Prof. Dr. Süleyman BOZDEMİR


SORUMLULUĞUNU YERİNE GETİRMEYEN KESİMİMİZ: ÜNİVERSİTE HOCALARI


Üniversitelerimizin tam anlamıyla susturulduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu hale nasıl geldik? Yanıtı: Üniversite hocalarının bir kesiminin sorumluluklarını yerine getiremediklerinden olduğu anlaşılıyor. Değerli bilim insanı Prof. Dr. Ali Demirsoy’un makalesini okuyunca eminim sizlerde bunun farkına varacaksınız.

Prof. Dr. Süleyman BOZDEMİR

 

“Her söze verilecek cevabımız vardır

Ancak söylenen söz söze benzerse

Söyleyen insan insana benzerse”

Hz. Mevlana

 

SORUMLULUĞUNU YERİNE GETİRMEYEN KESİMİMİZ: ÜNİVERSİTE HOCALARI

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi, 02.11.2008

 

 

Düşen bir çığda hiç bir kar tanesi kendisini olup bitenden sorumlu tutmaz (Oscar Wilde); hâlbuki esas sorumlu kendisidir.

 

Bilimsel düşüncenin insanlık tarihi kadar eski olduğu söylenebilir. Yazılı tarihe bakılırsa her devirde toplumun çok az bir kesiminin o güne kadar inanıla gelen ezberi bozmaya giriştiği görülmektedir. Bu, her zaman doğru yönlendirme yapılıyor anlamına da gelmemiştir. İyi niyetle yola çıkan birçok düşünürün, etki ettikleri toplumları bir zaman sonra çıkmaza sürükledikleri de bilinmektedir. Bu nedenle Avrupa’yı, dolaylı olarak dünyayı bin yıl boyunca etkileyen “Aristo Mantığı”nı en basit ders kitaplarında bile okumuşuzdur. Ancak, sonuçları itibariyle toplumları ister daha iyi bir düzeye getirmiş olsun isterse de çıkmaza sokmuş olsun, yenilik arayan, yaratıcı olan, kurulu düzenin her şeyini körü körüne benimsemeyen, boyun eğemeyen insanlar, insanlık tarihinin lokomotifi olmuştur. Birçoğu treni makastan saptırsa, raydan çıkarsa dahi, yeni yolların, yeni görüşlerin ve yeni düzenlerin oluşumu makas değiştiren insanların açtığı yeni yollarla olmuştur.

Toplumların dinamikliği ve gelişme potansiyeli, barındırdıkları bu yenilikçi ve yaratıcı beyinlerin sayısıyla orantılıdır. Ancak yaratıcı beyin ile tutucu “Statükocu” idare sistemi her zaman ters kutuplarda yer almıştır. Kılıç ya da güç kimde ise kral odur deyişinde olduğu gibi, erki elinde bulunduran idare sistemi, yaratıcı beyinleri şu ya da bu şekilde baskı altına almayı, fırsat bulursa da ortadan kaldırmayı denemiştir; denemektedir.

İnsanlık tarihinin başlangıcında uzun süre, kaba bir tanımla ile “belki” üniversite kavramı ortaya çıkıncaya kadar, bilim adamları, toplumların her kesimine örnek gösterilecek, gıpta edilecek bir obje olmamıştı. Kişinin bilimsel kimliği, kişinin yaptığı ile sınırlı kalmıştı. Pek az kimse, çocuklarına, bir bilim adamını olması gereken hedef kitle olarak göstermişti.

Ne zaman ki eğitim ve öğretim, toplumun vazgeçilmez bir kurumu haline geldi, yani herke yönelik eğitim başladı, herkesin örnek alması gereken toplumsal bir katman, yani eğiticiler, toplumun yapısına örnek katman olarak girdi.

Bir insan doğal olarak ilk defa aile ortamında ve çocukluğunu geçirdiği çevrede eğitilmeye başlasa bile, daha sonra geçirmiş olduğu eğitim (sadece öğretim değil) sürecinde ince ayrıntıları şekillenmeye başlar. Burada, şekillenmede esas olan, bilgi değildir; bilginin esas olduğu sistemler çoğunluk (bizde tümüyle) öğretim kurumları olarak tanımlanır. Kişinin toplum içerisindeki ilişkilerinin şekillendirilmesinde çok da önemli rol oynamaz.

