KONUK YAZAR


16 MART 1965


OSMAN YÜCEL/ Emekli Öğretmen, Eğitimci

Ben Ankara’nın Çubuk ilçesinin Kızılöz köyünde doğmuşum. On iki yaşıma kadar bu köyde yaşadım.

Ailem fakir ama kimseye muhtaç değildi. Köyümde okuma yazma bilenlerin sayısı üç beş kişiyi geçmezdi. Bunlar da askerde öğrenmişlerdi. Kadınlarımız arasında hiç okur-yazar yoktu.

 Köyümüz Çubuk’un 6 km uzağında, ilçenin bir mahallesi gibiydi. Ama köyde okul yoktu. Köy odasına toplanıp lak lak ederlerdi; köyün ileri gelenleri. Köy muhtarı da okuma yazma bilmezdi. Başparmağıyla yönetirdi köyü. Başkası yazar, okur; parmağını basardı o, imza yerine. Muhtar, okuma yazma bilmeme sıkıntısı yaşadığına göre, köye bir okul yapılması yönünde girişimde bulunması gerekmez miydi? Oysa elliden fazla okul çağına gelmiş de geçen çocuk vardı köyümüzde.

Benim köyüm buydu işte; 1950’lerin ikinci yarısında. Düşünüyorum da ailede baskın ve sözünü geçirebilen bir kişinin bulunması gereklidir; diyorum. Bizim ailede bu kişi annemdi.

Yukarıda,“Ailemiz varlıklı bir aile olmasa da kimseye muhtaç değildi” demiştim ya… Gerçekten, yavan da olsa yiyecek ekmeğimiz vardı.

Bir sabah, annem buzağıları çobana kattıktan sonra bir hışımla geldi eve:

“Vallahi de billahi de okutacağım çocuklarımı” diye söylenmeye başladı.

 Babam:

 “Ne o hanım? Yine ne söylenip duruyorsun kendi kendine?” deyince, şu konuşma geçti aralarında:

“Seyit Ali’nin Ekrem ile Feride’nin Ahmet’i gördüm; caminin önünde. Siyah önlüklü, beyaz yakalı, beyaz düğmeleri arkadan ilikli önlükleri, başlarında şapkaları da var; pek gözellerdi. Çıbık’da okula gidiyorlarmış. İmrendim doğrusu. Ne kadar da gözel yakışmış! Ben de okutacağım çocuklarımı.”

“Yahu, deli misin sen hanım? Nasıl okutacaksın? Köyde okul olmadığı gibi, elde yok; avuçta yok.”

“Her yokluk ve zorluğa katlanıp göyneğimi satıp yine okutacağım. Çocukları köyde tutmayacağım. Ne yapacaklar çocuklar bu köyde? Bunlar, çobanlık da yapamazlar. Daha doğrusu yaptırmazlar da.”

“Hoca mektebine göndeririz. Hafız olurlar.”

“Olmaz olsun! Birini hafız yaptık da ne oldu? Köy köy dolaşıyor; imamlık yapıyor. Karnını zor doyuruyor. Yarından tezi yok, kazada okula yazdır çocukları. Ağamla konuş; ne yapılacağını bilir O. Ne de olsa gedikli mektebinde okudu. Karakol kumandanlığı yaptı” deyip verdi ültimatomu.

Üç gün sonra, babamla birlikte ilçeye dayımın yanına gittik. Dayım:

“Hoş geldiniz enişte” deyip karşılıklı hal hatır sormadan sonra şöyle devam etti:              “Anladığım kadarıyla ziyaretinizin bir sebebi var. Nedir isteğiniz?” diye sordu.

Babam konuyu ayrıntılı olarak anlattı: Ev tutacağından, ara sıra anamın yanımızda kalacağından, elde avuçta ne varsa imkânları zorlayacağından söz edip:

 “Kısaca şöyle söyleyeyim: Çocukların okuması gerekiyor kayınço” dedi.

Dayım:

“Yahu enişte! Nereden aklınıza geldi okumak, okutmak? Sen deli misin? Nasıl okutacaksın? Köyünüzde okul mu var? Hangi imkânları zorlayacaksın? Senin ne imkânın var ki, bir de çocuk okutacaksın! Bu saçı sakalı değirmen damında mı ağarttın? Başka masrafları bir yana bırak, bir okul çantası bile kırk lira bugün. Nereden bulacaksın, bu paraları?” deyip bağırıp çağırmaya başlamasın mı?

