İlkokul 3. Sınıftaydım
Öğretmenimiz rahmetli Ahmet Aydın’dı.
Halk ozanı olan Babamla iyi dosttular. Cumada babamla görüşmüşler, akşam oturmasına
geleceğini söylemiş. İlk kez gelecekti. ( Köy öğretmenleri öğrenci ailelerini sıkça ziyaret ederek
– taşımalıdan önce yani- öğrencileri etkileyen sosyal ve pedagojik etmenleri tanımaya çalışır
Ona göre önlem alırlardı. Bu ziyaretlere “ Akşam oturması” denirdi)
Dar gelirli bir aileydik. Evimiz iki katlı küçük bir yapıydı. Alt katı ahır ve samanlık; üst katıysa
bir oda ve kilerden oluşan, Dedemden kalmış bir yapıydı.
Olacak ya o gün resim dersinde “ Evinizin planını çizin” demişti öğretmenimiz. Ben de çok
güzel bir ev çizmiştim. Planımda alt katı gene ahır ve samanlıktı. Üst katı görmeliydiniz. Bir
oturma odasının çevresinde Ninemin, Annemle Babamın ve de kardeşimle benim yatak
odalarımız vardı. Kiler ve yemek odası da unutulmamıştı. Öğretmenim çok beğenmişti.
Arkadaşlarıma göstermemiştim.
***
Babam “ Öğretmen akşam bize gelecek” dediğinde sanki üstüme bir dağ yıkılmıştı.
Kaçabileceğim bir yer yoktu ki.
Akşam yemeğinden sonra eşiyle birlikte geldi öğretmenim.
Babam “ Hocam evimiz dar, kusurumuza bakmayın” diyerek, yer minderine buyur
ederken kafamı kaldırıp bakamıyordum.
Öğretmenim de hiç yadırgamadı, kuruldu yer döşeğine, başladı ada çayını içmeye.
Hal- hatır sorgulamasına giriştiler.
Babam ilginç bir adamdı. Bağlamasız bir halk ozanıydı. Âşık sözcüğü adının yerine
geçmişti sanki. Halk âşık diyor, ama mürekkep yalamış olanlar şair demeyi yeğliyorlardı.
Güzel bir sesi vardı. Kış günleri semt komşuları toplanır kitap okuturlar, doğaçlama şiir
söyletirlerdi. Dedemden kalmış Muhammed Hanefi, Hazreti Ali, Guddusi, Kesikbaş gibi
kitaplar vardı. Onları Yemen’den getirmiş. Babam kitapları güzel bir melodi ile okurken,
erkekler sessizce, kadınlarsa dövüne dövüne ağlaşırlardı.
Demem o ki Babam okumayı askerde öğrenmiş birikimli, zeki ve uygar bir insandı.
Ortak payda bulmuş olmalılar ki okulla cami yakın olduğu için, öğretmenimle her Cuma görüşüyorlardı.
Keçiboynuzu eşliğinde adaçayı içerek söyleşirken, Öğretmenim benim sıkıntımı görmüş
olmalı ki “ Mehmet, bugün yaptığın resmi getirir misin?”dedi. Bağrıma bir bıçak saplanmıştı.
Yırtıp attım demek geçti içimden, yapamadım. Utanarak çıkardım verdim. Çizdiğim plan
ortaya gelince Babam epeyce bozuldu sanırım. Öğretmenin şikâyetçi olduğunu sanmış
olmalıydı belki.
“ Oğlum, niye yalan yazdın?” derken sesinde bir hüzün, bir acı vardı. Kuşkusuz yalanıma
üzülmüştü. Yalanı hiç sevmezdi çünkü. Ama öfke yoktu sesinde. Böyle bir ev sunamamanın
acısı olmalıydı bunalımı.
Öğretmenim hemen söze girdi “ Hayır hayır Şair, çocuk asla yalan söylemedi. Ben onlara oturduğunuz evi çizin demedim ki. Herkes evinin planını çizsin dedim. O gönlündeki özlem
evinin planını çizdi. Dileyelim ki yaşamında gönül evine kavuşsun.
Çocuklardan isteğimin yeterince net olmadığını, çocuğun çizgilerini görünce anladım.
Köyde böyle ev olmadığını bilmez miyim? Bilerek geldim bugün size.
Şair, bu resim seni sevdiğim kadar önemli benim için. Bu çocuk özlemlerini betimleyip bir
sisteme sokabiliyor. Yönlendirilmeye hazırım, diyor”
Çayından bir yudum daha aldıktan sonra sürdürdü sözünü:
“ Teyzem sen de iyi dinle. Eski kuşakların terbiye edeceği sanılarak yaptıkları bazı yanlış
davranışlar vardır ki yürekler acısı. Her insanın gönlünde yatan birtakım özlemler vardır.
Büyükler gizlemeyi becerirler de çocuklar saflıklarıyla kolayca açığa vururlar. Sözlerinde, davranışlarında ya da oyunlarında ortaya koydukları hareket ve tavırlar, iç dünyalarının
aynası gibidir. Onları anlayıp dinlemeye çaba harcamadığımız için, daha doğrusu, çocuk bir
şeyden anlamaz diyen o lanet yargı yüzünden, suç işliyoruz. Önemsemeyerek, ayıp sayarak
ya da suçlayarak kurduğumuz baskılar, bizim günahımızdır. Bilinci verilmeden getirilen her
yasak, suç için ekilmiş acı tohumlardır. Bizim işlediğimiz bu suçun bedelini de neyleyim ki çocuklarımız ödüyor” demişti öğretmenim.
***
Eğitimcilik yaşamımda, bu söylemin bana yol göstericiliği çok oldu
Yani çocukların o masumca eğilimlerini anlamamakla ya da yalmış anlamakla, onları
yalancılığa, hatta suça teşvik edişleri, uzun yıllar gözlemledim.
Şimdi çıkıp da “ Ey savcılar! Çocuğa karşı sergilediğimiz bu yaklaşımlar, suça teşvik
değil midir? Hatta suç ortaklığı sayılmaz mı?” desem, haksız mıyım?
Önemsiz gibi görünen bu çocuk duygular, bazen saplantı halinde kalırmış. O takıntılar
ileri yaşlarda bireyi, ne pahasına olursa olsun, hayata geçirmeye zorunlu bırakabilirmiş.
Bu açıdan düşünüyorum da ben mimar olsaydım, kesinlikle bin odalı bir ev yapardım.
Neyleyim ki 1 + 1’de oturuyorum.
Mehmet BABACAN