Mehmet BABACAN, Eğitimci- Yazar ve Şair


12 EYLÜL DÖNEMİNDE YAŞANMIŞ BİR İŞKENCE ÖYKÜSÜ:  FİZİK TEDAVİ

Can’ın ilginç özellikleri vardı. En başta, sanatçı ruhlu, hümanist bir kişiydi. Ama rahatına titiz değildi. Bu ihmalcilik, bazen sorun yaratabiliyordu..


Can’ın ilginç özellikleri vardı. En başta, sanatçı ruhlu, hümanist bir kişiydi. Ama rahatına titiz değildi. Bu ihmalcilik, bazen sorun yaratabiliyordu...Fakir bir ailenin çocuğu olduğu halde, hiçbir zaman, parasal hırsı olmamış; eğitimci kişiliğini biricik zenginliği sayarak, orta yaşlara gelmişti..

Her ne kadar “ Kendine hayrı olmayanın başkasına hiç olmaz” denilse de, onun başkalarına hayrı çoktu. “ Kendini topluma adamış” denilecek kadar özveriliydi. Çünkü meslek aşkını da, yurt ve ulus sevdasını da Köy Enstitüsünde aşılamışlardı ona. Evrensellik denilen kavramı, insanı sevmekte odaklamıştı. Çocuklarının sayısı, eşinden doğanlarla, öğrencisi olanların toplamı kadardı.

Bulunduğu yöreden, çalıştığı okuldan hiç yakınmamış; hiçbir işinde torpil kullanmamıştı. Karizmatik bir yapısı yoktu, ama nedense, bulunduğu her ortamda sözü dinlenen, ardından gidilen ve nüktelerine gülünen biri olmuştu. Ağzının lâfa yatkınlığı ve biraz da şairliği ilgi yaratmasına yardımcı oluyordu belki. Bu çekim, toplumsal duyarlılık ve kişisel güvenilirlikle de birleşince, ortaya “Öncülük” gibi bir misyon çıkıyor; “Aferin” le de desteklenince, “tutmayın beni” düzeyine ulaşıyordu. O yüzden midir nedir, meslek yaşamının tümüne yakını öğretmen örgütlerinde yönetici olarak geçmişti.

Bu yetmezmiş gibi, ideolojik çalkantıların, siyasî gruplaşmaları yarattığı yıllarda, “fraksiyon” takımlarından da uzak kalamamıştı. Yaşamının bunca hareketliliğine karşın, maceracılığa düşmemişti. Çünkü epeyce akıllıydı. Daha doğrusu, kendinden çok, çevre öyle diyordu. Onca kişi yalan söylüyor olamazdı ya… Ne var ki, akıllı olanlar, bir de ilkeli ve tutarlı iseler, yöneticiler için, potansiyel tehlike sayılmışlardır hep. O yüzden, sayısız kovuşturmaya uğradı, sürgünler yaşadı. Öyle dayanaksız şeylerdi ki bunlar, hepsinden de aklandı. Ama âdemoğluydu nihayet. Yokluklar, yorgunluklar, canından bezdirdi. Yıllarca süren bu çilekeş yaşam, ihmalcilikle de birleşince, sağlığı epeyce bozuldu. Özellikle, kalçalarındaki romatizma, dayanılır gibi değildi. Gün olur, yürüyemez duruma düşerdi. Kimseye göstermeden kalçalarını- sert bir şeyle- biraz ovabilirse, rahatladığını hissederdi. Fakat çok sürmezdi bu rahatlık. Sayısız ilaç kullanmış, hattâ “fizik tedavi” de görmüştü. Ama nafileydi. Otobüs yolculuklarında, merdiven iniş- çıkışlarında, ağladığı günler olurdu. İyi- kötü 25 yılı doldurmuştu. Emekliliğini istedi. Dermanı, kaplıcalarda aramak, son umuduydu.

Felek gene yar olmadı.