Babam da öfkelendi; hiç beklemediği bu davranış karşısında: 

“Senden başka bir şey beklenmez zaten.  Sen hep böylesin; yaralı parmağa bile işemezsin” diyerek pek de hoş olmayan bir tavırla hemen ayağa kalktı. Bize de, “Yürüyün çocuklar, gidelim” diyerek dayımın yanından paparayı yemiş olarak üzüntüyle ayrıldık.

Dayımın bu sözlerini, gedikli mektebinde okuyan bir kişiye yakıştıramamıştım hiç. Biz çocuklar üzüldük de babam daha çok üzüldü elbet.

Böylece bizim okula kayıt işimiz suya düştü. Ancak, annem bu işi burada bırakmadı. İkinci yıl Çubuk’ta okula başladık. Ben okula gidemediğimiz yıl, okuma yazmayı hafta sonları köye gelen Ekrem ile Ahmet’ten ve köyde Fehmi âbiden yardım alarak kendi gayretimle öğrenmiştim. Benim okumayı öğrenmiş olmam da aileyi olumlu yönde etkilemişti

Ailem beni ve kardeşimi okutabilmek için çok sıkıntılar ve çileler çekti. Kendileri köyde,  biz ise ilçede iki çocuk tek başımıza, kiralık bir göz odada, zaman zaman aç kalarak zorlu bir okuma savaşı veriyorduk. Ben sınıf atlayarak ilkokulu 4 yılda bitirdim.

Yapılan yazılı ve sözlü seçme sınavlarını kazanıp Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu’na girmeyi başardım.

!965’te üçüncü sınıf öğrencisi olmuştum. Anadolu’da aydınlanmanın ışığı olan Köy Enstitüleri’nin ruhu ve kokusunun duyulup yaşandığı bir okuldu; Hasanoğlan.

Yoksul bir köy çocuğu için, öğretmen okullarında öğrenci olmak büyük bir şans ve gururdu; o yıllarda. Bu gururu yaşamanın mutluluğu içindeydim. Şanslıydım. Bu şansı bulamayan ve yaşayamayan on binlerce köy çocuğu vardı.   Bu şansı değerlendirmek için derslerime çalışıp başarılı bir köy öğretmeni olmalıydım. Köylerde hevesle çalışarak bu okullara öğrenciler göndermek suretiyle onlara da bu gurur ve sevinci yaşatmalıydım. Üç yılım kalmıştı. Yolu yarı etmiştim.

Okulda bazı arkadaşlarıma ailelerinden paralar gelirdi. Nöbetçi okul başkanları, yemekhanede parası gelenlerin adlarını okurdu. Altı yıl boyunca benim adım hiç okunmamıştı. Okunamazdı da. Çünkü ailemin parası yoktu ki göndersin. Zaten ben de isteyemezdim. Bu nedenle sınıfta kalmadan öğretmen olup para kazanarak aileme yardım etmeliydim.

Arkadaşlarımızın hemen hepsi köylerden gelmişti. Yoktu birbirimizden farkımız. Fikirlerimiz örtüşüyordu. Ancak, Kâzım Yarahmet adlı arkadaşım arasıra Akşam gazetesi alırdı.  O gazetedeki bazı köşe yazarlarının görüşlerini bize duyurmaya çalışırdı. Düşünce olarak bizden ilerdeydi Kâzım. Şehirde bir emekçi işçinin oğluydu; çünkü O.

Bir gün tarih öğretmenimiz, Kâzım’ın elinde bu gazeteyi görünce, “Bu komünist paçavrasını mı okuyorsun? Öğretmen olacak bir gence yakışır mı bu?” deyip yere atarak çiğnemişti.

Biz öğretmenden iyi mi bilecektik? Öğretmen bu gazeteyi beğenmiyor ise bunun anlamı, “Siz de beğenmeyin, siz de okumayın” demekti. Bu nedenle Kâzım’ın söylemlerine ilgi duymaz olmuştuk.

16 Mart 1965, Öğretmen Okullarının 117. kuruluş yıldönümüydü. O günün kutlanacağı, hafta içinde duyurulmuştu. Açıkhava tiyatrosunda yapılacak tören için okulun ikinci kademesinden müzik korosu, folklor ekipleri, şiir okuyacaklar hazırlıklarını yapmaya başlamıştı.

