Fazilet ÖZKAN POR


BAHAR’IN KIŞI/ÖYKÜ

           Dalıp gitti yine çocukluğuna...Eski yılları, eski günleri  ne çok düşünür olmuştu; son zamanlarda. ’’Yaşlanıyor muyum ?’’ diye düşündü;  yaşını bilmiyormuş gibi sanki. Yıllar ne çabuk geçiyor, ne çok iz bırakıyordu ardında… Altmış yıl önce yaşadığı o günleri düşündü:


           Dalıp gitti yine çocukluğuna...Eski yılları, eski günleri  ne çok düşünür olmuştu; son zamanlarda. ’’Yaşlanıyor muyum ?’’ diye düşündü;  yaşını bilmiyormuş gibi sanki. Yıllar ne çabuk geçiyor, ne çok iz bırakıyordu ardında… Altmış yıl önce yaşadığı o günleri düşündü:

Sevinçli,  coşkulu o güzel günleri… O büyük acısı, kederi, yürek yakan mutsuzluğu… Yıllar önce yaşanmış,  eskimeyen, eskitilemeyen taptaze anıları… Gönül sandığına kilitleyip beraber büyüdüğü, yaşadığı onca şeyi... Bir bir geçti; buğulu gözlerinin önünden tüm çocukluğu.

            Bahar’dı adı.

            Küçücüktü...

Ya Yaşadıkları ... O çocuk  yaşına bakmadan nasıl da çabucak büyümüş, çocukluğu  uçup gitmiş, yok  oluvermişti...

            Memur olan babası, ev hanımı annesi, kendinden küçük üç kardeşiyle, Ankara’da kendilerine ait üç katlı bir evin en üst katında yaşıyorlardı. Camları,dizi dizi pembe, erguvan,beyaz  renkli sardunya saksıları … Babasının kendi elleriyle diktiği meyve ağaçlarıyla yemyeşil, annesinin mis kokulu gülleriyle  rengarenk bahçeleri... Yoldan  geçenin bakmadan edemediği, komşuların imrenerek  söz ettiği yaşam dolu  bir ev…Mutluluğun, sevginin buram buram sokağa taştığı bir ev...

            Babası Mehmet Ali Bey,  hafif dalgalı kumral saçlarının, alnına dökülen doğuştan sakarı yaşlı gösterse de genç, yakışıklı  bir adamdı. O gençliğine iki kız, iki erkek dört çocuk sığdırmıştı.  Bahar dokuz, Savaş yedi, Ahmet dört  ve Melis iki yaşındaydı. Üstlerine titrerdi  çocuklarının.. Söyleyemezdi  de Bahar, iri kahverengi gözlerinden yüreğini okur, anlardı  çocuk aklıyla o sevgiyi. Yumuşacık  babasının sevgisini ... 

            Annesi Ferda Hanım,  gülünce gözlerinin içiyle gülen, güzeller güzeli genç bir kadındı.  Kocasının aksine, ufak tefek boyuyla uyumsuz görünürlerdi ya...Sonsuz dostlukla,anlayışla, ışıl ışıl sevdayla bakardı  gözleri birbirlerine.… Dört çocukla ve ilk günün heyecanıyla yürüyen on yıllık evlilikleri ne de güzeldi. . .

****

            Birkaç aydır hastaydı Mehmet Ali Bey. Gitmediği hastane, görünmediği doktor kalmamıştı; koskoca Ankara’da . Kimi doktor bir şeyin yok diyor, kimi zayıflığına bağlayıp şarap içmesini, kimi de kaplıcaya gitmesini öneriyordu. Karın ağrısıydı; tek belirtisi,  adı bilinemeyen bu  illetin !. Ama hastaydı işte!

            İçkiyle başı hoş değildi oldum olası. İş arkadaşlarına hoş geldin, ya da güle güle  gibi özel yemekler  değilse, öyle  masalarda görünmezdi hiç. İçmezdi yine doktor zoru olmasa... Oysa, ilaç niyetine öğle yemeğinde yüzünü buruşturarak içtiği bir bardak şarap da,  gittiği kaplıca da iyi gelmemişti. Umarsızdı. Günden güne artan sancısı, yedirmiyor, içirmiyor, zayıf  bedenini  eritiyordu;  gün be gün .