Bu bağlamda Türk Eğitim (!) ve öğretim sistemine bir göz atarsak: Anaokuluna başlayan bir çocuğun bile gelecekteki başarısının bilgiye dayalı bir soruya ne kadar zamanda cevap vermesiyle ölçülmeye başlandığını göreceksiniz. Lisenin son sınıfına gelmiş bir öğrencinin görebileceği en tatlı rüya, verilen bir testi kısa bir sürede doğru olarak çözmesiyle ilgilidir. Duyu organlarının en açık olduğu, çevreyi en iyi tanıyacağı çağda, görebileceği tek şey, siya-kalın yazılmış bir kökün altındaki 5 seçenekli bir soruyu, enine boyuna anlamadan, en hızlı bir şekilde işaretlemedir. Onun için gününün tümünü yanında geçirdiği öğretmeni, her an yakınlığını bekleyen ailesi artık birer araç olmuştur. Onların davranış biçimini analiz edecek, onların örnek davranışlarını fark ederek yaşamına rehber yapacak ne zamanı ne de bu işlere ayırabileceği dikkati vardır. Bu gençler sadece 5 seçenekli bir sisteme dönüştürülmüştür.

Ya hocaları! Onlar için de bu öğrenciler, yoğrulması ve şekillendirilmesi gereken hamur olmaktan çıkmış, meydanlarda boy gösterilecek birer yarış atı olmuşlardır.

Şehirlerin reklâm panoları, gazetelerin reklâm sayfaları bilmem ne dershanesinin ya da okulunun başarılı öğrencilerinin resimleri ile donatılma zamanı gelmiştir. Bu reklâmlar, dershane için daha iyi bir gelir; hoca için ise daha yüksek maaş demektir. Aileler! Bu pano içinde bir o yana bir bu yana deli danalar gibi koşuşturan, çocuğuna en hızlı ve en çok bilgiyi yükleyen okullar ve dershaneler arasında en uygun seçimi yapmak ve bin bir emekle biriktirdiği birkaç kuruşu bu yolda nasıl harcayacağının muhasebesini yapmak kalmıştır. Hâlbuki o veli, devlet okulunun kırık camı ya da bilmem ne ihtiyacı için istenen birkaç kuruşa “Sosyal Devlet Nerede” yaygarası ile cevap vermişti. Sanki yatağa girmeden önce devlete danışmış ve çocuk yapmak için onay almış gibi…

Başarası, öğrencisinin 5 seçenekli bir soruda, doğru seçeneği işaretlemesi ile ölçülen bir öğretmenin artık örnek davranış sergileyen, insanı insan yapan değerlere öncelik vermesi, önündeki öğrencinin, bulunduğu ve daha sonra aktif katılacağı toplum ile olan ilişkilerini düzenleyecek bir eğitim yapmasına gerek kalmamıştır. Böylece toplumun ana dokusunu oluşturan tek boyutlu bir öğretim kadrosu ve tek boyutlu ürün olan öğrenciler yarattık.

Aileler ne durumda? Siz hiç gördünüz mü “benim çocuğumu şu dershaneye ya da okula vereyim ki, eğitilmiş insan olarak çıksın” dediklerini? Konuşmalar sadece o okulun ya da dershanenin öğrencilerinin ilk kaçıncı yüzdeye ya da dilime girmesinin etrafında dolaşır.