Ben de bir gün önceden pantolonumu, kravatımı ütüledim. Gömleğimi kolaladım. 16 Mart sabahı okulun verdiği takım elbisemi, gömleğimi giyip kıravatımı taktım.  Ayakkabılarımı boyamayı da unutmadım. Sabah etüdünden sonra kahvaltımızı yaptık. Törenin saat 9.30’da başlayacağı yemekhanede duyurulmuştu. Tören saatine kadar arkadaşlarla gruplar halinde dolaşıp açıkhava tiyatrosunda yerimizi aldık.

Kutlama programı, saygı duruşundan sonra İstiklal Marşı’nın okunması ile başladı. Günün anlam ve önemini belirten konuşmayı yapmak üzere,   mikrofon başında genç, dinamik ve yakışıklı bir öğretmen vardı. Bu öğretmeni tanıyordum. Okulda zaman zaman öğrenci grupları ile bir arada görüyordum. Dersime girmiyordu. Türkçe derslerine girdiği 3/E sınıfındaki arkadaşlarımızdan çok övücü sözler duyuyorduk. Çok seviyorlardı bu öğretmeni.

  Ankara’dan gelen üst düzey konuklarla tüm izleyicileri, özellikle de biz öğrencileri selamlayarak başladı konuşmaya.  Tiyatroyu dolduran iki binden faza seyirci pür dikkat kesilmiş; konuşmacıyı dinliyordu. Daha önce de söylediğim gibi, üçüncü sınıf öğrencisiyim. Çok heyecanlanmış, bu konuşmadan çok etkilenmiştim. Titriyordum âdeta. Bir şeyler olduğunu, sanki zihnimde yeni bir ufuk açıldığını görüyordum. Düşüncelerim alt üst olmuştu. Kafam karışmıştı. Yeni bir yaşamın başladığını hissediyor gibiydim. Bu heyecan içinde konuşmanın içeriğini yitirdim. Sağa sola bakınıyordum. Sanki bu düşünceme birilerinin de ortak olmasını istiyor gibiydim.

 Konuşma bitiyor. Çok büyük bir alkış kopuyor. Böyle bir alkışlamayı bu amfi tiyatroda duyan ya da gören olmamıştır sanırım. Ayakta alkışlıyorum. Bakıyorum, herkes ayakta. Dinleyenler, sanki böyle bir konuşmaya susamışçasına alkış uzun sürüyor. Demek ki, yalnız ben etkilenmemiştim. Bu alkışlar, konuşmayı yapan genç öğretmenden çok, beni onaylamaktaydı sanki.

Sunucu, teşekkür ederek yerine uğurladı öğretmeni.

“Kimdi bu öğretmen?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bu genç öğretmen, okula o ders yılı başında atananlardan, okulun “Kültür ve Edebiyat Kolu Gözetici Öğretmeni” Hüseyin Erkan’dı.

Bu konuşmadan hemen sonra, hızlı adımlarla tarih öğretmenimiz Osman Saygı çıktı sahneye. Programın konuşmacıları arasında adı var mıydı,  yok muydu; bilemiyorum. O, her zamanki hamâsi nutuklarından birine başlayıverdi yine:

Dinle davul ne diyor... dan, dan, dan;

Ben bu sese vurgunam, can, can, can!..

Ve aynı anlayışla devam edip bitiriyor konuşmasını. Daha önceki konuşmalarında:

“Sizler Ziya Gökalp’lersiniiiz!!!”

“Bravooo!..”  

“Sizler Namık Kemal’lersiniiiz!!!” 

“Bravooo!..”                                                                                                    diye diye alkışların dozu artar; coşar da coşardı O da. Bu konuşmasında beklediği alkışı bulamadı. Bu duruma sinirlendiğini anlamıştım.

İşte bu kişinin nutuklarının arkasından giden Osman Yücel’in,  değerli öğretmenimiz Hüseyin Erkan’nın bu önemli ve etkileyici konuşmasından sonra, dünya görüşü yüzde yüz değişti. Bu değişimin bir anda olabileceğini kimse düşünemez elbet. Böyle bir tılsım da yoktur ama bu ânı yaşadım ben.

Kutlama programı biter bitmez koşarak, her gün saat 12.00’de banliyo treni ile Ankara’dan gelen gazeteciden cebimdeki 25 kuruşumla bir “Akşam” gazetesi aldım. Çünkü o yılların önde gelen solcu yazarlarından Çetin Altan’ın “TAŞ” adlı köşesini okumamın zararı değil, yararı olacağını anlamıştım.

