25 Nisan 1926'da Kırklareli'nin Lüleburgaz ilçesindeki Ceylanköy'de doğar MEHMET BAŞARAN... Kepirtepe Köy Enstitüsü'nü (1943) ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nü (1946) bitirir. Çeşitli eğitim kurumlarında öğretmenlik yapar.
1950’li ve 1960’lı yıllarda güçlenen köy edebiyatı hareketinin şiirdeki önde gelen temsilcilerindendir; eğitimci, şair ve yazardır.
27 Haziran 2015'de sonsuzluğa uğurladığımız Başaran, doğduğu Ceylanköy'de toprağa verilmiştir. Hemşehrimin ruhu şad olsun.
Bugünkü yazımda MEHMET BAŞARAN'ı anmak istiyorum. Anı, şiir ve bir öyküsüyle...
SABAHATTİN ALİ ve MEHMET BAŞARAN
Sabahattin Ali, bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu'ndaki görevini sürdürürken, bir yandan da Devlet Konservatuvarı'nda dramaturg olarak çalışır ve Karl Ebert'in çevirmenliğini yapar.
1942-1943 ders yılında Ankara yakınlarındaki Köy Enstitüsü'nün içinde Yüksek Köy Enstitüsü kurulmuş ve 60 öğrenciyle eğitime başlamıştır. Amaç köy enstitülerinde çalışacak öğretmenleri, köy bölgeleri için ilköğretim müfettişlerini ve yönetmenleri yetiştirmektir. Eğitim süresi üç yıldır. Burada öğrenciler mesleksel derslerin yanında güzel sanatlar, müzik, tiyatro, uygarlık gibi dersleri de görürler.
Günün birinde Karl Ebert de bir söyleşi yapmak üzere Hasanoğlan'a çağrılır. Karl Ebert, yanına Sabahattin Ali'yi de alarak gider.
Enstitü'nün bütün dallarından gelen öğrencilerle salon tıklım tıklım doludur. Bütün sanat ve edebiyat, tiyatro ve müzik meraklısı gençler oradadır. MEHMET BAŞARAN, Ahmet Yol, Fakir Baykurt, Talip Apaydın da onların arasındadır.
Ebert, tiyatro konusunda esprili bir konuşma yapar. SABAHATTİN ALİ de onu tatlı bir dille Türkçeye çevirir; istek üzerine bir şiirini de okur.
Salon alkıştan inlerken Sabahattin Ali, "Ben pek çok kez alkışlandım. Ama nasırlı ellerin beni alkışlaması hiçbir şeye benzemiyor." diyerek coşkusunu dile getirir.
Salon dağılırken Mehmet Başaran onun yanına yaklaşarak kendini tanıtır. Sabahattin Ali, Başaran'ın adını daha önceden duymuştur. Ona yakınlık gösterir ve Almanca çalıştığını öğrenince de; "İstediğin zaman bana gel, nerede rastlarsan yanıma sokul, dürt beni. Bir duvarın dibine çöküp Almanca çalışalım." der.
Başaran sevinçten uçar; ama Enstitü'deki derslerini bırakıp nasıl gidecektir Ankara'ya?
Bir gün gidip Konservatuvar'da Sabahattin Ali'yi bulur. İkisi de coşkuludur.
Sabahattin Ali, cebinden mavi pelür kâğıdına makineyle yazılmış bir tomar şiiri çıkarır.
Gülümseyerek, "BAŞARAN" der. "Sana Bursa'dan yeni gelen bazı şiirleri okuyacağım. Kimin yazdığını hemen anlayacaksın. Koca usta mitoloji tanrısı gibi Olimpos'a çekilmiş, memleketimizden insan manzaralarını çiziyor. O, bu halkın yetiştirdiği en büyük şairdir.
Biz onu ezmeye, yok etmeye çalışıyoruz. O yapıtlarıyla bizi yüceltiyor."