Sonuçta şu ya da bu şekilde üniversiteye kapağı atmış kesimin karaya çıktığını umarak derin bir nefes alınacağını düşünebilirsiniz. Bu, geçmişte öyleydi. Üniversiteye giren bir öğrencinin köyünde ya da kasabasında saygın bir yeri vardı; neredeyse istediği kızı ailelerinden kolaylıkla alabiliyordu. Ancak, bu durum 1982 Yüksek Öğretim Yasası’nın (YÖK) çıkmasından sonra hızla değişmeye başladı; bu saygınlık inanılmaz bir kimliğe büründü. İlk olarak askeri cuntanın 1980 yılında çıkarmış olduğu 1402 nolu yasa diye adlandırılan, ne idüğü belirsiz bir yasayla, düşünen insanlar ya eğitim kurumlarından atıldı ya da susturuldu. İnsanlar susmak zorunda kaldılar. Çünkü bu yasa, hiçbir kanıt göstermeden, kişinin savunulması alınmadan, her hangi bir yerde hakkını arama yolu tıkalı olarak, sadece “görülen lüzum üzerine” ibaresiyle ömrünü mesleğine ya da işine vermiş kişilerin, bir daha kamu kurumlarında çalışmamak üzere işine son verme yasasıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu yasadan korkmamış ve geceleri kâbus görmemiş hiçbir kamu personeli düşünemeyiz. Türkiye o dönemde “düşünen insanlar için” korku cumhuriyetine dönüşmüştü. Böylece sayıları parmakla sayılacak kadar az olan “konuşan öğretim üyesi” nin üniversitelerden tasfiyesi gerçekleştirildi. Geriye, söyleneni hiç itiraz etmeden yerine getiren öğretim üyesi unvanı taşıyan bir kesim kaldı. Bu, batıdaki sözüm ona stratejik dost ülkelerin (!) birkaç on yıl sonra bu bölgede oynayacakları ihanet, hıyanet ve Bizans oyunlarını fark ederek uyaracak kesimin tavsiyesiydi. Bunun için çıkarı için her türlü kimliğe bürünebilecek yöneticilere ve tetikçi-maşa görevi yapacak bir kesime ihtiyaç vardı. Bunun açık adresi de, 1938 yılından beri kuluçkada tutulan, ellili yıllarda yumurtadan çıkan ve 80’li yıllarda palazlanan çıkarcı, tutucu (çoğunluk dinci-mukaddesatçı-büyük bir kısmı Türk benliğini koruduğunu düşünen milliyetçi) kesim oldu. Bu kesimlerin tetikçiliği ile aydın ve aynı zamanda konuşan kesim kısa bir sürede tasfiye oldu.

Geriye kalan munis öğretim üyesi kesimi yine de –olur ya- zaman bulur ve silkinir ve bazı gençlere örnek olur korkusuyla, tüm gün meşgul edilmeliydi. Bunun en iyi yolu da çoğu insanın zayıf noktası sayılabilecek çıkar duygularının dürtüklenmesi olabilirdi. Yol ve tarz basitti – zaten Avrupa’ya söz de vermiştik – yüksek okullaşma oranını belirli bir sürede belirli bir yüzdeye çıkarmalıydık. Çıkan insanın nitelikli olması da gerekmiyordu. Göstermelik bir eğitim bu meşguliyeti sağlayabilirdi. Gündüz ve tam gün eğitimini bile doğru dürüst yerine getiremeyen birçok üniversiteye ikili ve gece eğitimi kondu. Böylece bir öğretim elamanı sabah 8-9’dan gecenin 10’una kadar derslere bağlanabilirdi; bunun için ek ders altında önemli paraların verilmesi bu uyuşturma için yeterliydi. İlk bakışta herkes mutluydu. Böylece topluma yol göstermesi gereken, tehlikeleri ve gelişmeleri zamanında sezinlemek için gözünü ve kulağını dört açması gereken üniversite elemanları “Çocuklar ne yapsın? Çocuklar sokakta mı kalsın? Bu çocuklara acıdığım için” gibi sloganlarla gece gündüz derslere girmeye başladı. Yaygın bir uygulama olarak yorganda kül bırakmayan bu değerli öğretim üyelerinin daha kıdemle ve daha unvanlı olanları, daha yüksek puanlarla girmiş gündüz eğitimine değil de, çoluğundan ve çocuğundan ayrı kalmayı da göz önüne alarak gece eğitimini yüklenme fedakârlığına başladı; gündüz eğitimini de çoğunluk kıdemsiz hocalara bıraktılar. Çünkü gece eğitiminin ek ders ücreti gündüz eğitiminin neredeyse iki katıydı. Doğal olarak böyle bir savın kanıtlanması mümkün değildir. Ancak edinilen bilgilere göre, bu derslerin kâğıt üzerinde gösterilen sürelerde yapılmadığına ilişkin birçok duyumlar söz konusudur. Ders uygulamaları ise unvanlı hocalara kayıtlı olmasına karşın, çoğunluk zaman ayırıp da kendini yetiştirmek zorunda olan araştırma görevlilerinin ya da kadrosuz yüksek lisans eğitimi yapmakta olan öğrencilerin sırtına yüklenmiştir. Ödemeler ise bu fedakâr ve idealist kıdemli hocalara yapılmaktadır.