            İşyerinde çalışmayla, arkadaş sohbetiyle geçen gündüzleri kolaydı. Akşam  evde,  çocuklarla   geçen saatleri de güzeldi... Hele Savaş’la,  Ahmet’le  şakacıktan  tuttukları  güreşler… Kapıdan girer girmez boynuna atlarlardı;  yatırmak için yere de. Zor değiştirirdi üstünü. Melis’de kucak isterdi  hemen  ağabeylerinden  fırsatı koparınca. O saatler unutturuyordu sancısını da, kendini de...

            Ya geceler…Acılı , huzursuz,  olmayan sabahların uzun geceleri… Ve  ağaran günle  fırlardı yataktan… Çabucak hazırlanır, bir şeyler atıştırırdı;  hazırlanmış kahvaltıdan  karısının zoruyla. Sonra da, çıkardı evden.

            Uykusuz,yorgun bir gün başlamıştı yine..

            Güzel olan, büyük kentte yaşayıp, ulaşım sorunu olmamasıydı.  Zaman zaman gittiği şehir dışı görevi için verilen araba ile rahatça gider gelirdi işine   

****

            Hidroelektrik santralinde çalışmıştı;  Ankara’ya gelmeden. Dağ bayır demeden, yolu izi olmayan yerlerde at sırtında kamulaştırma yapmıştı. İşini severek  yapan, usta bir topoğraftı . Bitmişti baraj inşaatı. Şehir dışı görevi de azalmıştı artık. Azalmıştı azalmasına da yoruluyor,  zorlanıyordu; son zamanlarda. Evine gelmek, ailesiyle olmak istiyordu. Otel odalarında değil, sıcak yatağında yatmak istiyordu; akşamları artık. Bu yüzden Ankara’daydı. Kendi isteğiyle yeni atanmış,  büroda işe başlamıştı; koşullarının rahatlığı nedeniyle...

            Öğrenciliğinde en sevdiği dersti matematik. Tam istediği  gibi matematik  yoğunluklu  işindeki  titizliği, hastalığı  yokmuşçasına  çalışkanlığı, dürüst kişiliğiyle sevilen biriydi.  Hasta olduğunu, kaç doktora gittiğini ama bir tanı konulamadığını biliyordu arkadaşları. Onların, “rapor al, gelme işe, dinlen” uyarılarını duymazdan geliyor; solgun, acılı yüzüyle,  uykusuz, yorgun bakan gözleriyle iyi olduğunu söylüyordu. Kimseyi inandıramadığını bilmez miydi,  bilmezden mi geliyordu?

            Günler günleri deviriyordu böylece.

****

            Ticaretle uğraşan, çevresi geniş, sözü geçer Nuri amcası,  çok sevdiği yeğeni için iyi bir doktor arıyordu; ne zamandır. Mehmet Ali başkaydı gönlünde. Ortaokul için gelmiş,  liseyi bitirinceye dek evinde kalmış, iyi huyu ve çalışkanlığıyla amcasının vazgeçilmezi  olmuştu. Kendinden küçük  iki oğluna ağabeylik yapıp, az mı kollayıp, korumuştu!  Ailenin üçüncü oğluydu O. ’’ Ayşe abla’’ dediği yengesi de, oğullarından ayırmaz,  çok severdi O’nu.  Bu büyük oğul hastaydı işte! Ve gidilen doktorlar bir tanı koyamamıştı. Zaman yitirmeden, derdine çare olacak iyi doktor bulunmalıydı… Hastalığı konduramıyorlardı; otuz iki yaşındaki bu delikanlıya. Öyle gençti ki !.

****

            Gülhane Askeri Hastanesine gidildi  sonunda. Hastanenin başhekimi ve gastroenteroloji  uzmanıydı ;. alanında, Ankara’nın en iyilerinden olduğu söylenen doktor.

