Hüseyin Erkan, Eğitimci/Yazar


Aksu Öğretmen Okulu - 25


 

KEÇİMİZ SAYESİNDE 

Dışardan herkes: Görmemiş ol, savuş!”

İçimden bir ses: “Konuş, konuş, konuş!”

Behçet Kemal ÇAĞLAR

 

1950’lerde bizim köyde düğünlerde def çalınırdı yalnızca. Kaval da yoktu; zurna da… Saz da yoktu; cümbüş de, keman da…

Daha doğrusu, def dışında hiçbir müzik âleti görmedim ben, çocukluğumdaki düğünlerde.

“Nasıl olur Erkan? Aksu Köy Enstitüsü mezunu onca öğretmen yetişmiş senin köyünden. Dahası ilkokul öğretmenin de öyle… Hiç değilse bir mandolin falan görmedin mi ellerinde?” diye sormakta çok haklısınız.

“Ama inanın ki, görmedim hiçbirinin elinde.” diyecektim ki, birden bir şey geldi hatırıma:

Dokuz, on yaşlarındaydım. Yaz tatili dolayısıyla komşumuz Kemal Şenoğlu öğretmen geldi köyümüze. Hangi ilde, hangi ilçenin bir köyünde öğretmendi, bilmiyorum. Bir akşam ailece ziyaretine gittiğimizde, çok kalabalıktı evleri. Anladım biraz sonra nedenini:

 O güne dek görmediğim, kazanda tarhana karıştıracağına benzer bir şey aldı kucağına. “Buna cümbüş derler komşular“ deyip başladı tıngırdatmaya.

İlk kez bir müzik âleti görüyordum. Kemal Şenoğlu öğretmenin kardeşi Hayati Âbi de vardı yanında. Dikkatle bir süre izleyip dinledikten sonra âbisini,  Kemal Öğretmenin, “Evet, tamam” anlamına gelen bir işaretiyle:

Şafak söktü yine sunam uyanmaz,

Hasret çeken gönül derde dayanmaz.

diye bir şarkıya başladı. Doğrusu ya bu şarkıyı da ilk kez duyuyordum. 

Kemal Öğretmen ne güzel çaldı; kardeşi ne güzel söyledi! Hepimiz alkışladık sevinçle. Bir iki şarkı daha çalıp söylediler.

“Bu akşam bu kadar komşular” deyip nokta konduktan sonra, neşeyle dağıldık evlerimize.

İyi de aynı okuldan yetişen benim ilk öğretmenim İhsan Özel ve ikinci öğretmenim Ali Uyar’ın elinde niçin görmedik biz hiçbir müzik âleti? Kim bilir, onlar hangi alanlarda gösterdiler yeteneklerini.

Hayrettir ki, “Plakçılar Kralı Hilmi Coşkun”un yetiştiği köy, müzik konusunda böylesine kurak, kıraç, verimsiz ve yoksuldu. Maalesef, “Saz çalmak günah” diyen din tüccarlarının etkisindeydi köylümüz. Dolayısıyla, Aksu Köy Enstitüsü’ne gidinceye dek müzik temelim sıfırda benim; desem yanlış olmaz; ilkokulda sınıfça söylediğimiz birkaç çocuk şarkısı ve bir iki marş dışında…

Mandolini de ilk kez Aksu’da gördüm, kemanı da… Akordiyonu da ilk kez orada gördüm; piyanoyu da…

Nihal Hanım adlı çok genç, güzel ve güler yüzlü bir müzik öğretmenimiz vardı. Sınıfça severdik kendisini. Müzik derslerini yaptığımız özel yapı, öğretmenler lokalinin biraz üstünde, yakınında duyuru ve zil görevi yapan kampananın da bulunduğu tepede idi. Müzik dersimizin olduğu saatlerde koşarak giderdik oraya.