“Beterin beteri vardır” derler ya, onay beklerken, 12 Eylül faşist yönetimi çöreklenip oturdu ülkenin üstüne. Tüm siyasal, demokratik örgütler kapatıldı. Sosyalistler, demokratlar, aydınlar bir bir toplanırken, Can da nasibini aldı. Meğer ne çok suçu varmış.. Ellerini beline dayayıp, meydan okurcasına duran genç görevli; “Sen çok akıllısın Hoca. Senden alacağımız çok bilgi var. Erkekçe öt de, biz de sana yardımcı olmaya çalışalım” diyordu. “Ben yasa dışı bir iş yapmadım. Her zaman özlük ve mesleki sorunlarımıza çözüm arayıcı çalışmalarda bulundum” “Nasıl yani? Nelermiş bu çözümler? Aç bakalım Hoca. Biz senin kadar akıllı değiliz. Ayrıntılı anlat ki, anlayabilelim” Can, özlük sorunlar bazında “ Eğitim çalışanlarının, ekonomik- demokratik haklarını; bunların nasıl kazanılıp, korunabileceğini” ciddiyetle anlatıyordu. “ Örgütlü olmanın tek çıkar yol olduğunu; ama örgütün, kavga etmek için değil, meslektaşların sesini derli-toplu duyurabilmek için gerekli olduğunu” dile getirirken; görevli sabırsızlanıyor, diş gıcırtısını saklayamaz duruma düşüyordu. “Yani, devletle pazarlığa girmek istiyorsunuz öyle mi? Hem devletin nimetleriyle zıkkımlanırsınız, hem de kafa tutarsınız ha? Burnunuzdan fitil fitil gelecek. Görün bakalım, kendinizi bir bok sanmanın ne demek olduğunu.” Söylemler ve yargılar- her ne kadar taban tabana zıt ve kaba da olsa, bir söyleşi sayılabilir diye, devam etti Can; “Sözünü ettiğim örgütlenme, henüz dernek boyutunda... Aslında sendika olması gerekir. Hem de grevli- toplu sözleşmeli sendika. 1960-1970 arasında, grev hakkımız olmasa da, böyle sendikamız vardı, Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS). Bu sendika ile birçok hak elde ettik Uygar saydığımız ülkelerin tümünde, işçilerin, emekçilerin sendikaları var. Hem de tüm boyutlarıyla “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmamızı” buyuran Atatürk’ün kemiklerini sızlatıyoruz.” Yetkili, birden ayağa fırladı, kıpkırmızı kesilmiş; boyun damarları ip gibi gerilmişti. “Sen ne diyorsun eşşoğlu eşşek? Bana sendika dersi mi veriyorsun? Bu memleketi yıkmak için yaptığınız pislikleri anlat bana!” Salyası savrulurken, şrak! şrak! diye iki tokat sesi duyuldu. Müthiş yetkili, oflaya, puflaya bir süre dolaştıktan sonra, Can’ı, sol kolundan kalorifer peteğine kelepçeledi; sehpanın üstündeki kâğıdı kalemi göstererek; “Marifetlerini yaz buraya. Biraz sonra geleceğim. İstediğim gibi olmazsa, derini de yüzeceğim ona göre” deyip çıkmak üzereyken; geri döndü, parmağını tehditvarî sallayarak; “Hem, sen gözaltına alınacağını biliyordun ve rapor aldın değil mi?. Aklınca, buradan çıktıktan sonra karşılaştırma yaptıracaksın. Sen giderken biz geliyorduk aslanım. Sana öyle şeyler yapacağız ki, kimse izini bile bulamayacak” deyip, gitti.

Gerçekten bir rapor olayı vardı, ama Can’ın değil, eşinindi. Gözaltına alınıştan kısa süre önce, öğretmen olan eşi, ayakta duramayacak kadar, hastalandığı için, Can, ona rapor alıp, okuluna ulaştırıvermişti. Demek ki, izleyen ajan yanlış rapor vermiş. Can, “Bu yanılgıdan yararlanabilirim, ama zamanını kollamalıyım” diye düşündü.

