YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: ARİFE KALENDER
11.05.2021 23:17:00 1519 0

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: ARİFE KALENDER

ARİFE KALENDER

Türkiye'de, yazmak isteyenler nedense hep yabancı edebiyatçıları örnek alıyor, onların deneyimleri üzerinden bir fikir geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda “Yeni Adana’da Düşünce-Sanat ve Toplum”  olarak bir eksikliği giderme çabası içine girdik. Değerli edebiyatçılarımızın katılımıyla kapsamlı bir bellek oluşturmaya çalışacağız. Yazar adaylarına yol gösterici olacağına inanarak… Bu haftaki konuğumuz kıymetli şair ve yazarımız Arife KALENDER...

Yanıt için doğumdan bugüne ömrümü anlatmam gerek. Her sanatın başlangıç yerinin çocukluğumuz olduğunu düşünürüm. Malataya-Arguvan’a bağlı Ermişli Köyü’nde hem toplumsal çelişkileri, cins ayrımını, yoksulluğu, ayrılığı tanıdım hem de bu koşulların umuda dönüşmesini, yaşama tutunmak için yaratılan türküleri, masalları, mâni ve deyişleri öğrendim. Somut acıların söze dökülmesi ve de sözün güzelliği büyüledi beni. İlkin şiir taşıyan sözler dinledim, şiir duygusunu tanıdım. Sanırım bu durum sözcüklerin dibini kazmama, yeni anlamlar aramama neden oldu. Çevremizde halk ozanı çoktu. Kasımdan mayısa kadar yolları kardan kapanan, tanrının ve devletin uğramadığı, zulümden kaçarak tepeler arasına gizlenmiş bu köyde babaannemin anlattığı Ali Cenkleri, Keloğlan masalları, Pir Sultan Abdal, Hatayî deyişleri, Cin ve dev hikâyeleri dışardaki soğuktan ruhumuzu korur, zenginleştirirdi.

Doğadaki her şey arkadaşımız ve oyuncağımızdı. Tavuk kanadından bebek, söğüt kabuğundan düdük, asma dalından atlar yapar; ahırlarda, samanlıklarda hayvanlarla iç içe oynardık. Yeni doğan oğlak ve kuzular üşümesin diye odalara alınır; koyun inek meleyişleri arasında hep birlikte yaşardık. Yaşamı gündüz -gece rayının üzerinde kadınlar yürütür, kışın ve yoksulluğun tüm yükünü taşırlardı. Bu da yetmezmiş gibi istemeden birçok çocuk üstüne gebe kalır, besleyemeyeceğini düşünerek en ilkel yollarla (şiş, ot kökü, tığ…) düşük yapmaya çalışırlardı.

Sanırım bende en çok iz bırakan şey: Karda, kışta düşük yaparken kan kaybından ölen kadınların, hastaneye yetiştirilemeden gelen ölüm haberleriydi. Karlar daha çok katılaşır, her yer ve her şey buza keser, kara düşen kanı düşünürdüm. Beyaz her zaman temizlik anlamına gelmiyor, çoğu yerde katil oluyordu. Beyaz katil!... Tipide yolunu şaşıranların, dağda donanların gecelerde sanki seslerini duyardık. Bir de yiyecek bulmak için köylere inen kurtların ulumasını… Köyün tüm köpekleri sağa sola seğirtir, bazen de kurtlarla kapışmaktan yara bere içinde geri dönerlerdi.

Gök gürültüsü ve yıldırımlardan korkum o günlerden kalmış olmalı. Hışımla başlayan yağmurlarda toprak evlerimizin tavanı su damlatır, tıpırtılı sesler arasında uykuya dalardık. Ne dalması? Karşı kayalıklara büyük patırtıyla yıldırım iner, bir an her yeri aydınlatırdı. Babaannemin öğrettiği duaları korkudan aceleyle yalan yanlış okur, yorganı başıma çekerek beklerdim. Tanrı var olmaya vardı ama böylesi afatlarda çok yükseklerde oturduğu için ulaşamazdık. Devlet diye birinden söz ederdi dedem. Devleti de gören yoktu… Taşla toprakla, otla, kuzuyla, keçiyle birlikte tek başımıza toprağın üstünde, göğün altındaydık. Başka kimse yoktu. Arada sırada kara giysileriyle vergiciler gelirdi. Beş davar varsa biri devletinmiş. Anlayamazdım bunu. Bizim toprağımızda, biz besliyoruz kime ne? Niye tanımadığımız devlete veriyoruz malımızı? Dedem ‘kızım kural böyle, devlete karşı gelinmez’ derdi. Kurallara isyan etmem de o günlerden kalmış olmalı…

