Köy Enstitüleri bizi, bir ana kucağı sıcaklığıyla karşılamıştı.
Ama adım başı kural vardı ve vazgeçilmez dozda uygulanıyordu.
- Ben yemeğe gelmiyorum, biraz daha oynayacağım” demek yoktu yani.
Kurallar ilk anda canımızı sıksa da, kısa süre sonra dost oluyorduk. Davranış
uyumuna ulaşım toplumca daha kolay oluyor gibiydi. İyi yönlendirildiğinde
kişiler birbirini teşvik ediyordu sanki.
Küçücük bedenimiz ve beynimiz sanki savaş alanıydı. Cephenin bir yanında
birlikte getirdiğimiz - iliklerimize işlemiş- gelenek- görenek ve saplantılarımız;
karşı cephede ise “ Aydınlatmacı Eğitim Sistemi” yer alıyordu.
Bu sistem devrimci bir atılımdır.
Devrimci sistemler karşıtlarına ödün vermezler. Ödün, onların santim santim
kemirilmesi, tüketilmesi demektir.
Belki de yer yer canımızı sıkan, bazen bunaltan şey bu kararlılık olmalıydı.
Belki de bu sistem bizi onca bunaltırken, beynimizde- beliğimizde kültürünü
koyabileceği uygun bir yer arıyordu.
O yüzden miydi yaz tatillerinin çekiciliğini hızla yitirmeye yüz tutması. Okula
özlemimizin gün gün artışı.
Daha açıkçası yaz tatillerinde bir bedende iki kişi gibi oluyorduk.
Aynı karavanaya ortaklaşa kaşık sallamanın tiksindirdiğini belli etmemek için,
ne kadar çaba harcasak da olmuyordu, sezilmesinden korkuyorduk.
Çekinmemiz sezildiğinde:
- Üç gün okula gittim diye burnu büyümüş oğlanın?” yargısı hemen hazırdı.
Hatta okulda edindiklerimiz bile epeyce yara alırdı yaz tatilinde.
Ne yazık ki yaz tatili dinlendirme yerine, gerginleştirici olurdu çok zaman.
Bu Aydınlanmacı sistemin amacı bizi yörelerimizle çatıştırmak mıydı?
Elbette hayır. Ama biz, bu bilincin nasıl, ne zaman ve hangi yollarla topluma
Sunulacağını henüz bilmiyorduk.
Zamanla gördük ki o Psikoloji, Sosyoloji ve diğer mesleki kaynaklar, bu sorulara
yanıt olacak kavramları vermeye çalışıyormuş.
Türkçe öğretmenim yineleyip duruyordu:
- Dilini bilmeyen ya da iyi kullanamayan toplumların ömrü uzun olmaz. Yaşasa
bile gelişemezler. Kendini ifade edebilmekle, gelişim süreci doğru orantılıdır.
Dilimizde de başlamıştı çatışma. İki dilli oluyorduk. Okuldaki “ İstanbul Türkçesi”
ile köydeki “ Yörük Türkçesi” yan bakıyorlardı birbirlerine.
Alaya alınmaya asla katlanamazdı gençlik psikolojisi.
Askerden gelmiş bir Abimiz, askerlik yaptığı yerdeki yüksek binaları anlatırken, şöyle
havaya doğru bakıp “ Yüce yüce” demiş. Abinin adı epey süre “ Yüce Ali” ye çıkmıştı.
Eskiden zaman eki olan – di, - miş, -cek, -ir” ekleri kullanıldığı halde – yor eki pek
kullanılmaz “ Asortik” söz sayılırdı. Ne demekse asortik?
Özellikle dinsel kavramlardaki eski sözcükler yerine Türkçe sözcüklerin kullanılması
devreye bir de günah suçlamasını sokuyordu.
1960’lara kadar, özellikle kırsal kesimde gelenek- görenek ve din üçlüsünün baskısı
bunaltıcıydı.
Köy yaşamının en geri kalmış kesimini göçebe Yörükler oluşturuyordu.
Bilindiği gibi “ Yerleşik düzene geçmekle, uygarca düzen kurmak doğru orantılıdır.”
Demiş Bilgeler.
O yüzden uzun süre göçebe hayatı yaşamış olan Yörüklerin arşivleri ve tarihleri yoktur.
Benim köyüm de bunlardan biriydi. Uzun süre göçebe hayatı yaşanmıştık.
Düğünlerimiz, kavaldan sonra roman yurttaşların keman, klarnet ve davulu eşliğinde
yapılıyordu. Çobanın kavalı dışında müzik aleti günahtı.
Hal böyle iken, ben köye bir mandolin götürüp çalmaya başlamıştım.
Kıyamet alametiydi bu.
Köy Kurulu Falakaya yatırmak İstemişti.
Bir gün Rahmi Kerem öğretmenime dert yanmıştım:
Rahmetli Rahmi Öğretmenim komşu köylümüzdü. Yani o da köy çocuğuydu. Hem de
benim öğrencisi olduğum Köy Enstitüsü çıkışlıydı.
- Farkındayım. Aynı duyguları bana karşı da besliyorlar, ama ben devlet memuru
Olduğumdan ses çıkaramıyorlar.
Diğer arkadaşlarımın tavırlarını sordu. Onlar, benim kadar tepki çekmedikleri için,
sessizliği yeğliyorlardı. Öğretmenim devam etti:
- Bilirsin, öğüt vermeyi sevmem. Senin yerine ben olsam, ne yaparım?:
- Davranışlarımda ve sözlerimde asla küfür, alay gibi öğelere yer vermem.