“TÖB-DER Genel Yönetim Kurulu üyesi olduğunu; iki yıl İçel- Antalya Bölge Temsilciliği yaptığını; hiçbir yasa dışı işe karışmadığını; karışanlar olduysa, onları da tanımadığını; ancak, rapor aldığını ve aynen düşünüldüğü gibi yapacağını” yazdı. Parmakları dermansızlaşıyor, bayılmak üzere olduğunu hissediyordu. İki günden beri boğazından bir yudum su, bir lokma ekmek geçmemişti. Kalçasındaki ağrı dayanılır gibi değildi. Kalorifer peteğinin köşesinde kalçasını ovmaya çalıştı. Ona bile fırsat vermemek ister gibi, hemen geldi yetkili. Kâğıdı aldı, kör ışığa doğru çevirerek okudu, Soruların peş peşe geleceğini biliyordu Can;“ Raporun nerde?”“ Avukatımda” “Avukatın kim?” “Kim olduğunu mahkemede görürsünüz.” Bu yanıtı, sonuna kadar sürdürdü. “Olmadı Hoca, olmadı. Bu değil senden istediğimiz. Seninle işimiz uzun süreceğe benziyor. Sen bilirsin. Kendi düşen ağlamaz. Gene gitti. Uzaktaki konuşmaların yankıları geliyor, ara ara keskin bir çığlık sesi, geceyi yırtıyordu.

Bu kez, yanında başka biriyle geldi yetkili. Daha yetkili olmalıydı yeni gelen. Çünkü saygılı davranıyor ve “Şefim” diyordu. Sonunda da; “Kolay gelsin şefim” diyerek çıkıp gitti. Tatlı dilli biriydi Şef. Dostça yaklaşıyordu. Öğüt havasında başladı söze; “Hocam, burada kötü insan yok aslında. Ama yoruluyorlar, bunalıyorlar. Fıttırmak işten bile değil. Bu vatan, bu millet için çırpınıyorlar. Anlayışla karşılamalısınız. Her insanın hayatında, hatalar, yanlışlar olmuştur. Benim de oldu. Bunların bilinmesiyle kıyamet kopmaz. Elbet de, bazı şeyler anlayışla karşılanacaktır. Fakat doğru söylendiği kanaati uyanmalı ki, acaba gizli şeyler kaldı mı kuşkusu olmasın? Çünkü bazı şeyler bizce biliniyor zaten. Siz, harıl harıl eylem yaparken, biz armut toplamıyorduk ya. Sana, daha açığını söyleyeyim mi? Doğru söyleyip söylemediğin test ediliyor bugün. Mertçe davranana, biz de mertçe davranır, bazı şeyleri görmemiş, duymamış olabiliriz. İyi düşün. Arkadaşları yorma. Senin akıllı biri olduğunu biliyoruz zaten”…

Can, “Acım, susuzum, hastayım” demeyi düşündü bir an, ama bir alış- verişin başlangıcı olur korkusuyla, hemen beyninden kovdu yılgınlığı. Bu sırada Şef’in, odanın kapısındaki birine; “Gözlerini bantlayın da, bu kör ışıkta gözü bozulmasın” deyişi, gülüşmelere neden oldu. Az sonra, emir yerine getirildi. Siyah bir bantla gözler kapatıldı, eller arkadan kelepçelendi. Uzun süre sonra gelen, bir başkasıydı. Çünkü sesi farklıydı. İlk sorusu; “Aç mısın?” oldu. Yanıt verilmesine fırsat bırakmadan; “Isır ısır” diyor, kuru bir ekmek dilimini Can’ın dudaklarına bastırıyordu. Zorunlu olarak açtı ağzını ısırdı. Ekmeğin ilaçlı olacağını düşüne düşüne yedi. “Biraz da su iç bakalım” derken, su bardağını dayamıştı Can’ın ağzına. İçti. Konuşturmak için ilaç verdiklerine inanıyordu, ama ne konuşacaktı, sakladığı bir şey yoktu ki? ...