            Randevu günü,  Amca ile birlikte, sabah erkenden gittiler; hastaneye umutla. Orta yaşlı, güleç yüzlü, bakışıyla, konuşmasıyla hastaya da,  yakınına  da  güven veren, babacan  bir albaydı doktor. Önce sorunu dinledi. Daha önce yapılan tahlillerin sonuçlarını inceledi. Sonra,  iyice muayene etti.”Hastaneye yatırıp kontrollerini yapmalıyız,  belki bir ameliyat gerekebilir “dedi. Yüzünden anlaşılmıyordu ama “Hemen hazırlığınızı yapın, yarın gelin yatıralım.” demesinden ciddi bir şeyler olduğunu sezmişti Amca. Doktora teşekkür edip çıktılar.   

****

            Gözü yolda, kulağı kapıda, içi içine sığmaz,   iyi haber bekliyordu; Ferda evde. Hastaneye yatırılacağını, belki de ameliyat olabileceğini duyunca çok  üzüldü. Esmer yüzü sarardı,  allak bullak oldu. Kurudu, düğümlendi  boğazı.. Bilemedi ne söyleyeceğini, ne düşüneceğini. Üzüntüden, sıkıntıdan cız etti yüreciği.  Nasıl sızlamasın, nasıl üzülmesin ki! Evin sorumluluğu bir yana , dört  küçük çocukla ne yapardı bir başına?. Nasıl ilgilenebilirdi hasta kocasıyla? Ameliyat gerekirse, hastanede nasıl kalırdı;  evde bırakıp çocuklarını? Uzakta yaşayan annesi gelemezdi ki. Hastaydı o da. Ne yapar yapar, gelirdi belki de.  Okullusu ayrı, evdekiler ayrı, nasıl baş ederdi onca çocukla? Sorularıyla başı dönüyordu kadıncağızın.  Amca anlamıştı; Ferda’nın gece karası, ceylan bakışlı  gözlerindeki  acıdan neler düşündüğünü. ‘’Yalnızca çocuklarla  ilgilenmesini, kocasının hastanedeki işlemleri, hatta ameliyat olursa bakımıyla ilgili gerekenleri kendisinin çözümleyeceğini’’ söyledi. Sakinleştirmeye çalıştı  sevdiği  gelinini.  Hastane için gereksinimlerini sordu?  Hayır yoktu. Birkaç gün yatıp çıkacaktı;  nasıl olsa!!…Sabahtan beri yorulmuş , acıkmışlardı. Yeğeninin yemek davetine, işleri nedeniyle teşekkür edip, sabah erkenden görüşmek üzere ayrıldı evden.

 Hastaneye, yine kendi arabasıyla götürecekti.

            Amca çıktıktan az sonra, ilkokul üçüncü sınıfa giden Bahar ile birinci sınıftaki Savaş, eve yakın  okullarından, öğle yemeğine  geldiler. Ahmet ve Melis, zil sesiyle, oyunlarını bırakıp kapıya koştular. Babalarının durumundan habersiz, her zamanki itiş kakış başlamıştı yine. Çocuklar için, bu günü, dünden ayrı kılan ne vardı  ki?. Ferda, hazır olan yemekleri ısıttı. Kocası  çok iştahsızdı ya, bol limonlu şehriye çorbasına hayır demezdi; nasıl olsa. Yanında da İzmir köfte vardı çok sevdiği. Çocukların iştahla yediği yemeklerin tadına bakmış, yalnızca yer gibi yapmışlardı karı koca. Geçmiyordu boğazlarından bir kaşık çorba bile bu üzüntüyle. . Yemekten sonra büyükleri okula, küçük çocukları da oynamak için odalarına göndermişti anneleri. Yemek masasını toplayana kadar ayakaltında dolaşmasınlar da… İşi bitince öğle uykusuna yatırırdı.

****

            Günlük işler bitmiş, çocuklar uykuya yatmış, kafalarındaki bin bir soruyla baş başa kalmışlardı Ferda ile Mehmet Ali. Birbirlerine belli etmek istemiyorlar ama düşünceliydiler. Çok üzgündüler… Neden hastaneye yatması gerekiyordu? Alt tarafı bir karın ağrısı!. İlaç tedavisi olmayan bu hastalığının adı n’olaki ? Kaç gün yatacaktı? Ameliyat olacak mıydı? Karısı çocuklarla bir başına nasıl  yapardı?..Dışarıdaki alışveriş  dünyası,   liste yapmaktan öte olmamıştı  hiç… Neydi bu başlarına gelen?..   Sonu olmayan, upuzun, düğüm düğüm kocaman sorular yumağı… Yanıtını bulamadıkları sorular  havada uçuşurken, hastane için akıllarına gelenleri  küçük bir çantaya yerleştirdiler. Unuttukları olursa, Amca oradaydı.

             Nasıl geçti zaman anlamadılar telaştan, sıkıntıdan. Saat dört olmuş, çocuklar okuldan gelmişlerdi. ‘’Bu gün, akşam yemeğini önceye alıp, erken yatmak gerek’’ diye düşündü Ferda. Amca bekletilmemeliydi. Yemek  yapamayacaktı. Kaskatı olmuştu; üzüntüden her yanı. ’’Öğlen  yediklerimize yoğurt ilave ederim’’ dedi; kendi kendine. Masayı hazırladı. Bahar ve Savaş’ın nefes nefese, heyecanla, birbirinin sözünü keserek anlattığı, okul günlüklerini  dinleyerek  yediler yemeklerini. Karı koca, birbirlerini kandırıp, yermiş oyunu oynadılar öğle yemeğindeki     gibi. Yemekten sonra Ferda, masayı toplayıp bulaşıkları yıkamak için mutfağa, çocuklar da yatma hazırlığı yapmak üzere odalarına gittiler. Okuldan gelince zaten az olan ev  ödevlerini yapmış, babaları da son gözden geçirmeyi bitirmişti. Anaçtı da, keskin bakışlarından, koyduğu  kuralların ödünsüzlüğü  okunurdu  annelerinin yüzünden.  Yemek sonrasına ödev bırakamazlar, kitap okurlardı yalnızca. 

            Bahar, Savaş ve Ahmet aynı odada kalıyorlardı. Bahar, Ahmet’in pijamalarını giymesine yardım etmişti, anne havalarında. Onun mızmızlıklarını duymazdan gelirdi hep. Savaş kendisi giyebiliyorsa O ‘da giyerdi. Büyümüş, Melis’in ağabeyi olmuştu ya!! Hazırlıklarını bitirip yataklarından babalarına seslendiler; her akşam olduğu gibi. Gece sütünü O’nun elinden içerlerdi hep. Mehmet Ali Bey, Melis bebeğin pijamalarını giydiriyordu  kendi yatak odalarında. Odasını ayırmamışlardı daha. İşini bitirip, elinde sütlerle geldi. Şimdiye dek yaşamadığı duygularla dopdoluydu. Düşkündü çocuklarına oldum olası ya... Daha bir sevgiyle, sıkıca sarıldı, koklayarak öptü, üstlerini örttü. Işıklarını söndürmeden, kapıda durdu, uzun uzun ve  hüzünle  baktı. Yanlarındaydı çocuklarının ama  şimdiden  özleyerek,  özlemle baktı...Yarın evde olamayacak çocuklarını öpemeyecekti…Yüreği  buruk çıktı. Hazırlanıp yattı. O arada  işini bitiren Ferda da geldi. Konuşmadan, konuşamadan, sessiz, çığlık çığlığa  yattılar karanlıkta.

             Karı kocanın yığın yığındı düşüncesi. Bu hastalık da nereden çıkmıştı  genç yaşta? Ne güzel hayalleri vardı oysa? Daha birbirlerine doyamamışlar, aşklarını yaşayamamışlardı…Ayrılık yoktu;  evlilik yeminlerinde . Hastane  bile ayırmamalıydı onları. Çocukları vardı birlikte büyütecekleri . Dördü de  küçük, çok sevdikleri çocukları…

            Bungundu yürekleri, bulut  bulut  keder yüklüydü duyguları. Ağırdı, eziyordu ikisini de.

            Uykusuz bir gecede, zifiri karanlıkta, geçmek bilmeyen saatlerle sabahı aradı durdular….

            Zor oldu sabah.

            Önce Ferda kalktı. Kahvaltı hazırlayıp eşini ve çocukları kaldırdı. Güle oynaya kahvaltı yaptılar. Bahar ile Savaş, hastaneye gidecek babalarına sarılıp, elini  öperek okula gitmek için evden çıktılar. Küçükler itişiyorlardı yine. Oyuncak kavgasıydı; hiç  bitiremedikleri . Sevgiyle, hüzünle, içi buruk baktı  yavrularına. Unuttuğu hastalığını anımsayarak... Oysa biraz önce hep birlikteyken ne güzeldi! Çocukların neşesi her şeyi unutturmuştu; hem ona, hem karısına…

             Kapı çalındı. Gelen Nuri Amcaydı.’’Hazırsan çıkalım’’dedi. Eve girmeden ...

             Ferda’nın gözleri buğuluydu; ayrılık zamanı . Vedalaşıp  ayrıldılar evden.

****

            Hastane kayıt kabul bölümünde, yatış ve doktorun istediği tahlillerle ilgili işlemleri yaptırdılar. Amca eşyaları odaya yerleştirecek O’da kan verecekti, sonra da diğer tahlilleri yaptıracaktı sırasıyla. Amca’nın işi  bitmişti yarına kadar . Ayrıldılar..

            Doktorun istediklerini tamamlayarak, yatacağı  odaya girdiğinde  yalnızlığını  duyumsadı. Yıllarca kaldığı otellere benzemiyordu bu hastane kokulu oda. Karısını, çocuklarının neşesini, yuvasını düşünürken yatağında uyuya kaldı yorgunluktan.

                                                                                          ****

            Yatan hasta olduğundan,  laboratuar ve radyolojik  işlemlerde öncelikliydi. Hem bekletilmiyor, hem de saat  önemsenmiyordu…Üstelik  başhekimin  hastası olduğundan çok ilgi  görüyordu.

 Nuri Amca  öğleden sonra geldiğinde, tüm tetkikleri tamamlamış, sonuçlarını  bekliyordu odasında.

Sevindi;  Amca’sını görünce. Can taşımıştı canına dışarıdan . O anlıktı sevinci. Kısacıktı.

Şimdi, konuşan  Amca’yı  duymadan dinliyor, sıkıntıyla boğuluyordu.

Uzadıkça uzayan  zaman geçmişti  sonunda… Elinde tüm tetkik sonuç raporlarıyla doktor odadaydı. Hastaneden çıkmadan durumu bildirmek istemişti. Nefes bile almaya korkarcasına gözünün içine bakıyorlardı. Acaba ?…

‘’Ameliyat ‘’ dedi .’’Bence, en kısa sürede, hatta pazartesi günü. Benim ailemden birisi  olsa  zaman kaybetmeden aynı şeyi isterdim. Ama karar sizin. Sabah vizite için geldiğimde sonucu bildirirsiniz’’deyip çıktı odadan.

Perşembeydi o gün.

                                                                         ****

On gün sonra evindeydi. Ameliyat olmuştu.

            Kalın bağırsak kanseri tanısıyla.

             Yapılacak hiç bir şey kalmadığı için çok kısa sürmüştü ameliyat.

             Doktorların,’’ en fazla iki ay yaşar ama…’’ dediklerini ne yeğenine ne de Ferda’ya söylemişti; Nuri Amca. Karnındaki ur alındı;  kısa sürede iyileşecek;  heyecanındaydı onlar.

            Bir aydır yatıyordu; evde umutla... Ama,  zaman  zaman umutsuzluk yaşamıyor da değillerdi; karı koca. Hiç bir kısıtlama yoktu,’’ Canı ne isterse yiyebilir’’ demişti; son muayenede eve gelen doktor.