Öğretmenimiz, piyanonun başında olurdu genellikle. İnce, narin parmaklarıyla ne güzel de konuştururdu; o kocaman âleti! En çok söylediğimiz şarkılardan biri:

Dere geliyor dere

Ya lelel ya lelel

Kumunu sere sere

Ya lelellim

Al beni götür dere

Ya lelel ya lelel

Yârin olduğu yere

Ya lelelim!

sözleriyle başlardı.

Düşünüyorum da şimdi, aramızda müzik yeteneği güçlü arkadaşlarımız vardı. Sözgelişi Manavgatlı Mustafa Söyler, mandolini konuştururdu âdeta.

Çalmadığı şarkı ve türkü yoktu; desem doğru…  Siz ona, o güne dek hiç duymadığı bir şarkıyı, türküyü mırıldanın, yeter. Öylesine güçlü bir kulağı vardı ki, birkaç dakika sonra başlardı çalmaya onu.

İbradılı Hasan Çelik gibi Mersinli Veli Özgen, Aksekili Faik Altıntaş, Gazipaşalı MuhammetÖzkan da çok başarılıydılar ama öğretmenimiz Nihal Hanım:

“Gel Söyler, gel Çelik, size keman; gel Özgen, gel Altıntaş size akordiyon, gel Özkan sana da piyano öğreteyim ve sizleri benim mezun olduğum Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü için yetiştireyim.” demedi hiç nedense.

Ne yalan söyleyeyim, mandolini güzel çalan arkadaşlarıma öyle çok imreniyordum ki!.. Nasıl biliyorlardı da parmaklarını bir oraya, bir buraya basarak:

Kızılcıklar oldu mu?

Selelere doldu mu?

Gönderdiğim çoraplar

Ayağına oldu mu?

türküsünü çalıp söylüyorlardı?

Üçüncü sınıfın sonuna dek, eline hiçbir müzik âleti almamış olan ben, dünyanın en zor işi diye düşünüyordum bunu. ”Ah, mandolin alacak kadar param olsa bir gün!” deyip duruyordum içimden.

1956’da köyümde yaz tatilinin sonlarına doğruydu. “Bir celep gelmiş köye; koyun keçi alıyor.” dediler. Babam, Turgutlu’ya gitmişti o yıl. “ Biraz pamuk çapasından, biraz ayakkabı tamirinden üç beş kuruş kazanırım belki” diye. Aklıma bir şey geldi birden:

“Anneciğim! Okula dönüş vakti yaklaşıyor. Yol parası ve harçlık gerekecek. Biraz da gaz, tuz,  bez alman gerekir senin. Köye celep gelmiş. Keçilerden birini satalım mı?” dedim.

“Tabii oğlum. Hay aklınla bin yaşa! Düşünüp duruyordum ben de, ne yaparız, nasıl yaparız diye. Kısır bir keçimiz var ya, götür onu sat.” demesin mi?

Bizim güzel hayvanlarımız, keçilerimiz! Etleri sütleri ile karnımızı doyurur; kıllarıyla çul, heybe, çuval ve derileri ile ayağımıza çarık olurlarken, paraya sıkışınca da böyle derman olurlardı derdimize.

Ah bizim güzel keçilerimiz! Nasıl da kandık, sizi “Orman düşmanı”, kendilerini milliyetçi, vatansever,  yurtsever diye tanıtan hainlere? Haklısınız;  gerçekten haklısınız; bağışlamamakla bizi!

Kısır keçimizi satınca, aldığım paranın yarısını anneme bıraktım, yarısını ben aldım. Ve kafamda bir şimşek çakıverdi hemen. Bu parayla, bir mandolin alabilirdim ben bu yıl.

Ve gerçekten de Aksu’da 4. sınıfa başladığımın ilk günlerinde bir mandolin satın aldım. Evet, bir mandolinim vardı artık benim de. O kısır keçimiz sayesinde...  (Devam Edecek…)

YAZARLAR

  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9809,64%0,96
  • DOLAR

    32,58% 0,30
  • EURO

    35,07% 0,29
  • GRAM ALTIN

    2457,40% 0,88
  • Ç. ALTIN

    3991,84% 0,00