Bu kadar yoğun (özellikle Anadolu’nun yeni kurulmuş üniversitelerinde) ders arasında kendi saçını tarayamayacak zamanı ve fırsatı bulamayan bu öğretim kadrosunun, gençlere ruhsal ve sosyal olarak rehber ya da örnek olabilecek zamanı ne zaman bulabileceğini kimse sorgulamadı. Kaldı ki bir insanın örnek olabilmesi için, mesleki bilgisinin yanı sıra, dünya insanının sahip olması gereken birçok özelliği (meziyeti) kazanmış olması gerekir. Bütün bunlar bir insanın kendine ayırabileceği zaman olduğunda gerçekleşebilir. Belli ki 5 seçenekli soruyla hayata başlayan bu gençler zaman içinde tek seçenekli bir yola itilmişlerdir. Okulu bitiren birçok öğrencinin birkaç yıl geçmeden hocalarının adını hatırlayamamaları bu eğitimin vahametini göstermektedir.

 

Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen kaçınılmaz sonuç, cahiller tarafından yönetilmeye razı olmaktır (Eflatun)

 

Bir taraftan girip diğer taraftan birbirinin aynı olan sosisler gibi öğrenci yetiştiren eğitimden sorumlu olan kurumlarımız, 1000 gecekondu mu yoksa bir Selimiye mi daha evladır seçeneğini, belli ki 1000 gecekondu daha iyidir yargısıyla noktalamışlardır.

Bir öğrenci üniversitede neyi öğrenmelidir? Doğal olarak, ilk aşamada, öğretim gördüğü konuda en çağdaş bilgileri öğrenmeyi ve de kullanmayı öğrenmelidir. Bu üniversite hocalarının birinci derecedeki görevidir.

Bu arada başka neyi öğrenmelidir ki, öğreniminin üzerine eğitimini de tamamlamış olsun? Biz buna yan donanım diyoruz. Spor, müzik, resim, fotoğrafçılık, dağcılık ve birçok yan dal ki bunların hepsi şu ya da bu şekilde üniversitelerin olanakları içerisinde yerine getirildiği söylenebilir.

Ancak bir öğrencinin ömrü boyunca – eğitildiği sürede öğrendiği bilgiler eskisi de- ömrü boyunca hep rehber alacağı ve bu eğitimle önündeki yaşam yolunda doğruyu bulabileceği başka kazanımları da elde etmesi gerekir. Esasında bir kişinin elde edebileceği en değerli şey de budur: Eğitim, birilerini örnek alma, daha sonra birilerine örnek olma. Bunu kim yapacak, kim verecek? Öğretim elemanları. Nerede? Bulursanız haber verin…

 

Düşünmeden öğrenmek zaman kaybetmektir (Konfüçyus)

 

Bir insanın sosyal ve özellikle öğretim dışı ilişkileri, ilk olarak toplumunun sorunlarına olan ilişkisi ve ilgisi ile biçimlenir. Bu açıdan bakıldığında son 28 yılı bir anımsayınız! Kaç öğretim elemanı bu ülkenin geleceğine ilişkin, yapılan yanlış uygulamalara ilişkin, işbirlikçi yönetimlerin icraatlarına ilişkin fikir beyan etmiştir? Eğer 10 parmağınız varsa, eminim 10’nuncu parmağınıza ulaşamayacaksınız.