 Yukarıda  “şanslıydım” demiştim ya…

 Şanslıydım elbet. O gün Atatürkçü, cumhuriyetçi, devrimci, bilimsel düşünen değerli öğretmenim, Hüseyin Erkan’ı tanımıştım.

Şanslıydım; çünkü çağının en ilerici eğitim programını uygulayan Köy Enstitüleri’nin havası,  kokusu ve ruhunun hissedildiği Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu’nda öğrenciydim.

Şanslıydım; çünkü Atatürk ilke ve devrimlerini benimsemiş, çağdaş, laik, devrimci, ülke çıkarlarını kendi çıkarlarının üzerinde gören, yurtsever, hoşgörülü, demokrat olma gibi nitelikleri yaşayarak yetişiyordum.

Şanslıydım; çünkü Atatürk’ün, ülkemizin ve ulusumuzun, dünyanın daha çağdaş ve daha uygar ülkeleri arasında en üst düzeyde saygın yerini almasını hedefleyen ve özleyen eğitim yolcuları arasındaydım ben de.

Sevgili Öğretmenimiz Hüseyin Erkan’ı, ne yazık ki,  fazla tutmadılar Hasanoğlan’da. Sınıfta arkadaşım Kâzım’ın elinde gördüğü Akşam

Gazetesini alıp ayakları altında çiğneyen bir tarih öğretmenimiz varken, “sınırsız bir düşünce özgürlüğü”nü savunan öğretmenlere ne gerek vardı!

1966 yaz tatili sonunda okula geldiğimizde, O da yoktu;  bir başka değerli öğretmenimiz olan Musa Okay da…

 Sorup soruşturunca öğrendim ki, Okay öğretmenimizi Malatya’ya, Erkan öğretmeni de Kars’ın Sovyetler Birliği sınırındaki Arpaçay ilçesine sürmüşler. Böylece iki “komünistten” de kurtulmuş oldu okulumuz!

Çok isterdim, iki öğretmenimi de arayıp saygılarımı sunmayı. Ama o günlerde, nerde bugünkü iletişim araçları!

Birkaç yıl sonra, Cumhuriyet gazetesinin açtığı “Kitabın Köylerimizin Kalkınmasında Rolü ve Önemi” konulu yazı yarışmasında Hüseyin Erkan’ın “Türkiye Birincisi” olduğunu okudum; Milliyet gazetesinde. Kısa bir süre sonra da İstanbul Milli Eğitim Müdür Yardımcısı olarak atandığını…

Musa Okay öğretmenim de öğretmen olarak çalışmasının çok görüldüğü Hasanoğlan’a müdür olarak geldi. Daha sonra, önce Kars Mili Eğitim müdürü, sonra da Ankara Milli Eğitim Müdür Yardımcısı oldu. İşe bakın ki, 1966’da, “solcu, komünist” diye suçlanıp sürülenler, 7-8 yıl sonra baş tâcı edilip önemli görevlere atanıyordu.

            Yüksek Köy Enstitüsü mezunu olan sevgili Musa Okay öğretmenimi, birkaç yıl önce uğurladık; sonsuzluğa. Işıklar içinde uyusun; son uykusunu.

            Hüseyin Erkan öğretmenin her hafta Yeni Adana gazetesi, internette “milliyet blog” ve “Yazar Portal” siteleri ile aylık “Berfin Bahar” dergisinde yayımlanan yazılarını okuyor, mutlu oluyorum.

            Hele hele, Berfin Bahar’ın kasım sayısında Emekli Cumhuriyet Başsavcısı Ali Rıza Cemeroğlu’nun “Hüseyin Erkan Fenomeni” başlıklı yazısını okuyunca, bir film şeridi gibi canlandı gözümde, öğretmenimizle ilgili bu anım. Hemen kaleme sarıldım ben de.

            İyi mi ettim, kötü mü? Ona siz karar verin artık.

            Asıl, derslerine girdiği öğrencilerinin ne güzel anıları vardır, kim bilir!       Keşke onlar da yazsalar! Yazsalar da zevkle ve sevinçle okusak…

            Bu konuda kimlerin sesi soluğu çıkacak, bakalım!

 

                                                                                             

               İletişim: Telefon: (0535) 499 30 17

               E-Posta: 06doruk06@gmail.com;

                   erhanycl@hotmail.com

 

YAZARLAR

  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9716,77%-0,05
  • DOLAR

    32,47% -0,17
  • EURO

    34,91% 0,40
  • GRAM ALTIN

    2434,93% 0,50
  • Ç. ALTIN

    3991,84% -0,04