- Hiç yanıt vermem, tartışmaya girmem.
- Doğru bildiğim davranışlarıma aynen devam ederim. Çok sürmeden tepkilerin
yavaş yavaş söndüğünü göreceğime inanırım.
Yarın öğretmen olarak gittiğin görev alanlarında da çok daha türlerini göreceksin.
Görünüşte memur oluşun koruyacak, ama dedi- koduyu kim önleyebilir ki…
” Köylünün aklı gözündedir” derler. Yalnız köylüye özgü değildir o söz. Gelişmekte
olan geri toplumların hepsinde geçerlidir.
Sevgili öğrencim ve meslek adayım, gerçek kanıt ve tanık nedir, biliyor musun?
Yaparak ve yaşayarak üretimdir. Onu görmemek olanaksızdır.
Elinizdeki ders kitaplarında, özellikle psikoloji ve Sosyolojide, satır satır yazmasa da
tüm bunlar var.
Öğretmenlerinizle açık açık konuş. Takıldığın her konuyu sor. Soru soran öğrenciyi
sever öğretmen.
***
Öğretmenlerime yönelteceğim soru kümeleriyle dönerdim tatilden. İlk hedefim de
Baba Ömer olurdu.
Baba Ömer ( Ömer Uyar) Meslek Dersleri öğretmeniydi ve bizim Sosyoloji dersimize
giriyordu. Mardinliydi. “ Kürt Ömer” diyen de vardı. Hatta küçük sınıflarda gerçek adını
bilmeyen bile vardı. Ama o bir “ Kemalist”ti. “ , “ İnsan Hak ve Özgürlükleri” sevdalısıydı.
Öğrencilerin haklarını savunmak, vatan savunması gibiydi onun için.
Kısa bir dalgınlıktan sonra söze girdi Ömer Baba:
- Bak çocuğum, şu okuduğunuz dersler var ya, onlar bu soruların yanıtını veriyorlar.
Ama henüz parça parça. İleride birleşip bütünleşerek “ Bilinç” dediğimiz asıl kavramı
oluşturacaklar.
***
Henüz çocukluk çağındaki Devletimiz “ Laik Demokratik Cumhuriyet” ti. Ne demektir
bu?: Beynimizin özgürlüğü demek olmalı.
Yani, dini inanç ve ibadetlerinde tamamen özgür, ancak kendi bilgi ve becerileriyle
toplumsal yaşam düzenlerini kendileri kuran insanların Devleti demekti.
Yani ana ekseni “ Laiklik” ve “ Demokrasi” olan bir Devletti.
Yani “ Laiklik” insan beynimin özgürlüğü demekti.
Demokrasiyse, insan hak ve özgürlüklerinin güvencesi olan YASAMA, yÜRÜTME ve
YARGI üzerinde kurulmuş yönetim biçimi demekti.
Bu ilkeler üzerinde yola çıkmış olan “ Türkiye Cumhuriyeti” kısa sürede çağcıl insanlık
ailesinin onurlu bir üyesi olmuştur.
Bu genel bakış açısı altında içinde bulunduğunuz öğrencilik sürecine bakalım:
Öğrencisi bulunduğunuz okulun iki temel amacı vardı:
- Sizi, iyi bir yurttaş olarak yetiştirmekti.
- Sizi, iyi yurttaşlar yetiştirebilmeniz için gerekli bilgi ve beceriler ile donatmaktır.
- Çünkü “ Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyeti” nin “ Aydınlanma Kültürü” ile
donatılmış yurttaşlara tezlikle gereksinimi vardır.
Sizin beyninize ve benliğinize girmeye çalışan bilgilerin gerçekleştirmek istedikleri
saptanmış amaçlar vardır:
- İnsanlık erdemleri gelişmiş bireylerin oluşturduğu seçkin bir toplum yaratmak.
- İnsan hak ve özgürlükleri kültürüyle, Doğa- yurt ve Ulus kültürünü bütünleyip,
yurttaşlık kültürünü ve bilincini yaratmak ve geliştirmek.
Sizin üzerinizde uygulanan “ Aydınlamacı Sistemi” üç aşamalı bir görev yapmaktadır:
- Öğretmen adayını yetiştirip, eğitim verme boyutuna ulaştırmak.
- “ Yurttaşlık Bilinci” ni kazandırabilmenin yolunu ve yöntemini kavratmak.
- “ Çağdaşlık” ve “ Evrensellik” bilinci kazandırmak.
Köy Enstitüsü çıkışlı bir öğretmenin atanması demek, onun eğitim sürecinde bilgi-
beceri olarak edindiklerini uygulamaya sokması demekti. Onun için görev alanı yalnızca
okul- öğrenci değil, çevre bütünselliğiydi.
“ Okul ve Çevre bir bütündür” köy Enstitülerinin görev sloganıydı. Öğretmen çevrenin
öğretmeni olma idealiyle yüklüydü.
O nedenle, Köy Kurulunun doğal üyesi sayıyordu yasa.
“ iş ve üretim içinde” yetişmiş bir görevli olan öğretmen, halk ile en İyi buluşmanın iş
ve üretim ortamı olacağını da çok iyi biliyordu.
O yüzden öğretmen, atandığı yöreyi tanımayı ilk görev sayardı.
Çünkü, çevrenin çözüm aramakta olduğu ortak sorunlara bilinçlice el atarak, olumlu
çözüm getirebilmek “ Halkın aklı gözündedir” sözü, bir kez daha doğrulanmış olurdu.