Revolution, batı dillerinde devrim anlamına gelmektedir. Devrim ise, bir düzendeki kurumların yapısının ve özellikle o güne kadar egemen olan kişilerin değişmesidir. Rehabilitation ise iyileştirme anlamına kullanılır. Kurumlar ve kişiler devam eder, ufak tefek önlemlerle belirli bir iyileştirme öngörülür. Atatürk’ün yaptıkları devrimdir; çünkü Osmanlı’da bulunmayan birçok kurum eklenmiştir ve yetkiler farklı kişilere verilmiştir. İşte Atatürk Devrimleri olarak bilinen, dünyanın mazlum ülkelerinin gıpta ile baktıkları devrimler bunlardır. Bunun mantığını öğretmek için 1980 yılına kadar üniversitelerde verilmesi öngörülen dersin adı “Devrim Tarihi” idi. 1980 cuntasının ve onun en etkili tetikçisi YÖK’ün girişimleri ile bu dersin adı “İnkılâp Tarihi” olarak değiştirildi. İnkılap, daha eski bir sözcük olmasına ve özünde devrim anlamını taşımasına karşın, bu ekip, bunu bir çeşit rehabilitasyon (iyileştirme) anlamına gelecek şekilde yerleştirmeye özen gösterdi. Sonuçta üniversitelerin tümünde yasal bir zorunluluk olarak Atatürk İnkılâpları Enstitüleri kuruldu. Bu enstitülerin kurulmasıyla hızlanan Atatürk Devrimlerini yıpratma politikası, Cumhuriyete iğrenç idare sistemi, Atatürk’e ise hain damgası vuracak söylemlere toplumun hemen her kesiminin sessiz kalacak kadar duyarsızlaşması aşamasına getirdi. Atatürk devrimlerinin temelini oluşturan, başta laiklik, devletçilik, milliyetçilik, ulusalcılık ilkelerini savunma neredeyse suç haline geldi. Bu hain akıma bilimsel olarak en başta hangi kesimin karşı koymasını beklersiniz? Doğal olarak Atatürk İnkılâpları Enstitüsünde çalışanların. Bugüne kadar bu öğretim üyesi katmanından “çıt” çıktığını gördünüz mü? Benimsemeseniz de benimsemeseniz de anti-laik kesimin simgesi haline dönüştürülmüş, akşam sabah yapılan türban tartışmasına bu kurumun lehte ya da aleyhte bir müdahalesini gördünüz mü? Bırakın küresel ısınmayı, küresel ekonomik krizi, en azından yapmakla yükümlü olduğunuz bu konuda bir çift laf söyleyin Allahın Kulları… Böyle bir yapılanma mı devrimleri koruyacak nesilleri yetiştirecek? Hayal görmeyin…

Hukuk sisteminde inanılmaz kusurlar olduğunu, hukukçuların her gün yanlış, tarafgir ve kasıtlı uygulamalarla adalette güveni sarstığı söylenen bir ortamda, Hukuk Fakültelerinden; çeşitli kısıtlamalarla ve dış mihraklı baskılarla tarımın çökertildiği söylenen bir tarım politikasında Ziraat Fakültelerinin; durup dururken hiçbir dayanağı olmadan kümes hayvanlarının itlaf edildiği bir ortamda Veteriner Fakültelerinin; her gün gazetelere yansıyan ilaç firmaları, eczacılar ve hekimler arasındaki çıkara dayalı ilişkiler karşısında Tıp Fakültelerinin; bir zamanların amiral fakültesi olan ve mülkiyeliler olarak bilinen bir zümrenin eğitim gördüğü Siyasal Bilgiler Fakültesinin, yönetimdeki kusurlar, eksiklikler ve kasıtlı atamalar karşısında çıtı çıkmıyor. Eğitim Fakülteleri! Ağızlarını açtıkları zaman “Amerika eğitiminde böyle” diye başlayan bir zümre. Kendi ulusal eğitim modelini bile geliştirememiş; yabancı hayranı yetiştiren bir kurum.

Pek ala bakanlıkları olmayan meslekler ne yapıyor? Biliyor musunuz bu gün 100.000 üzerinde mezunu olan biyologların, bu rakama yaklaşan, fizikçilerin, matematikçilerin, istatistikçilerin, Türkiye Yasalarında henüz tanımı yok; odaları yok; yani böyle bir meslek yasalara göre yok. Tanımı ve yetkileri olmadığı için, sorumlulukları da yok. Nasıl bir ülke ki, tanımadığı ve yasal olarak yetki ve sorumluluk vermediği bilim alanlarında her yıl binlerce insan mezun ediyor ve hocaları da ekmek kapısı diye bu duruma göz yumuyor. Bakanlıkları olmayan birçok meslek bu durumdadır. Bakanlıkları olanlar da bir önceki paragrafta anlatılan durumda…

 

Başka görüşten olanlardan korkmak gerekmez, asıl korkulması gereken, başka görüşte olduklarını söyleyecek cesareti olmayanlardır...

Napoleon Bonaparte (Napolyon I.) (Fransız İmparatoru,  1769–1821)

 

Bu ülkenin geleceği, Avrupa Komisyonlarının ya da parlamentosunun, IMF’nin, Dünya Bankasının, bilmem ne kuruluşunun direktiflerine bırakılmış durumda. Üniversiteler ve öğretim üyeleri ya dillerini yutmuşlar (herhalde önlerine atılan döner sermaye-ek ders lokmasını yutmakla meşgul oldukları için) ya da dilleri tutulmuş (1982 Anayasasının dayattığı YÖK nedeniyle olabilir) ya da öğretim üyesi kimliklerini yitirmişler de bizim haberimiz yok…

