Salih KOÇ


BİR ZAMANLAR


Sonbahar mevsimine girmek üzereydik. Güneş, köyümüzü çevreleyen dağların tepesinden başını uzatmış, çevresindeki; canlı, cansız varlıklara ‘’günaydın’’ der gibiydi. Güneşin doğmasıyla, yarasalar mağaraların güneş görmeyen yerlerine kaçmışlar; kuşlar, kelebekler, arılar dahil tüm canlılar ortalıkta görünmeye başlamışlardı.
Bizim kümesin Çil horozu, sabahın olduğunu ‘ ü ürüüü üü’’ diye uzunca birkaç ötüşle ilk haber verenlerdendi. Horozun sesini duyan annem, hepimizden önce kalkardı. Annem, akşam ocakta yanan ateşten kalan külün içinde bir kor parçası arar, bununla günün ilk ateşini yakardı. Anadolu’da ateş yaşam, bacadan çıkan duman ise ‘’bu hanede yaşam var’’ demekti...
Annemin yaktığı ateşten babam ilk sigarasını yakardı. Bu konuda annemle zaman zaman tartıştıkları olurdu. Annem:
‘’Parasını el alır, dumanını yel alır! Ne olur bunu içmesen. Bak çocuklarımız büyüyor. İyi bir şey zannedip, çocuklarımız da sigara içerse...’’ diye söylenip dursa da babam artık bu sözlerden hiç etkilenmez, bir kulağaından girer öbüründen çıkardı. Arada bazen:
‘’Ah Sultan! Bilmez miyim, askerde komutan da buna benzer şeyler söylerdi. Bu sözler bizde daha çok içme isteği uyandırırdı...’’
Annem, babamla böyle çekişse de yapılacak o kadar çok işi vardı ki... Dışarı çıkmasıyla evimizin köpeği Karabaş annemin yüzüne bakar, kuyruğunu sallar, sonra da  yanına gelir eteklerine dolanırdı. Sağa sola boş gözlerle bakar, bir iki havlardı. O da kendi dilince acıktığını dile getirirdi. 
Her ne kadar annemi görmeseler de kümesin içinde bir hareketlenme olur, kapısı açıldığında dışarıya ilk çıkan hep Çil horoz olurdu... Sabah olduğunu müjdelemenin karşılığında o da hem kendine hem de kümesteki diğerleri için yem isterdi annemden. Evde bizler, dışarıda hayvanlar... herkes annemin eline bakardı. O devasa zannettiğimiz, her şeye gücü yeten babam bile. Bazen kendi kendime; ‘’Anneler, hep vermek için mi dünyaya gelmişler?’’ diye düşünürdüm... 
Köpeğimize yalını, tavuklarımıza yemini veren annem gayet mutlu bir şekilde ahırımızın kapısını açtığında ineğimiz, başın geriye çevirerek masum masum annemin yüzüne bakardı.  Küçük buzağımız Elif, sevincinden daracık bölmesinde kuyruğunu bir o yana, bir bu yana sallayarak karnını doyurmak için o daracık bölmeden çıkacağı anı beklereken sabırsızlanırdı.
Annem buzağının kaldığı bölmenin kapısını açtığında, hızla annesinin memelerini emmeye başlardı. Üç gündür aç kalmış gibi öylesine çabuk emerdi ki, ağzının yan tarafları kısa zamanda köpürürdü. Hatta köpükler yere dökülürdü...
Daha sonra annem buzağının başına minik bir yular geçirir, ineğimizin yanına bağlar, sonra da ineğimizi sağardı. Buzağıyı ahırın içinde bırakır, ineğimizi de bahçemizdeki otlağa salardı. 
Annem elinde bir bakraç süt ile eve gelirdi. Önce sütü bakırdan kalaylı bir tencere içerisine süzer, süt tenceresini ocakta yanmakta olan ateşin üstüne koyardı. Bir yandan kahvaltılık bir şeyler hazırlarken babam, ahırın diğer bölümündeki öküzlerin altını temizler, önlerine akşamdan hazırladığı otları (alaf) koyardı. 