Sabahattin Ali sonra elindeki kâğıtların birinden şunları okur:
Ah gözümün nuru, gözümün nuru
Yine yalan söylüyor antenler
Alınteri tacirleri kapatabilsin diye defteri yüzde yüz kârla
Fakat Azrail'in sofrasından dönenler
Döndüler verilmiş kararlarla...
Sıra geldi Başaran'ın öyküsüne:
BULUŞMA
"Çömelmiş buğday yayıyordu; gidip geliyordu bir ucundan bir ucuna yaygının. Islak taneler yalbırdıyordu güneşte. İncecik bir toz, bir harman yeri kokusu titretiyordu burun kanatlarını. Yüzü al al, topacık bir kızdı. Eğilip doğruldukça bi hoş kımıldanıyordu göğüsler. Durup Çörtüklerden yana bakıyor, ışıltılar geçiyordu iri güvem gözlerinden. Murat nerelerdeydi acabola? Hiç görünmemişti bugün. Derin derin iç çekiyor, yeniden taneye daldırıyordu ellerini. Hoş bir ürperti sarıyordu vücudunu; kumlarla evcilik oynarmış gibi... Murat da yanında olmalıydı ki..."
Öykü bu paragrafla başlar. Öykünün baş kişisine de tanırız; Ayşe'yi... Öyküde ana olay, Ayşe ve Murat'ın buluşması üzerine örülmüştür.
Öykünün kahramanlarından biri de Ayşe'nin annesi Hatçe'dir. Onu da hemen tanırız öykünün başında. "Nerde kaldın gııı!" diye uyarır kızını. Ardından bakarken de "Deli kızım büyüdü gali. Boşuna mı o dalıp dalıp gitmekler; kendini duymağa başladı...
Ben bubasına vardığımda az kabacaydım ondan. Kısmeti iyi olsa bali... Çörtüklerin Murat benim de gönlüme yatıyo ya, gelin ata binmiş de, ya kısmet demiş eskiler..."
Köyleri kuru taşın içindedir. Kocası Kara Hüseyin'e de kendisine de anasından babasından bir şey kalmamıştır. Güz gelmiştir. Gene zeytine gitmekten başka çareleri yoktur. Tayfa kamyonlarının görünmesine az kalmıştır.
Tayfa sözü geçince öyküde, BAŞARAN'ın TAYFA şiiri düştü usuma... Öykü ile şiir bende birbirini tamamlıyor etkisi yarattı...
TAYFA
Başka ufuklara giden gemilerde değil
Ben Edremit çukurunda bir tayfa
Ne ki farkı kıpırdayan zeytinliğin denizden
Oyunu oyun dalgası dalga
Dalıvermişim ovaya balık gibi
Görmüşüm meddini de cezrini de
Tuzludur geçen günlerim tuzlu
Tuzludur ağaçların yaprakları
Gözlerimin içinde oynaşır yeşil
Avuçlarımda mor zeytin
Beni bütün ağaçlar tanır
Emeğim var köklerinde dallarında
Çöker üstüme zeytinyağı kokan akşamlar
Rüzgâr bir başka serin eser
Acır parmaklarım acılaşır ekmeğim
Özgür tayfalar güneşli denizler aklıma düşer
Yelken bezi bir gök altında
Yaşamam bata çıka
Nerde akşam orda sabah
Yitirdim gençliğimi el tarlasında -MEHMET BAŞARAN
Hatçe, kızını götürmek istemez; ancak Ayşe, "Ben de zeytine gelcem ana, götürmek istemeseniz de gelcem." demektedir. Durup durup "Bizim burda ne var? Yaşaycekse öyle yerlerde yaşamalı insan" demektedir Murat Ayşe'ye. Ayşe de köyden hiç çıkmadığı için, Murat'ın sevdiği yerleri merak etmektedir.
Sonunda sabahın köründe yola dökülürler. Tüm köylerin adamı akıp gelmiştir; Yörükler, Türkmenler...
Recep Kâhya, oğlu Şükrü ile gelmiştir; Emir'lerini verdikten sonra, yaşlı Mustafa Dayı'ya verir en son emrini, "Tamam mı Mustafa Dayı? Ben fabrikaya ney gidersem Şükrü olacak başınızda. Ağamızın ekmeğini yiyoruz. Çeneler değil, eller işleyecek."
Tayfalar işe koyulur. Arada birbirleriyle konuşurlar... Çörtük Osman, Mustafa Dayı'ya sorar, "Yöğmiye ne kadarmış?" diye. Kara Hüseyin, alaylı alaylı seslenir, "Vay yavrım!..Yöğmiye soruyo... Beğenmezsen fabrikaların işçileri gibi grav mı yapacak hay Çörtük?"
Murat, başını kaldırır, "Neden olmasın Hüseyin Emmi? Biz onlara muhtaçsak, onlar da bize muhtaç. Birlik oldukta geri.."
Murat Dayı uyarır, "Görmüyonuz mu tayfa bolluğunu, dağ taş adam dolu. Çalıştıracak kimse mi bulamaz ağa? Murat tavrım, sen de böyle şeylere karışma, duyan muyan olur."
Köyün kahvesi, barınaklara yakındır. Erkekler, tayfa gelince, kadınları görmeye akın akın gelirler kahveye. Oradan çeşme başındaki kadınları, duvar dibinde aş pişiren ,çamaşır yıkayan kadınları gözetlerler. Murat bir köşeye büzülmüş çayını içerken, Şükrü'nün de aralarında olduğu akranı sayılacak delikanlılar yüksek sesle konuşup oyun oynarlar.
Şükrü dönüp dönüp takılır Murat'a. "Türkmenoğlu" der, "Len ne düşünüyorsun? Kara sevdalı mısın? Sizin kızlar da yaman oluyor ha! Dipdiri, kütür kütür... "
Murat duymazdan gelir. Birden çeşme başında Ayşe'yi görür; sıra beklemektedir. Şükrü'nün masasından, "Yavruya bak yavruya!.." diye başlayan sesler yükselirken başı belâya girmesin diye uzaklaşır oradan. Ancak Ayşe'yi uyarmakta kararlıdır. Karanlıkta buluşurlar Murat, "Köye dönünce bubandan istedecem seni. Buraların kötüsü de var. Sahap ol kendine. Çeşmeye ney anan gitsin. Sen gitme. Az kalsın bu akşam başım belâya girecekti." der.
Birden ayak seslerl duyarlar. Şükrü ve iki kişi gelmektedir. Şükrü'nün elinde tabanca vardır; Murat da bıçağını çeker. Şükrü'nün arkadaşları Murat'ın kollarını bağlarlar. Ayşe barınaklara doğru kaçar, Şükrü de ardındadır. O sırada Mustafa Dayı barınaktan çıkarken gürültüleri duyar ve tayfayı yardıma çağırır. Saldırganlar, "Alacağın olsun Yörükoğlu" diyerek karanlığa karışırlar. Jandarma gelir.
Suçunu sorar Mustafa Dayı, Murat'ı nereye götüreceklerini sorar. "Hakkında şikaat var" der, bir jandarma, "Tayfayı kışkırdıyomuş, grav yapın diyomuş. Çok bi kötü propagandalar yapıyormuş. Sorgusu epey uzar. Şikaat kuvatlı yerden çünküm ."
Murat'ı önlerine katıp yürürler...
"Vay!" der Mustafa Dayı, "vay ki vay!.."Gözlerimle gördüm onlara saldıran itleri... Irz namıs düşmanıydılar. Onları bırakıyorlar da, bizimkiyi götürüyorlar... Vay kahpe dünya vay!"- MEHMET BAŞARAN
HOŞÇA KALIN.