Ahmet ERDOĞDU


TÜRK’ÜN CUMHURİYET MUCİZESİ 99.YILDAN 100.YILA GİDERKEN RÖPORTAJLAR-YAZILAR (21)


Değerli okurlar, 

Cumhuriyetin ilanından bugüne 99 yıl geçti. Biz de Yeni Adana gazetesi olarak, bu süre içerisinde Cumhuriyetin ülkemize ve ülkemiz insanına ne gibi yararlar sağladığının anlaşılması açısından, Osmanlı İmparatorluğundan Cumhuriyete, Cumhuriyetten bugüne gelen süreci inceliyoruz. Bu uzun yazı dizisinde bugün Dr. Süleyman HATİPOĞLU ve Dr. Mehmet Yusuf ÇELİK’in “ İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA TÜRK DIŞ POLİTİKASI” ile ilgili yazılarıyla devam ediyoruz.

                             İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA TÜRK DIŞ POLİTİKASI                 (1)                                                                            

Milli Mücadele döneminde Türk dış politikası Mustafa Kemal Paşa tarafından belirlenerek Misak-ı Millî bu politikanın temel dayanağı yapılmış ve bunu gerçekleştirme yolunda çaba sarf edilmişti. Cumhuriyet döneminde de Mustafa Kemal Atatürk tam bağımsızlık,  ulus egemenliği ve çağdaşlaşma ilkelerini temel alan akılcı, gerçekçi, diyaloga açık, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine dayanan barışçı bir dış politika izlemiş, izlenen bu politika Türkiye’ye uluslararası arenada güç kazandırmıştı. Lozan Antlaşması’ndan 19 Ekim 1939’da imzalanan (Türk-İngiliz-Fransız) Ankara Antlaşması’na kadar geçen süre zarfında ise Türkiye, çok yanlı bir dış politika izlemekle birlikte güçlü dostların gerekliliğini kabul etmek zorunda kalmıştı.

1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgaliyle başlayan ve 8 Mayıs 1945 gece yarısı Avrupa’daki bölümü resmen sona eren İkinci Dünya Savaşı süresince Türkiye’nin dış politikasının temel hedefi işgale uğramamak ve savaşa girmemekti.  Bu amaçla Türkiye dış ilişkilerde savaş boyunca tarafsız kalmak için çaba göstermiş ve her iki tarafla da ticari ilişkilerini yürütmeye çalışmıştı. Her iki tarafın ayrı ayrı baskı yaptığı bir savaşta bunu sağlayabilmek için de her türlü olanağı kullanarak çok farklı taktikler uygulamıştı. 

Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nda Dış Politika Stratejisi

Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki dış politikası, görece küçük bir ülkenin diplomatik başarısı sayesinde en kritik zamanlarda dahi dünyanın büyük güçlerine sözünü geçirebildiğinin en canlı kanıtı olarak değerlendirilmektedir.

Fahir Armaoğlu’na göre Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndaki durumu, stratejik mevkiinin önemi dolayısıyla, gerek Müttefiklerin gerek Mihver’in Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için harcadıkları çabaların ve Türkiye üzerinde yaptıkları baskıların hikâyesinden başka bir şey değildi.  Bu savaşta Türkiye’nin takip ettiği politika, savaşan tarafların bu faaliyetleri karşısında savaşın dışında kalmak ve memleketi savaşın yıkıntılarından korumak olmuştu. 

Gerek Atatürk, gerek İnönü yakın ve yeni bir dünya savaşının kaçınılmaz olduğunu önceden sezmişlerdi. Atatürk 1931 yılında Ankara’ya gelen Amerikalı General Mc Arthur’a şöyle söylemişti: “Versailles Muahedesi, Birinci Dünya Harbine sebebiyet vermiş olan amillerin hiçbirini ortadan kaldırmamıştır. Tersine olarak, dünün başlıca rakipleri arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirmiştir… Avrupa’nın mukadderatı, Almanya’nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalade bir dinamizme malik olan 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli bir millet, üstelik milli ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasi bir cereyana kendini kaptırdı mı, er geç Versailles Muahedesinin tasfiyesine girişecektir”.