Sıranın en son kendisine geleceğini yıllardan beri ezberlemiş olan eşeğimiz, adeta ‘’ben de buradayım’’ dercesine anırmaya başlardı. Babam onun başındaki eğreti yularını çözdüğünde, o da doğruca evimizin önünden geçen yolun en kumlu yerine yatar; bir o yana, bir bu yana devrilerek kendi kendine sabah tımarını yapardı. Kalkar şöyle bir silkinir, üzerindeki kumların, tozların bir kısmını atar, doğruca yol kenarındaki kendisini bekleyen eşek dikenlerinin yanında soluğu alırdı. Eşek dikenlerini o kadar itina ile yerdi ki, ağzına bir tane bile diken batmazdı. Ya da biz öyle zannederdik...
Hayvanların işleri bittikten sonra sıra bize gelirdi. Köy yerinde ‘’Mal, canın yongasıdır.’’ Her ne kadar önemli bir kaza olduğunda; ‘’Cana geleceğine, mala gelsin’’ dense de bu söz malın değerini düşürmezdi...
Annemin kahvaltı sofrasını hazır etmesiyle kardeşim Kiraz yarı uykulu kalkar, biraz nazlanarak annemin eteklerine dolanırdı. Sonra ben elinden tutar doğruca lavaboya götürür elini yüzünü bir güzel yıkardım. Soğuk su kardeşimin uykusunu açar, mızmızlanmayı bırakır, neşeli bambaşka bir çocuk oluverirdi.. 
Köyde kahvaltılar öyle uzun uzadıya yapılmazdı. ‘’Selden kütük kaçırır’’ gibi biraz acele edilirdi. O günlerde harman işleri bitmiş, bağda üzüm toplama zamanı gelmişti. Üzüm toplamak için hep birlikte kağnı arabamıza biner, köyümüzün alt tarafından geçen ırmağın kenarındaki tarlamıza giderdik. Akşama kadar topadığımız üzümleri babam, kendi yaptığı kasalara doldurur evimize getirirdi. Hasat zamanı her akşam köyümüze gelen tüccarlar toplanan üzümleri satın alırlardı. Böyle zamanlarda günün yorgunluğuna rağmen babamın yüzü hep gülerdi. 
Sattığımız üzüm paralarıyla ben okul için kıyafet, defter, kitap hatta yeni bir çanta almayı hayal ederken kardeşim Kiraz; ‘’ağlayan bebek’’ alıp almayacağını iki de bir babama sorardı. Ondan aldığı ‘’alacağım’’ cevabını duyunca boynundan kucaklar, yanaklarınada öperdi. Ben, geçen yıl ölünceye kadar hep dedemi kucakladığımdan babamı kucaklamak hiç içimden gelmezdi...
Aradan yıllar geçti. Büyük şehirlere göç ettik. Ben ev hanımı olarak kaldım. Kardeşim Kiraz okudu, hemşire oldu... Arada bazen bir araya geldiğimizde geçmiş günleri anarken yukarıda anlatığım yaşantımız gözümün önünden bir sinema şeridi gibi geçerken gözlerim yaşarırdı. 
Yeğenim Yaren; ‘’Teyze, niçin ağlıyorsun?’’ diye sorardı. Onu kucaklar, bağrıma basar, çocukluk günlerimi kendine anlatırdım. O da ilk defa dinliyormuş gibi her seferinde anlattıklarımı dikkatle dinlerdi...   

 

YAZARLAR

  • Salı 31.1 ° / 13.6 ° Güneşli
  • Çarşamba 35.2 ° / 19.1 ° Güneşli
  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false
  • BIST 100

    9645,02%-0,50
  • DOLAR

    32,56% 0,14
  • EURO

    34,81% 0,49
  • GRAM ALTIN

    2417,74% -0,61
  • Ç. ALTIN

    4073,33% 0,00