“Kalk bakalım” dedi görevli. Can, ayağa kalkarken, midesine gelen sert bir yumrukla ikiye katlandı; asırlar kadar uzun bir süre nefessiz kaldı. Sürükleyerek götürüyordu canavar. Ormana leş götüren bir yırtıcı hayvandı sanki. Çıplak zemine, bir paçavra parçası gibi fırlatıp attı ve; “Koyun tezgâha” dedi. Ayakkabı, çorap, yırtarcasına, çıkarıldı. Ayaklara bir şey takıyorlardı. İlk copla anlaşıldı ne olduğu. Falaka faslına geçiliyordu. “Uyuşmak” doğanın insana verdiği bir savunma yöntemi olmalı ki, az sonra ayak tabanı, lime lime yarılsa da, hissetmez oluyordu. Çığlık atmak bile, acıyı azaltıyor gibiydi… Neden sonra kaldırıp; “Yürü” dediler. Islak bir zemindi. Ne hikmetse, copun acıtamadığı yerler, biber gibi yanıyordu. Üstelik sırtına biniyorlardı adamın, iyi gelirmiş… Sürüye sürüye, odasına götürüp attılar Can’ı Az sonra, ilk görevli yeniden geldi; “Vah vah! Ne olmuş sana böyle yahu?” diyerek bandı çıkardı. Sol elini kalorifer peteğine bağladıktan sonra, sehpayı ve üstündeki kâğıdı- kalemi göstererek; “Hoca, umarım bunlar ders olmuştur. Bu seansların sonu gelmez. Çeşidi de çok. En iyisi mi, istenenleri kabul et de, kendini ezdirme.”

İstenenler neydi? Neyi yaptığını sanıyorlardı? Oysa yaptığı bir şey yoktu. Olsa bile, anımsayamayacak kadar darmadağın olmuştu. Farklı şeyler yazmaya çalışsa da; cümleleri farklı kurmaktan öteye geçemiyordu. Malzeme aynıydı. Sonuç, gene işkenceyi gösteriyordu.

 Bu kez, yemek de getirdiler. Bayat da / artık da olsa, yemekti işte. Önceki ekmeğin, suyun bir zararı olmamıştı ya. Saldırırcasına yedi bu kez. Kuşku kıvrım kıvrımdı aklında. Öncekiler falakaya götürmüştü; acaba bu nereye götürecekti? Üst düzey yetkili gene geldi ve hemen söze başladı; “Hoca, yanlış yapıyorsun. TÖB-DER masallarıyla avutma bizi. Sen, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin Bölge Sorumlususun. Mersin YSE Teşkilâtının dinamit deposunu havaya uçurtan da sensin. Bugün, aradığımız 92 tane, üst düzey, TSİP militanı var. Bunlar, senin adamların. Kime yutturuyorsun sen? Bu gerçekleri kabul et, seni kurtaralım. Hemen evine bırakalım. Yaşın geçiyor zaten; çoluğuna- çocuğuna kavuş.” Can ilk kez konuştu;

“Beyefendi, ben, suçsuz olduğumu söylüyorum, bırakmayıp, işkence yapıyorsunuz. Ağır suçları kabul edersem, bırakacakmışsınız. Bunun bedeli ne olacak?” “Evet, akıllı deyişimiz boşuna mı? Elbet de bir bedeli olacak. Bedel şu Hoca; TSİP.liler sana çok güvenirler, bir şey saklamazlar. Aradıklarımızın yerlerini, ailelerinden öğrenip, bana bildireceksin. Bu bilgiler ikimizin arasında kalacak. Adamlarım bile bilmeyecekler. Ben bu ekibin Şefiyim. Anlaştık mı?”

Can’ın yanıtı iki cümlede özetlenmişti; “Şef efendi! Ben bu yıl 46 yaşımdayım. 46 yıldan beri, bu denli ahlak dışı bir teklifle karşılaşmadım.” İşte, kıyametin büyüğü o anda koptu. O, yumuşak yumuşak konuşan adam, bir anda kudurmuştu; “Götürün bu orospu çocuğunu!” diye bağırırken, camlar- çerçeveler sarsılıyordu.