Atatürk ölüm döşeğinde olduğu günlerde de şunları söylemişti: “Bir dünya harbi yakındır. Bu harp neticesinde dünyanın vaziyeti ve muvazenesi bozulacaktır. İşte bu devre esnasında doğru hareket etmesini bilmeyip, en küçük bir hata yapmamız halinde, başımıza mütareke yıllarından daha çok felaketler gelmesi mümkündür…”

İnönü’de İkinci Dünya Harbi için 9 Aralık 1938 tarihinde Kastamonu’da şunları söylemişti: “Bugün birçok milletler siyasi ve içtimai bakımdan gerek kendi içlerinde, gerek birbirine karşı kararsız bir haldedirler. Birçok memleketlerde, gerek komşuları ve gerek kendi halkları arasında yarının, beklenilmeyen ne hadiseler meydana çıkaracağını bilmemek endişesi vardır… Milletler arasındaki münasebette, sulh ideali ve karşılıklı emniyet havasının vücut ve kuvvet bulması, ana siyasetimizin açık hedefidir…”

Şevket Süreyya Aydemir, devlet başkanlığını aldıktan sonra daima ikinci bir dünya harbi beklentisi içinde olan İnönü’den dinlediği şu sözleri kaydetmiştir: “Yeni bir dünya harbini hem kesin, hem kaçınılmaz, hem yakın görüyordum. Bu harbin kazancını, Sovyetlerin garp blokunda olacağını ilk günden tahmin ederek, ona göre ayarlamaya çalışmalıydık. Böyle bir harbin felaketlerini, dalgalarını tahmin etmek için, zihinlerimiz aralıksız çalışıyordu. Yakın tehlikenin ağırlığı her düşünceyi bastırıyordu.” Savaş öncesi düşüncelerini bu sözlerle ifade eden İnönü, savaş sırasında Türk dış politikasını daha önce de değindiğimiz gibi “Harbin dışında kalmak” temellerine oturtmuştu. 17 Mayıs 1941’de Türkiye’den silah, malzeme ve kamufle edilmiş  Alman askerinin geçişine müsaade edilmesi karşılığında Türkiye’ye toprak teklif edilmesinin karşılığı olarak İnönü: “Türkiye’nin toprak talebi yoktur! İngiltere ile ittifakına da ihanet edemez. Alman asker ve malzemesine geçit de veremez…” sözleriyle cevap vermişti. 

Nitekim Almanya, Irak petrollerine inmek, Basra körfezinde müttefiki Japonya ile birleşmek ve oradan da Süveyş kanalına ulaşmak amacıyla bir plan hazırlamış; bu planı uygulayabilmek için de Türkiye’ye Alman asker, silah ve malzemesinin Türk topraklarından gizlice Irak’a geçmesine müsaade etmesi karşılığında Batı Trakya ve Ege Adalarından toprak teklif etmişti. Ayrıca Şevket Süreyya Aydemir’e yaptığı açıklamada İnönü, Alman-Rus harbi başladığında tarafsızlığın bedeli olarak Almanların Kırım’a kadar; Rusların da, Bulgaristan’ın güneyini ve Batı Trakya ile On iki adayı Türkiye’ye; teklif ettiklerini ifade etmişti.

Öte yandan Almanya, Rusya’ya karşı 1942 yılı sonunda kazandığı ilk zaferlerden başlayarak Sovyetler Birliği’nden alınan bazı bölgeleri ganimet diye kabul etmesi için Türkiye’ye baskı yapmış ancak bunda muvaffak olamamıştı. 1941’de de İngiltere, Türkiye’ye Halep ve bazı Ege adalarının devredilmesini önermişti. 

İnönü’nün de belirttiği gibi Türkiye’nin hiçbir ülkenin toprağında gözü yoktu. Bu bağlamda Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında uyguladığı dış politikayı, toprak bütünlüğünü korumaya ve savaş dışı kalma düşüncesine dayalı bir anlayışın ifadesi olarak değerlendirmek mümkündür. 

1939 Nisan’ında İtalya, Arnavutluk’u işgal etmiş; doğan buhran içinde İngiltere ve Fransa, 13 Nisan’da Yunanistan ve Romanya’ya İtalya’ya karşı yardıma gideceklerine dair garanti vermişti.  İtalya’nın bu harekâtının Türkiye’de büyük bir kaygı uyandırması üzerine aynı biçimde bir garantinin Türkiye’ye de verilebileceği bildirilmişti. Nitekim Türkiye ile İngiltere arasında 15 Nisan’da başlayan görüşmeler 12 Mayıs 1939’da Türkiye’yi “Barış Cephesi” ne bağlayan bir deklârasyonun yayınlanmasıyla sonuçlanmıştı. Neticede buna bağlı olarak 23 Haziran 1939’da da Fransa ile aynı doğrultuda bir deklârasyon yayınlanmıştı. 

