Hüseyin Erkan, Eğitimci/Yazar


Aksu Öğretmen Okulu – 24

Aksu Öğretmen Okulu – 24


HAKKI’NIN DEĞİL, HAKLININ YANINDA

 

Aksu Öğretmen Okulu’nda 1950’li yılların ortalarında, üçüncü sınıftan 4’e bütünlemesiz geçtim sınıfımı. Böylece 1950’li yılları olduğu gibi, 6 yıllık okulumu da yarılamış oldum.

Hafta sonları fırsat buldukça voleybol ve basketbol da oynamaya başladım o yıl. Bu sporlarla ilgilenmem ve birazcık da başarılı olmam, kendime olan güvenimi her geçen gün artırdı.

Daha sağlam basar oldum ayağımı toprağa. Ve başım daha dik… Her gün üç öğün yemekle karnımızı doyurduğu gibi, şapkadan çorabımıza varıncaya dek iç ve dış giyimimizi de karşılıyordu okul.

Bununla yetinmeyip ders kitaplarımızı, dahası defter, kalem ve resim dersinde kullanacağımız boyalarımızı bile veriyordu. O yıllarda, yoksul köylü çocukları olarak, asla mümkün değildi; bunları karşılamamız bizim.

İşte bu nedenle, minnet duyuyorduk devletimize. İyi de devlet nerden buluyordu onca parayı? Elbette halkımızdan topladığı vergilerden… Yani yolları, köprüleri de yapan halktı aslında; okulları, fabrikaları da… Barajları, hastaneleri, hava alanlarını da yapan halkımızdı; tüm memurlar gibi milletvekilleri, başbakan ve cumhurbaşkanının maaşını veren de…

Öyleyse asıl minneti halkımıza duymalıydık biz. Doğrusu ya, Ârifiye Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu iş bilgisi öğretmenimiz Musa Okay ile tarım öğretmenimiz Ahmet Tuncer dışında bu tür konulara dikkatimizi çeken yoktu hiç.

O yaz da köyüme sevinçle döndüm. Ama sevincim kursağımda kaldı. Çünkü bir eksik vardı evimizde. Ninem

Evet, ninemi yani babaannemi kaybetmişiz o kış maalesef. Üzülmeyeyim diye bildirmemişler bana. Oğlu Mevlüt Amca’mın yanına gömmüşler.

Ertesi gün ziyaret ettim ninemi hemen. O günkü inancıma göre üç  Gulhü, bir Elham okudum Arapça. Ne anlama geldiğini bilmeden tabii… Sonra Türkçe dua ettim, içişmden geldiği gibi, o mezarlıkta yatan tüm yakınlarıma ve herkese.

                               Onlara bir yararı oldu mu bilmem ama ben rahatladım epeyce.

***        ***        ***

Antalya Müftüsü Mustafa Gökmen, hem komşumuz, hem de akrabamızdı bizim. Sonbaharda Antalya’ya dönerlerdi ailece ama yaz boyu, Müftü Dayı dışında hepsi köyde…

Sanırım o yazdı. Yani 1956… Epeyce emek ve para harcayıp oldukça güzelleştirdiler; evlerinin dış görünüşünü. Yola doğru uzanan kapalı balkonundan pencerelere, bacalara varıncaya dek… Eski oluklu kiremitleri de atıp yerine Marsilya kiremidi koydular ki, yepyeni bir ev oldu sanki.

                               Müftü Dayı’mızın üç oğlu, dört kızı vardı.

                Büyük oğlu Tayyip Gökmen veterinerdi. Akseki’de oturan köylümüz bir ailenin öğretmen kızı Edibe Hanım ile evlendi.

                Ortanca oğlu Osman Gökmen, hukuk fakültesini bitirip savcı olarak atandı bir ilçeye. Küçük oğlu Necati, Antalya Lisesinde öğrenciydi o yıllarda.

                Kızları Behice, Zehra ve Seniha ilkokuldan sonra okumak istemediler mi, yoksa okutulmadılar mı, bilmiyorum. En küçükleri yaşıtım Sebahat, hukuk fakültesini bitirip devlet kurumlarında avukat olarak çalıştı yıllarca.

                               Uzun uzun neden mi anlattım bu aileyi?

Kapıları karşı karşıya olan en yakın komşuları ile bir kavgaları oldu da ondan söz etmek için… Komşuları Necip Usta idi. Necip Gökmener

                Müftü Dayı’mızın, Necip Usta’nın evine bakan bir odanın iki penceresi ile salona bitişik kapalı balkonun önü tüm pencereydi. Köyümüzde bu tür balkonlara “şahniş” ya da “şahnişir” denir.

                Necip Usta’nınsa, Müftü’nün evine bakan odanın açık olduğunu hiç görmediğim tek penceresi vardı yalnızca. Necip Usta, “Komşularımız evlerini yenilediler, güzelleştirdiler. Ben de gerekeni yapayım.” diye düşünmüş olsa gerek ki, bir sabah kalkıp eline balyoz ve kazma alarak evinin duvarına vurmaya başlayınca:

“Hey, Necip Usta! Ne yapıyorsun?” diye sorar, Gökmen ailesinin bireyleri.

                               “Sizin yaptığınız gibi ben de güzelleştireceğim evimizi.”

                               “Nasıl yani?”

                “Aynen sizinki gibi, ben de odamıza iki pencere açıp salona size bakan bir şahniş yapacağım.”

                               “Hayır, olmaz; yapamazsın!”

                               “Kim demiş yapamam? Benim işim bu.”

                               “Tamam işin o da, kime danıştın? Kimden izin aldın? Bize sordun mu?”

                               “Siz bana sordunuz mu? Siz kimden izin aldınız?”

“Bak Necip Usta! Biz yeni pencere açıp yeni şahniş yapmadık. Var olanları yeniledik sadece.”

“Benim kendi evimde yola bakan pencere açmam, şahniş yapmam sizi niye ilgilendirir; niçin rahatsız eder ki?”

Kadınımız, kızımız var ama bizim…”

“Benim de eşim var, benim de kızım var.”

Gittikçe kızışarak, “Açarım, açamazsın.”, “Yaparım, yapamazsın.” diye uzayıp gitti bu kavga. Sonuç ne mi oldu?

“İstediğiniz yere şikâyet edin. Bu benim hakkımdır.” deyip dediğini aynen yaptı Necip Usta. Ve de çok güzel oldu o kör duvar. Eminim, yapıldıktan sonra, Gökmen ailesinin de çok hoşuna gitmiştir!

O günlerde 13 – 14 yaşlarında olan ben, yakınımız olan Müftü Dayı’lara değil, hiçbir hısım akrabalığım olmayan Necip Usta’ya hak vermiştim. Onca yıl geçti aradan, en ufak bir değişiklik olmadı düşüncemde.

Hiç kimsenin dini de ilgilendirmez beni; soyu, sopu, mezhebi de…

Her zaman ve her yerde Hakkı’nın değil, haklının yanında olmak mutlu ediyor beni, haksızın karşısında…

MUHSİN DURUCAN
28.11.2022 19:57:58
HAKKI’NIN DEĞİL, HAKLININ YANINDA BAŞLIKLI YAZINIZI İÇSELEŞTİREREK OKUDUM. KUTLARIM!

YAZARLAR

  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false
  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • BIST 100

    9670,53%0,26
  • DOLAR

    32,52% -0,08
  • EURO

    34,78% -0,23
  • GRAM ALTIN

    2421,67% -0,33
  • Ç. ALTIN

    3982,08% -0,92