            Yeğeninin hastalığının her aşamasında ilgisini eksik etmeyen Amca, ameliyat sonrası  da çok sık ziyarete geliyordu. Bu  gelişinde,  yeğeninin durumunun iyi olmadığını sezip, çocukları kendi evine götürmek istediğini, hemen hazırlaması gerektiğini söyledi Ferda’ya.

            Aceleyle hazırlık yapıyor, bir yandan da,  yengesini yormamasını, kendisini aratmamasını  kardeşlerine analık, ablalık yapması konusunda öğütler veriyordu, dokuz yaşındaki kızı  Bahar’a. Gitmeleri gerekti. Çünkü  babasının sessizliğe ve bakıma gereksinimi vardı. Savaş ile Ahmet ‘in  yaramazlıkları, babalarını,  o sakin babalarını  çileden çıkarıyordu son zamanlarda. Bebek Melis’in  huysuzluğu da caba… Çok yorulmuş, çok bunalmıştı Ferda.

            Böyle söylemişti annesi . Hem okullar da kapanmıştı. Sınıfını  geçmiş, dördüncü sınıf olmuştu.’’Yaz tatilini hak ettin artık” demişlerdi. Nuri Amcanın evi, bakımlı  bahçesiyle  iki katlı çok güzel bir evdi. Meyve ve söğüt  ağaçlarının arasında bir çiftlik evi. Hep sevmişti, evi de, akranı olan iki kızlarını da. Hele  Ayşe yengesi...Güler yüzlü, çocukları gözleriyle  okşayan, sevgi dolu  bir kadındı. Yemeklerine de bayılırdı üstelik.

            İnandı Bahar küçücük  aklıyla.

                                                                                       ****

            Bir hafta kaldılar Amca’larda . El üstünde  tutulup  çok eğlendikleri bir hafta... Öyle güzel oyaladılar ki, kardeşleri  Bahar’a hiç yük  olmadılar .

Akşam yemekten sonra “anneniz sizi özlemiş; artık gelmenizi istiyor” dediler .

            Eve getirirken de bir şey söylemedi Amca.

            Kapıyı açan annesinin, yaşlıydı gözleri nedense...Bir anlam veremedi, babasının odasına koştu Bahar. Odaya, boş yatağa bakıp ne düşüneceğini bilemeden ‘’Babam” dedi.  Sessizce, ürkerek, korkarak, fısıltıyla.

Ne bilebilirdi ki?.Ölümü nereden bilebilirdi ?. Babasının yakın  arkadaşı  avukat  İbrahim Bey Amca  bir ay önce ölmüş, çok üzülmüştü babası ve  annesi. İlk o zaman anılmıştı evde ölüm. Anlamını tam kavrayamadan dinlemişti konuşulanları.  Kendilerinden uzakta bir ölümdü o .

 ‘’Baban yok artık, toprak aldı  O’nu’’ dedi annesi yavaşça, arkasından sarılarak .

            Yer sallanıyor, toprak kayıyordu; ayaklarının altından, ruhundaki  depremle .Acıyla,  bomboş baktı...Boğularak baktı..Görmeden bakarken boşluğa… Dünyası  karardı; gözlerindeki yaştan, hıçkırıktan.

            Sarıldı annesine. Ağladı, ağladı, ağladı… 

            Her şey değişmiş, mutlu günler  bir anda uçup  gitmişti .

            ÖLÜM yokluktu...

            ÖLÜM karanlıktı, kocaman  kör  bir karanlık…

            ÖLÜM,  BABASIZLIKTI.

            BABASIZDI; Bahar artık.

 

                                                                                                    31/12/2020

                                                                                                      Fazilet ÖZKAN POR

                                                                                                   fazilet.por@gmail.com

                  

 

 

 

YAZARLAR

  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false
  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • BIST 100

    9670,53%0,26
  • DOLAR

    32,52% -0,08
  • EURO

    34,78% -0,23
  • GRAM ALTIN

    2421,67% -0,33
  • Ç. ALTIN

    3982,08% -0,92