Öte yandan 15 Haziran 1939’dan sonra Sovyet-Alman ilişkileri gittikçe gelişmiş ve bu ilişkiler 23 Ağustos 1939 günü Alman-Rus Saldırmazlık Antlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanmıştı. Bu antlaşma tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir şaşkınlıkla karşılanmış ve Türk-Sovyet ittifakını zorlaştırmıştı. Zira bu tarihe kadar Türkiye; İngiltere, Fransa ve SSCB’nin Almanya’ya karşı bir araya gelebileceğini ummuştu. Oysa şimdi Türkiye, SSCB’nin de katılacağı ümidiyle katıldığı Barış Cephesi’nde iki batılı devlet ile yalnız kalmıştı. Bundan böyle Türkiye’nin Kurtuluş Savaşından beri SSCB ile süren dostluğu, bir yol ayrımına gelmişti. Buna rağmen Türkiye, hala İngiltere ile Sovyetlerin arasında köprü oluşturma ümidini yitirmemişti. Neticede Türkiye ile SSCB arasında Moskova’da 26 Eylül’de başlayan görüşmelerden sonuç alınamamıştı. Çünkü Sovyetler Birliği, Türkiye’ye hem karşılıklı savunma paktı önermiş, hem de Montreux Sözleşmelerine, Karadeniz’e kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerine Boğazların her zaman ve mutlak surette kapatılmasını öngören bir değişikliğin getirilmesini istemiş ve bunun için de Türkiye’den garanti talep etmişti. Böylece Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin yolları ayrılmış ve 19 Ekim 1939’da Türk-İngiliz-Fransız Üçlü İttifak’ı imzalanmıştı. 

19 Ekim 1939’da imzalanan Türk-İngiliz-Fransız Üçlü İttifak Antlaşması’na göre Türkiye saldırıya doğrudan maruz kalmasa da İngiltere veya Fransa’nın saldırıya uğradığı anda savaşa girmiş olacaktı. Öte yandan İngiltere ve Fransa, Türkiye’nin herhangi bir Avrupa ülkesinin saldırısına maruz kalması halinde ona her türlü aktif desteği sağlamayı taahhüt ediyorlardı. 

Bu antlaşmanın 2. maddesine göre Türkiye, Sovyetler Birliği ile savaşa meydan verebilecek her durumda antlaşmayı uygulamaktan muaf tutulmuştu. Parasal konulara değinen özel bir protokol çerçevesinde de İngiltere ve Fransa, Türkiye’ye savaş malzemesi kredisi olarak 25 milyon sterlin, 16 milyon sterlin değerinde külçe altın ve 3,5 milyon sterlinlik bir kredi transferi sağlayacaklardı. Türkiye ancak doğrudan saldırıya uğradığı takdirde savaşa dâhil olacaktı.

Savaşın ilk devresinde Türkiye Müttefiklere sempati duymakla beraber, “ harp harici” bir politika takip etmekteydi. Diğer taraftan, savaş Akdeniz bölgesine yayılmadığı için de, Türkiye’nin Üçlü İttifak gereği savaşa girme mecburiyetini ortaya çıkarmamıştı. Ancak, Almanya’nın 1940 Mayıs’ında Fransa’ya saldırması ve İtalya’nın da Fransa’ya savaş ilan etmesi üzerine Türkiye’nin ilk olarak Üçlü İttifak’a göre savaşa katılma zorunluluğu ortaya çıkmıştı. Çünkü İngiltere ve Fransa ile yapılan ittifakın birinci maddesine göre savaş şimdi Akdeniz’e de yayılmıştı ve Türkiye’nin de savaşa girmesi gerekiyordu.  Bunun üzerine Türkiye, 1925 Türk- Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı’na uyarak meseleyi Sovyetlerle görüştüğünde; Sovyetler Birliği, Türkiye’nin savaşa girmesini istememişti. 

Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’un sert tepkisiyle karşılaşan Türkiye, 14 Haziran 1940’da “Türkiye’nin savaşa girmesi Sovyetlerle bir savaşa neden olabilir. Hükümet bunun sonucu İngiliz-Fransız-Türk İttifakı’nın ikinci protokolüne başvurmayı ve buna ilişkin olarak da yeni çatışmada tarafsızlığını korumayı kararlaştırmıştır” açıklamasını yaparak “savaş dışı” kalacağını ilan etmişti. TBMM’nin 26 Haziran 1940 tarihli oturumunda bir soru üzerine Başbakan Dr. Refik Saydam, Türkiye’nin “savaş dışı” durumunu aynı gerekçelerle ifade etmişti. TBMM’nin bu kararına rağmen İngiltere, Türkiye’yi bir asker kaynağı olarak görmekteydi. İngiltere’ye göre Türkiye’nin birincil işlevi, çok sayıda yedek kuvvet beslemek ve Müttefiklerin uygun gördüğü anda bunları savaşa sürmekti. Türkiye’nin ikinci görevi ise; topraklarında İngiltere’ye üsler vermekti. Bu hesap 1943 yılına kadar devam etmiş bundan sonra Müttefikler, üsler konusuna daha çok önem vermişlerdi.