Dünyanın en önemli sorunu şu dönemde küresel ısınma ve su sorunudur. Geleceğimizi tehdit eden en önemli gelişmedir. Bu nedenle su kaynaklarının araştırılması, korunması vs. özellikle bizim ülkemiz için hayati öneme sahiptir. En önemli su kaynağımız ise Fırat ve Dicle’dir. Bu nehirlerin üzerinde ve çevresinde bir kısmının kuruluşu en azından 30 yıl eskiye dayanan, en az 12 üniversite kurulmuştur. Bugün bu nehirlerin fiziki, kimyasal, biyolojik yapılarını tam ve doğru olarak verebilecek; kullanım için bilimsel önerileri sunabilecek ve bu nehirler hakkında ulusal ve uluslar arası politikaları alternatifleri ile incelemiş doğru dürüst bir çalışma bulunmamaktadır. Üniversiteler, öğretim üyeleri siz ne yaparsınız?

 

Çalışkan olmak yetmez. Karıncalar da çalışkandır. Önemli olan ne için çalışkan olunduğudur. (Henry David Thoreau)

 

1980 li yıllara kadar Türkiye’ye uzatılan bir dili, Türkiye’nin haklarının gasp edildiği bir durumu telin etmek için üniversite öğrencileri sokaklara dökülürdü. Bu, bu ülkeye sahip çıkmanın en güzel yansımasıydı. Bakın son 28 yıla, akşam sabah Türkiye’ye, Kemalizm’e, Atatürkçülüğe, Türkçülüğe, ulusal değerlerimize hakaret edilmediği gün yaşanmıyor. Ne üniversitelerden ne de onların yetiştirdiği gençlerden tek bir tepki çıkmıyor. Ancak dinimize yapılan en küçük bir saldırı, özellikle cuma namazlarından sonra güçlü bir şekilde telin edilebiliyor…

Pekâlâ, ülkenin sorunlarına bu kadar yabancılaşmış bir öğretimden ve bir öğretim üyesi kadrosunun tezgâhından geçen gençler, neyi, kimden öğrenecekler? Sorunun yanıtı açık, çok daha iyi organize olmuş cemaatlerden, bölücülerden, işbirlikçilerinden, kazanmayı tek amaç edinmiş mafyadan ve benzeri gruplardan. Türk gençleri artık üniversite öğretim elamanlarının elinden kaymış, bu aşırı grupların eline terk edilmiştir.

Ben 43 yıllık kesiksiz öğretim elamanıyım; 1978’yılından bu yana da profesör unvanı taşımaktayım (belki de Türkiye’nin en kıdemli hocasıyım). 1960 Anayasasında ve 1750 Üniversite yasasında; 1980’den sonra da 1982 Anayasasında (bazı maddeleri zaman içinde değişmesine karşın) ve 2547 No’lu üniversite yasasında (bu yasa da özel çıkarların ve dayatmaların yerine getirilmesi için değiştirile değiştirile yamalı bohçaya dönmüş; tüm kesimlerce saygınlığını yitirmiş durumdadır), basit bir eleman olarak da yönetici olarak da çalıştım. Üniversitelerin sorunlarına şu ya da bu şekilde müdahil oldum. Edindiğim izlenimi anlatabilmem için–bir insanın ruh dünyasını en iyi anlama yolunun, gördüğü rüyaların analizi olduğu yaklaşımından yola çıkarak- isterseniz tipik bir öğretim elamanının rüyasına ortak olalım. Acaba ne göreceğiz?

1.      Batı üniversitelerinin eğitim listesinde bile bulunmayan sunmuş olduğu seçmeli ya da zorunlu yüksek lisans ve doktora derslerinin kurumun eğitim komisyonundan geçtiğinin haberinin gelmesi.

2.      Açılan seçmeli dersi belirli sayıda öğrencinin almış olma haberinin gelmesi

3.      Bölüm başkanlığının vermek zorunda olduğu 10-12 saatlik zorunlu derslerin üzerine en az 20 saat daha ders verebileceğine ilişkin kararı öğrenmesi

4.      Gece eğitiminde yasal olarak verilebilecek en yüksek ders saatinin verilmiş olması

5.      Yaz aylarında, kışın bir türlü eğitemediği ve öğretemediği derslerin yazın açılacağına ilişkin kararı ve bu yaz kurslarına başvuracak öğrencilerin mevcut olduğunu öğrenmesi.