Hemen emir yerine getirildi; gözler bantlardı, eller kelepçelendi. Sürükleyerek götürüp, çıplak bir zemine attılar. Çamaşırlarını yırtarcasına soydular. Sağ ayağının baş parmağına bir şey bağlıyorlardı, ama anlayamadı ne olduğunu?. Sonra, cinsel organına sıra geldiğinde, kablo olduğunu fark etti. Çünkü 12 Mart faşist döneminde, bu yöntemin uygulandığını duymuştu. Falaka ilkelliğinden çıkıp, modern elektriğe geçiyordu faşistlerimiz.

Bir manyetolu telefonun çevriliş sesini duyduğu anda, hayal bile edilemeyecek sivrilikte bir bıçağın ucunda havaya fırladığını; kasıklarının, bir yanardağın ağzı gibi yarıldığını hissetti. Çığlık bile atamamak, nasıl anlatılabilir ki? Büyük bir boşluktan, korkunç bir hızla, tam yere düşecekken, manyeto sesi yeniden geldi. O sırada, bir el yumurtaları sıkmaya başlamıştı ki, biri uyardı; “Aman dikkat et. Bu orospu çocuğunun raporu var.” Raporun yararını o zaman anladı Can. İz bırakmamaya özen gösteriyor olmalıydılar. Öyle hınçlı hareket ediyorlardı ki, nefes alışlarının arasında, diş gıcırtıları duyulabiliyordu. Kaç kez yinelendi bilemiyordu? Bilinci iyice dağılmıştı; sidik torbası durmadan boşalıyordu. Doğanın insana armağan ettiği ikinci savunmayı da o zaman öğrendi Can. Bayılmaktı bu. Ne büyük bir savunmaydı o… Ayıldığında, çıplak bir zeminde, çırılçıplak yatıyordu. Göz bandını çıkarmışlardı, ama kolu hâlâ kelepçeliydi. Giysileri ıslaktı ve içi titriyordu. Yakındaki biri, uzaktakine; “Ayıktı ayıktı!” diye seslenince, ayak sesi hızlı hızlı geldi, Şef idi gelen. Sinirleri yatışmış; sesi gene yumuşamıştı: “Be Hocam, boşu boşuna kendini ezdirdin. Bize güvenmemekle hata ettin. Ayak diremeyip, önerilerimizi kabul etseydin, kıyamet mi kopardı?” Ayak direnen neydi? Neyi kabul etmeliydi? Seçemez olmuştu. Yoksa acıları anımsayamamakta mı bir tür savunmaydı? Ayakkabılarını da getirdiler. Ya onlar küçülmüştü, ya ayaklar büyümüştü. İplerinden birbirine bağlayıp, omzuna astılar. “Gel,” dedi Şef. Kollarından tutup, bir odaya götürdüler. Halı döşeli küçük bir odaydı bu. Masanın üstünde bir daktilo, arkasında bir görevli vardı. “Yaz” komutunu, kimliğin kaydı izledi. Sonra, Can’ın ifadesini yazdırmaya başladı Şef. Hayret! Aynen, Can’ın söylemesi gerekenlerdi yazdırılanlar. Belki, kendisi bu kadar düzgün söyleyemezdi bile. İmza etmesi istendiğinde; “Okuyabilir miyim?” deyişi, deprem yarattı yeniden. “Hâlâ güvenmiyorsunuz! Size iyilik yaramaz! Her şey haram size” diye, bar bar bağırıyordu Şef,…Oysa, izin verse bile, okuyabilecek durumda değildi. Bu ifadeye göre salıverilmesi gerekirdi. İki aydan beri niye gözaltında tutulduğunu anlamakta zorlanıyordu Can.