Nitekim İngiltere, Mihver Devletlerinin Balkanlara hâkim olup, Almanya’ya Ortadoğu ve Süveyş Kanalı yolunun açılmasından endişe ediyordu. Bu tehlikeyi önlemek amacıyla İngiliz Başbakanı Churchill, Cumhurbaşkanı İnönü’ye yazdığı 31 Ocak 1941 tarihli mektupta Almanların, Bulgaristan’a yerleşmesinin yaratacağı tehlikelere işaret ederek, Türkiye’den hava üsleri istemişti. Neticede savaşan tarafların ayrı ayrı baskı yaptığı Türkiye, savaş dışı kalmayı sağlayabilmek için her türlü olanağı kullanarak çok farklı taktikler uygulamak zorunda kalmıştı. Türkiye doğal olarak, 1939 Üçlü İttifakı’nın tarafları İngiltere ve Fransa’dan gelen savaşa katılma konusundaki baskıları şu üç sağlam gerekçeyle karşılamıştı: 

a) Üçlü İttifak, İngiltere ve Fransa ile yapılmış ve Fransa ateşkes isteyerek savaştan çekildiği için, Türkiye’ye yardıma gelecek iki ülkeden biri ortadan kalkmıştır. Bu durumda Türkiye’nin savaşa girmek zorunda bulunduğu iddiası, ittifak ruhuna aykırıdır. 

b) Üçlü İttifak’a ek olarak yapılan 2 numaralı protokol, “SSCB’yle silahlı bir uyuşmazlığa sürüklenmesine neden olabilecek bir eyleme Türkiye’nin zorlanamayacağına” ilişkindir. Polonya işgalinin de gösterdiği gibi, Türkiye savaşa girerse Sovyet saldırısına uğrayabilir. Bu nedenle, Türkiye’nin 2 numaralı protokol gereği savaşa girmesi mümkün olamazdı.

c) Üçlü İttifak’la birlikte imzalanan Özel Anlaşma’nın 6. Maddesi, Türkiye’nin yükümlülüklerinin (yani, savaşa girmesinin), ancak Fransa ve İngiltere tarafından kendisine söz verilen savaş gereçlerinin gelmesinden sonra devreye gireceğini söylemektedir. Yani, Türkiye kendisine vaat edilen silahları almadan savaşa girmek zorunda değildi. 

Bütün bu gerekçelere ek olarak Türkiye, savaş sonuna kadar sürekli olarak, kendisine yapılan silah yardımının yetersiz olduğunu ileri sürmüş ve kendisini savaşın dışında tutmayı başarmıştı. 

Türkiye’nin savaş dışı durumunu sürdürmesi kolay olmamış, savaşın genel gidişi ve stratejisindeki değişikliklere uygun olarak, gerek Mihver Devletleri, gerekse Müttefikler zaman zaman Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda ağır baskıda bulunmuşlardı. Örneğin Almanya, Sovyetlere saldırmadan önce, 1940-41’de, Türkiye’nin savaşa girmesi için baskı uygulamış; İngiltere ve ABD de 1942–44 arasında aynı baskıyı yapmıştı. Oysa 1940-41’de İngiltere, 1943’ten sonra da Almanya, Türkiye’nin savaşa girmesini kendi çıkarlarına aykırı bulmuştu. Ayrıca SSCB, savaşı kendi olanaklarıyla kazanacağını anladığı 1944’ten itibaren, yalnız bırakmak istediği Türkiye’nin savaşa girmesini istememişti.