6.      Başka üniversitelerde eskiden tanıdığı bir yöneticinin –birkaç hafta içinde bile yoğun olarak olabilecek- ders verme teklifinin ulaşması

7.      Siyasi nedenlerle ya da dostluk ahbaplık ilişkisi nedeniyle –kurumu dışında- en az bir maaş daha alabileceği bir danışmanlık kaptığını öğrenmesi

8.      Emekliliği elde edip bir vakıf üniversitesinde dolgun bir maaşla –mesleğiyle ilgili olsun ya da olmasın- bir ders gösterilerek ücret alacağını öğrenmesi

9.      Yabancı bir dilde, tercihen çok kişinin tercih ettiği bir dergide bilimsel bir yayınını arkadaşına göstermesi

10.    Yabancı bir dergideki yayınını göstererek, ülkeye ne getiriyor sorusunu bile aklına getirmeden, TÜBİTAK’tan ve aynı zamanda üniversitesinden dolgun bir destek alması

11.    Yabancı bir ülkede (Zimbawe’ de de olabilir) yaptığı bir yayından dolayı (bu dergi Türkiye’ye hiç girmemiş ya da hiçbir kimse tarafından okunmamış olsa bile) akademik yükselmede puan toplamış olması

12.    Rektör ya da dekana vermiş olduğu oydan dolayı, bu yöneticilerin, bu desteği göz önüne alarak, bulunduğu bölümde eleman fazlalığı olsa dahi kendisi için yeniden kadro ilan ettiğine ilişkin haberin gelmesi

13.    Rektörlüğün ilanında sadece kendinde bulunabilecek bir özelliğin yazılmış olduğunu öğrenmesi

14.    Yurtdışında bir toplantıya sadece dinlemek için (!) gitme isteğinin, rektörlükçe parasal olarak desteklendiğini öğrenme

15.    Bölümde ya da fakültede yapılan seçimde, sonuncu olmasına karşın, dekan ya da rektörün engin görüşü nedeniyle, kendindeki cevherin keşfedilerek yönetici olarak atandığını öğrenme

16.    Çok sayıda araştırma görevlisi verildiğini; bu araştırma görevlilerinin büyük emekler ile yaptıkları çalışmalara birinci isim olarak kendi adını yazarak hem ödüllerden hem de parasal olarak yardımlardan hem de puanlardan pay alma. Yasalarda yüksek lisans ve doktora öğrencisi yetiştirmesi asli görevleri arasında sayılmasına karşın aldığı öğrenci başına yüklü ek dersin üzerine yazılması. Bu öğrencilere, lisansta verdiği derslerin angaryasını – kendi üzerine yazılmak kaydıyla- yıkma.

17.    Özellikle yabancı dildeki yayınlarda, kendi çalışmasının …..da bu konuda çalışması vardır gibi bir cümle ile adının geçmesi ve önemli bir bilim adamı olduğunu kanıtlayacak referans alması.

18.    Elemanlarına selam vermeyi bile esirgeyen dekan, müdür ve bölüm başkanlarının tuvaletleri bile boyatırken el pençe durarak rektörden icazet almalarının hazını yaşama

19.    Hiçbir bilimsel ölçütü tutturmadan aldığı unvanları unutarak; üniversitemiz bilmem ne kadar yıl sonra Oxford Üniversitesinin seviyesine gelecektir diye açılışlarda nutuk atma

20.    Gün be gün atamalardaki kriterleri (yandaşlarına yine de bir çıkar yol bularak) yükseltmesinin onurunu yaşama

21.    Yüksek lisan ve doktora gibi unvanları almış, yani en az 27-28 yaşına ulaşmış insanlara, bu unvanları alır almaz, kendilerini geliştirmeleri için kapıyı göstermenin mutluluğunu yaşama.

22.    Rektörlük seçimine girerek, üniversitesinde sıralamada 6. olmasına karşın, YÖK’te çok değerli jüri üyelerinin 3-5 dakikalık mülakatı ile (hâlbuki röntgen bile bu sürede çekilemiyor) değerinin anlaşılıp, cumhurbaşkanına gidecek listede 3. sıraya konmuş olması ve cumhurbaşkanımızın da yüksek feraseti ile bu öğretim üyemizin değeri anlaşılıp 3. sırada olmasına karşın bilmem ne üniversitesine rektör atanması. Tanıdık tanımadık bir sürü insandan, bu ülkede değerini bilen kişiler de var; cumhurbaşkanı son derece isabetli bir seçim yaptı gibi cümleleri ile tebrik mesajlarını alma.