Sayılı gün çabuk geçti. Sonunda, savcılığa çıkma vakti geldi. Savcılık, büyük olasılıkla takipsizlik kararı verecekti. Büyük bir umutla giriyordu adliyeye; “Poliste verdiğin ifadeye bir diyeceğin var mı?” sorusuna; “Hayır efendim, yok,” diyecek kadar, umudun saflığı içindeydi. Sorgu yargıcından tutuklama isteminin çıkışı şamar gibi geldi Can’a. En çok da, aldatılmak zoruna gidiyordu. Demek ki, Şef’in yazdırdığı başka, yazılanlar başkaydı. Akıllı diye diye oyuna getirmişti Şef…

Genellikle, gözaltındayken, cezaevine gitmek, bir kurtuluş sayılır; adeta özlenirdi. . Uzaktan davulun sesi misali. Neredeyse, terfi etmiş gibi, coşkuyla geldiler cezaevine. Genişçe bir salonda karşılandılar. Çeşitli suçlamalarla getirilmiş 46 kişiydiler. Gövdeleri çıplak durumda, duvarın dibine yan yana dizildiler. Gardiyan bir uçtan başlayarak, lastik copla ellere vurmaya başladı. En dayanıklı olan beşe kadar dayanabiliyordu. El dayanamaz olunca, sırtta devam ediyordu cop darbeleri. Yere yıkılana kadar… Gözdağıymış bu. Bu zılgıtı gören başkaldıramazmış cezaevinde. Yani, oraya giren kişi, yanlış/doğru; haklı/haksız, yargının biçtiği cezayı çekmekle kalmıyor; dünyaya geldiği için, bedeniyle, ruhuyla, hattâ çevresiyle, ağır bir bedel ödüyordu. Yemeğinden, havalandırmasına; karasineğinden, sivrisineğine ve de nakarat gibi yinelenen onur kırıcı saldırılara değin, her şey çürütmeye yönelikti.

Can, günde üç paket sigara içerken, bu ortamda, sigarayı bıraktı: “ Ben, bunlara yardımcı olmayacağım.” diyordu. Onlar da geçti. Kimi deldi geçti; kimi yardı geçti. Ama yüreklerde, o elmas parçasını bırakarak geçti. İnsan olmak kolay değildi. “Tekrar sorgulanmaya alınabilirsiniz” tehdidi altında; mahkemeye çıkabilmek için bir yıl bekledi Can.. İlk duruşmada; “….isnat edilen suçlarla hiçbir ilgisi olmadığı anlaşıldığından…..beraatine”..diye bitiriyordu hakim, yargısını. Cezaevinden çıkarken, bir yılı aşkın süre, alacaklıydı. Acaba, başka bir suça sayarlar mıydı? Demokrasi adına; insan hak ve özgürlükleri adına düşünülmesi gereken çok şey vardı; ama düşünmek, bedeli ağır bir suçtu.

Doğanın yarattığı pek çok felâketin sonunda, insanlık ders almaya çalışırken; umulmadık yararlar da ortaya çıkmıştır: Örneğin: Şeker hastalarının vazgeçilemez ilacı olan yapay insülün, laboratuvar ortamında, koli basilinden elde ediliyormuş. Bu buluşun sahibi “Bir rastlantı yakaladım” mı dedi; yoksa “ Bir mucize gördüm” mü dedi, bilinmez? Ama Can, öyle bir mucizeyi yaşadı: Kalçasındaki dayanılmaz romatizma, elektrikli işkence yüzünden iyileşmişti.

Demek ki “Fizik Tedavi” nin doz cetveline “Düşmanlık Dozu” diye, bir bölüm daha eklenmeliymiş… Hikmetinden sual olunur mu? …

Editörün Notu (SB): Burada anlatılan öykünün kahramanları: Can (Yazarın kendisi), Şef ( o dönem Mersin Emniyet Müdürlüğü’ nde sorgulama şefi olan, iyi polis, kötü polis rolünü çok iyi oynayan, günümüzde de bir hayli ünlenen bir kişidir).

YAZARLAR

  • Çarşamba 35.2 ° / 19.1 ° Güneşli
  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false
  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • BIST 100

    9698,89%0,56
  • DOLAR

    32,55% 0,03
  • EURO

    34,84% -0,06
  • GRAM ALTIN

    2431,37% 0,07
  • Ç. ALTIN

    4017,93% 0,00