Mehmet BABACAN, Eğitimci- Yazar ve Şair

Tarih: 15.10.2020 14:16

DÜZİÇİ İLKÖĞRETMEN OKULUNDA YAKILAN KİTAPLARIN ÖYKÜSÜ

Facebook Twitter Linked-in

1954 yılıydı.6234 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri kapatılmış “ İlköğretmen Okulu” adını almışlardı.Buna karşın, kök salmış olan Köy Enstitüsü geleneğinin birçoğu, bir çırpıda değiştirilememiş; geçerliliklerini bir süre daha korumuşlardı.Düziçi İlköğretmen Okulu’nun “ Okul Kütüphanesinde” de düzen değişmemişti.On binlerce kitap raflarda şahlanıyor; okuma salonu arı kovanı gibi işliyordu.

***

Türkçe öğretmenimiz Nurten Ağabeyoğlu, okul kütüphanesinden sorumlu öğretmendi.

Beni de yardımcı seçmişti. Öğretmenimle çokça dönerli olarak bulunurduk kütüphanede.

Kütüphane ikinci binanın üst katındaydı. Ayrıca bir kütüphane memuru yoktu. Haftalık nöbetçi öğrenciler olurdu.Kitap alış- verişi, salonun temizliği ve düzeni, onların göreviydi ve tıkır tıkır işlerdi.Öğretmenimle ben, gözetmen olarak bulunurduk, Haftalık okunma istatistiklerini hazırlamak; kütüphanenin işleyişi hakkında değerlendirmeler yapmak ve önermelerde bulunmak, görevlerimiz arasındaydı.Köy Enstitülerinin hepsinde, kütüphanecilik gelişkin olmakla birlikte, “ Düziçi Köy Enstitüsü’nün kütüphanesi daha gelişkin” diye, söyleniyordu.

***

Ocak 1954’te Köy Enstitüleri kapatılmış; kitaplarla ilgili dedi- kodular, fısıltı halinde, yoğunlaşmaya başlamıştı. Kitaplara karşı bir savaş açılacağı sezinleniyordu, ama hedef seçilecek kitaplar hangileri olacaktı?1954 yılında, yaza yönelik günlerden biriydi.Nurten Hanım, yanında üç öğrenciyle birlikte geldi kütüphaneye.Öğrencilerden biri Tarsuslu Nazmi Hikmet Coşkun’du. Hemşerim olduğu için mi bilmem, onu anımsıyorum, ama diğerlerini unuttum.Bilmem Nazmi Bey anımsayabilir mi?Nurten Hanım’ın elinde uzun bir kitap listesi vardı.Bir hayli de çuval getirmişlerdi.Kitapların rafını, yerini, bir hayli bildiğim için, öğretmenimin listeden okuduğu kitabı bulup, önlerine atıyordum. Onlar da çuvala dolduruyorlardı.Böylece, altı çuvalı doldurduk.

İkinci bina ile Revir binasının arasında, çalılık küçük bir dere vardı.Hatta o sıra toprak kazılmış olduğu için, genişçe bir çukur oluşmuştu. Çuvalları, o çukura taşıdık.( Yakmamız gerekiyormuş. Hem de, kömürü bile kalmayacak dozda yakmalıymışız. Çok ciddi ve çabuk olmalıymış bu iş. Çünkü uzaktan gözetleniyormuşuz.)Tutuşturduk kitapları. Yapraklar kolay yanıyordu da, ciltli kısımlar direniyordu. Onları, odunla karıştırarak, kömürleşenleri dövüp parçalayarak yakıyorduk.

Kitaplar yandıkça, canımız da yanıyordu.Yakılacak kitapları seçerken, ne kadar gizlemeye çalışsa da, öğretmenimizin ağladığı gözümüzden kaçmamıştı.Bu görünüm, bizi daha da duygusallaştırmıştı.İçini bilmesek de, cildi filan çok hoşumuza gidenleri, gizlice koynumuza sokarak; tuvalete gitme bahanesiyle, bir yerlere saklayıp geliyorduk.

Bizim yaptığımız hırsızlık değildi.Düşmandan kurtarmaya çalışıyorduk onları.

Benim kurtardığım on dört kitabın yaşamı, 12 Mart 1971 faşist darbesine kadar sürdü.Kitapların alnına yazılmış gibi görünen“ Yakılmak” sözcüğü, aslında onları faşistlerden, yobazlardan kurtarmayanların alnına yakışır.İnan ki tarih de öyle yazacaktır.5. 10. 2020

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —