü, fotoğraf çeker gibi.
İkimiz diğerlerinden farklıydık. İyi giyimli, eli- yüzü düzgünce görünüyorduk.
“ Siz nesiniz len?” dedi, bize.
“ Öğretmeniz” dedik.
“ Nerden mezunsunuz?”
Ben “ Düziçi’den” arkadaş da “ Gönen’den” dedik.
“ Sevsinler. Gücünüz bu garibanlara mı yetti?” demesini hiç anlayamamıştım:
Gariban dediklerini “ aşağı, değmez” diye mi niteliyordu; yoksa destek mi veriyordu?
Ya da bize ” Kendi alanınızda gıkınız çıkmaz, bu gibi zavallılara horozlanırsınız” mı
demek istemişti?
“ Boşaltın ceplerinizi” komutuna uyarak, masanın üstüne ayrı ayrı yığın yaptık.
Param olmasa da iyi bir cüzdanım vardı. Naylonlu katmanlarına fotoğraf konurdu.
En önde de sınıfımızın grup fotoğrafı vardı. Grubun önünde sınıf öğretmenimiz kimyacı
Saime Soysal oturuyordu. Her sınıfın “ Sınıf Öğretmeni” olurdu. Ders dışı zamanlarda
da sınıfın sorunlarıyla ilgilenen “ Sınıf Anası” gibi bişeydi. Sanırım her arkadaşta vardı bu
fotolğraf. Güzel bir fotoğraftı. Daha güzeli de Saime Hanımdı. Hayran olunacak kadar
güzel bir kadındı. Yeni yetme duygularımız kabardığı anlarda, o duyguları beynimizden
kovmaya çalışırdık. Çünkü Saime öğretmen anamızdı, ablamızdı, kız kardeşimizdi.
Amirin dikkatini çekti benim cüzdan. Bir süre evirdi- çevirdi, inceledi; grup resmine
uzun uzun baktı:
Bu arada, şikâyetçi olup olmadığınızı sordu. Karşılıklı olarak şikâyetçi olmadığımızı
söyledik. Bir daha kavga etmeyeceklerine dair söz aldı, salıverdi işçileri.
Sonra bize döndü:
“ Kimin bu cüzdan?” dedi.
“ Benim efendim” dedim.
“ Bu fotoğraf ne?”
“ Sınıf arkadaşlarımızın grup fotoğrafı efendim”
“ Bu kadın kim?”
“ Kimya öğretmenimiz. Aynı zamanda sınıf öğretmenimiz. Aynı zamanda Anamız,
Ablamız, Bacımız efendim”
“ Adı ne?”
“ Saime Soysal efendim”
Masanın üstünde bişeyi işaret etti parmağıyla. Bir isim levhasıydı bu. Saim Soysal yazılıydı.
“ Sizin Ablanızsa- benim neyim eksik, benim de Ablamdır be!” deyiverdi.
Uzunca söyleşi ve kahveden sonra ayrılırken:
“ Bu yakınlığımız duyulmasa iyi olur. Kullanmaya kalkıp, sizi rahatsız ederler” demeyi de
unutmamıştı Saim Bey.
Gerçekten, sokak satıcısı kaçakçı kadınlar nasıl duyduysa duydular; başı sıkışan bizim
kapıyı çalıp, kapı açılır açılmaz elindeki eşyayı içeri atıp kaçmalar başladı. Polis, bekçi görüp
görmezden geliyordu.
Kaçakçı kadınların sattıkları küçük çaplı eşyalardı. Gazlı çakmak çeşitleri, naylon el işleri,
kaçak sayılan mutfak eşyaları ve naylon giysilerdi. Onca söz alıyorduk kaçakçılardan, bize
getirmeyin diye. Neyleyim ki kaçakçının sözü de kaçak oluyordu. Sıkışınca gene getirip,
yalvarmaya başlıyorlardı.
Giriş kapımızın üstündeki aydınlatma camı kırıktı. Yoksa onlar mı kırmışlardı, onu da
bilmiyorduk. İki karış kadar bir boşluktu bu. Bazen akşam sinemaya filan gittiğimizde, gece
kapıyı açmakta zorlanırdık. Çünkü kırık camdan atılanlar, kapının ardında yığılmış olurdu.
İyi ki Saim Bey naklen başka bölgeye gitti de kurtulduk.
Yoksa Sedat Peker’liğimiz gelişecekti yav.