Müttefiklerin Türkiye’yi Savaşa Dâhil Etme Çabaları

1941 yılı sonunda Japonya’nın Pearl Harbour’a saldırısı ABD’nin fiilen savaşa girmesine neden olmuş, ABD’nin savaşa girmesi ile de İkinci Dünya Savaşı’nın İngiliz-Sovyet-ABD işbirliği devresi başlamıştı. Almanya’nın Türkiye üzerindeki baskısı bir sonuç vermemekle birlikte, 1942 sonbaharından itibaren Türkiye üzerinde bu sefer müttefiklerin baskısı artmaya başlamıştı. Özellikle Almanların, Kasım 1942’de başlayan Stalingrad Muharebelerini kaybetmelerinden sonra Müttefikler, Almanya’yı nihai yenilgiye uğratmak için planlar yapmaya başlamışlardı. Bundan sonra Müttefiklerin düzenlemiş oldukları bütün konferanslarda Türkiye’yi savaşa dâhil etme konusu gündeme gelecekti. Churchill’e göre Türkiye, Almanya’ya karşı hazırlanacak bütün planlarda kilit bir rol oynamaktaydı. Türkiye’nin savaşa katılması Almanya’ya karşı Balkanlarda bir cephe açılmasını sağlayacaktı ve gerekli tedbirler alındığı takdirde, Türkiye kazanılabilirdi.  Öte yandan Türkiye’yi savaşa sokmak, Churchill’in tasarılarının merkeziydi ve daha Müttefiklerin Kuzey Afrika’daki ilk başarılarından hemen sonra gösterdiği tepki arasında, böyle bir olasılığa yer vermişti. Churchill, 18 Kasım 1942’de İngiltere Genelkurmay Başkanlığı’na bir not göndermiş ve Türkiye’yi savaşa dâhil etmek amacıyla elden gelen bütün çabaların gösterilmesi çağrısında bulunmuştu. Daha önce de Churchill’in bu isteği, 9 Kasım 1942’de Anthony Eden tarafından ABD’nin Londra Büyükelçisi John G. Winant’a iletilmişti.

          YENİCE’DE İNÖNÜ- CHURCHİLL GÖRÜŞMESİ

 

       Açıklama: C:\Users\User\Desktop\2.jpg 

 

Churchill, 30 Ocak-1 Şubat 1943’de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile Adana’da görüşmüş ve onlardan Türkiye’nin en geç 1943 yılı sonunda savaşa katılmasını istemişti. Buna karşılık İsmet İnönü ve Şükrü Saraçoğlu şu tezi ileri sürmüşlerdi: Her şeyden önce Türkiye, Sovyet Rusya’ya güvenmemekte ve ondan çekinmekteydi. Almanya’nın yenilmesinden sonra Sovyet Rusya, Avrupa’da egemen duruma geçecekti. Türkiye’nin savaşa katılabilmesi için Türk ordusunun araç ve gereç bakımından geniş ölçüde takviye edilmesine ihtiyaç vardı. Churchill, Türkiye’nin bu tezine vermiş olduğu yanıtta ise savaştan sonra çok güçlü bir uluslararası örgütün kurulmasının düşünüldüğünü ve bu örgütün uluslararası barış ve güvenliği koruyacağını belirtmekle yetinmişti. 

31 Ocak 1943’te Adana’daki görüşmeler sonucunda fikir birliğine varılmış ve iki askeri karar alınmıştı. Buna göre; Müttefikler, Türkiye’nin savunma güçlerinin bir yıllık hedef gereksinimini karşılayacak olan silah stoklarını hemen gönderecekti. Türkiye savaşa katılırsa, İngiltere aralarında İstanbul ve İzmir’de olan bazı bölgelerin korunması için hava savunma gücüne katkıda bulunacaktı. İngilizler ayrıca bazı kara birlikleri göndermeye de söz vermişti. Türkiye savaşa başladıktan sonra da İngiliz komutası altındaki bağımsız bir hava filosuyla Türk komutası altına verilecek birer İngiliz tanksavar ve uçaksavar birliği de gönderilecekti.

Adana görüşmelerinden sonra da İngiltere’nin Türkiye’yi müttefiklerin yanında savaşa sokma çabaları sürmüş ve “Mihver” devletlerinin cephelerdeki her yenilgisi, Türkiye üzerindeki baskıyı daha da arttırmıştı. O kadar ki, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi 1943 yılında vermiş olduğu bir demeçte, Türkiye’nin yakında savaşa girmek ya da savaş sonrası dünyasında yalnız kalmak durumlarından birini seçmek zorunda kalacağı tehdidinde bulunmuştu.

 

                                                                                                                                       Devam Edecek…

YAZARLAR

  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 30.8 ° / 18.3 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9809,64%0,96
  • DOLAR

    32,58% 0,30
  • EURO

    35,07% 0,29
  • GRAM ALTIN

    2457,40% 0,88
  • Ç. ALTIN

    3991,84% 0,00