23.    Tüm bu yaşananlardan ders almış biri olarak, artık her kürsüye çıkışında, demokrasinin erdemlerinden bahsetmenin mutluluğunu yaşama.

Doğrusunu isterseniz, bu kadar çeşit rüya gören birilerinin akli melekelerinden kuşku duyulmalı.

         Türkiye’de topraklar yabancılara satılıyor, Türkiye üzerinde büyük oyunlar oynanıyor, eğitim çıkmaza giriyor, tarımda çöküntü yaşanıyor, erozyon ve kuraklık önlenemez boyutlara ulaşıyor, işsizlik artıyor; yetiştirdiği öğrencilerinden ancak onda biri bazen yüzde biri kendi eğitildiği alanda iş bulabiliyor, Türkiye terörizm ve bölücülük ile çalkalanıyor; köydeki eğitilmemiş büyük bir kesim şehirlere göç ederek şehirlerin tümünü köyleştiriyor, sağlıktaki vurgun ve yetersizlik ayyuka çıkıyor, gericilik bir kanser gibi hızla yayılıyor ve toplumun her kesimine nüfuz ediyor ve benzer yüzlerce sorunu sanki yabancı bilim adamları çözecek, onlar bu topluma yol gösterecekmiş gibi en önemli yayınları başka milletlerin dilleri ile yapmayı yeğlemişiz. Kendi bilim adamımızın değerlendirmelerine güvenimiz kalmamış. Türk diliyle yapılan yayınları küçümsemeyi ilke haline getirmişiz. En önemli yerlerdeki profesörlerimiz “Türkçe bilim dili olamaz” diye icazet verirken, sadece başımızı sallamışız. Zimbawe’de bir mahalle arsında yayınlanan bir dergideki yazıyı, Türkiye’nin bilim lokomotifi olan TÜBİTAK bilimsel dergilerinden daha ön sıraya koymuşuz. Galiba Türkler okumaz, okusa da anlamaz saplantısını giderememişiz. Bir, ülke, bir kurum ya da bir insan kendi özgüvenini yitirdiğinde her şeyini yitirmiş demektir. Özellikle 1980 yılından bu yana üniversiteler başta olmak üzere kimlik erozyonuna uğratılması için her türlü yol denendi ve büyük ölçüde de başarıldı denebilir. Kurulu (yerine göre çarpık) düzene bilimsel olarak tepki gösterebilecek ve yeni seçeneklerin sunulabileceği tek yer üniversitelerdir. Bunun için üniversitede öğretim elamanı olarak çalışanlara yüzde yüz zamlı maaş ödenmektedir. Gel gör ki, tuz kurtlanmış…

1938 yılında folluğa konan yumurta erginleşti ve yönetimi de ele aldı. Türk kimliği, cumhuriyetin temel değerleri, sınırlarımız, geleceğimiz, birliğimiz, yüce ve kutsal bildiğimiz her şey tartışılır oldu. Cumhuriyeti yüceltecek nesiller yetiştirmek için yola çıkan bizler, galiba, duyarsızlığımızdan dolayı, cumhuriyet düşmanı bir kesimin yetişmesine de zemin hazırladık, göz yumduk…  Hâlbuki bilim yaşanarak öğrenmenin adı değil, önceden algılayarak, önlemlerin alınmasını önermenin adıdır.

Üniversite kesimi, size iyi sayteyşınlar.

 

Birileri bu hocalara “Uyanın hocalar uyanın, ayağa kalkın ey mübarekler; ayağımızın altındaki toprak kayıyor! Yere basın!” demeli. Kimse demiyorsa 43 yıllık hoca olarak ben diyorum.

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Hacettepe Üniversitesi

02.10.2008

Hasandağı parlaktır, eğer saban yürürse,

Her derede bir değirmen, eğer suyu gelirse,

Her kümesten bir tavuk, eğer köylü verirse,

Güzel gidiş bu gidiş, eğer sonu gelirse.

(Anonim)

YAZARLAR

  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9809,64%0,96
  • DOLAR

    32,58% 0,30
  • EURO

    35,07% 0,29
  • GRAM ALTIN

    2457,40% 0,88
  • Ç. ALTIN

    3991,84% 0,00