O günlerden neler kalmadı ki? Doğa… Sevgili Doğa! Mevsimleri, gün gün değişen ayları ve toprağın değişimiyle birlikte bizim de değişimlerimizi izledim. Aylarca kar altında başka renk görmezdik. Mayısta meşeler yapraklanır, ekinler boylanır, yonca çiçekleri açardı. Yeşil deniz derdim ekilmiş buğday tarlalarının rüzgârda sallanışına. Yıllar sonra İstanbul’da denizi görünce hem yeşil hem de mavi deniz buluştu. Lise son sınıfta Malatya’dan İstanbul’a taşınmıştık ve son yılımı Fenerbahçe Lisesi’nde tamamladım. Bir gün Kadıköy Kuşdili Durağı’nda otobüs beklerken çiçekçi kadının önündeki leğende papatyaları gördüm. Memleketten birini görmüşçesine sevindim ve bir demet aldım. Çiçekçi ‘demeti 2 lira’ dedi. İnanamadım bizim koyungözü dediğimiz, çiçekten bile saymadığımız papatya burada parayla satılıyor. O bizlerden biriydi, üstünde yuvarlandığımız, dilek tuttuğumuz; bizim gibi vakti gelince açıp vakti gelince solan bir ottu. Asıl çiçek güldü, kokulu, katmer katmer gül… Kızlar oğlanlar gizlice birbirine verir, adına sevda derlerdi. Papatya burada parayla satılan çiçek olmuş! İstanbul’da her şeyin satılık olduğunu öğrenmem uzun sürmedi. Ottan kuşa, kızdan oğula, kadından erkeğe, havadan suya, elden emeğe her şey satılık… İstanbul beni içeriye almıyordu. Ötekiydim, doğulu…

İlkokul dördüncü sınıfta köyden Malatya’ya taşınmış, lise son sınıfa kadar Malatya’da okumuştum. Köyden taşındığımızda ‘biz’ ve ‘öteki’ kavramlarıyla tanıştım. İlkokul öğretmenimize göre Sünni ve Türk olmayanlar ‘öteki’ydi. Yani alevi bir aileden geldiğim için ben de…Köyde kendimi çetin doğa koşullarında kimsesiz hissetmem, burada da insanın insanı itelemesiyle sürdü. Orta okul yıllarında annem tek erkek kardeşime her türlü özgürlüğü tanırken; dört kızına ‘eteğini ört, erkeklerle konuşma, düzgün konuş” komutları veriyordu. Üçüncü kez ‘öteki’ydim şimdi.

Orta ikinci sınıfta yazdığım “Kış Geldi’ başlıklı şiirim, şehirdeki ‘Düşün’ gazetesinde yayımlanmış ve Cumhuriyet Savcılığınca ‘Komünizm propagandası’ savıyla bilirkişi Anayasa Profesörüne gönderilmişti. Mahkeme Kâtibi kiracımızdı ve bana söylediğinde ilkin çok gururlandım ama ardından da korktum. Gururlandım çükü koskoca savcı zaman ayırıp şiirimi okumuş! Korktum, çünkü çevremizde komünist denilen öğretmenlere, öğrencilere neler yaptıklarını biliyordum. İki ay sonra şiirimin çocuk duygularıyla kışı anlattığı söylenerek aklandığımı öğrendim. Bu olay bende ekonomik sistemleri, Türkiye koşullarını öğrenme isteği uyandırdı. TÖB DER kurucularından, aynı zamanda yazar olan amcam Hasan Kalender’in, baskılar yüzünden İstanbul’a taşınırken, bizim çatıya koyduğu kitapları imdadıma yetişti. Annemlerden gizli merdiven uydurarak çatıya çıkıyor, sandıklardan kitap alıyor, okuduktan sonra yine yerine koyuyordum. Edebiyatımızdaki Kemal’lerle, Köy Enstitülü yazarlarla, dergilerle bu gizli kitap hazinesinde tanıştım. Gece gündüz okuyordum, okudukça sorularım çoğalıyor, yanıtları buldukça asileşiyordum.  Bir dergide Gülten Akın adını görmem çok şaşırtmıştı. Kadından şair olur mu? Şairin adını işaret parmağımın tersiyle kapatarak orada Arife Kalender yazdığını hayal ettiğimi bugün bile görür gibiyim. Orada yine ‘öteki’ olduğumu fark ettim. ‘Biz’ olanlar erkekti.

Lise sonda İstanbul’a geldiğimizde dünyaya bakışım, yönüm belliydi. Çok kitap okumuştum ve lisede çok şiir yazmıştım. Okul gazetesinde çoğu yayınlandı. Turan Emeksiz Lisesi’nde ‘Yeni Adım’ diye bir dergi çıkartıyorduk ve ön sayfada “Anılar” başlıklı bir şiirim vardı. Arka sayfada da edebiyat öğretmenimiz Dursun Şahin’in yazısı: “Öğrencilerimiz arasında öykü-şiir yazanlar çok. Ancak zaman bunların çoğunu eleyecektir. Arife Kalender şiiri sürdürürse, geleceğin iyi şairleri arasına gireceğinden kuşkum yok” diyerek şiirimi övmüştü.

Aradan yıllar geçmişti. Okullar bitmiş, evliyim, kızım üniversitede, kitaplarım çoğalmış…Pen Yazarlar Derneği’nde Yönetim Kurulunda Genel Sekreter olarak çalışıyorum. Bir toplantı sırasında Konur Ertop “Kalender sana sürprizim var diyerek Turan Emeksiz Lisesi’nde Dursun Şahin Hocam’la çıkardığımız ‘Yeni Adım’ dergisini uzattı. Gençlik yıllarımın hediyesiydi bu, çok sevindim. Dursun Hocamın Muğla’da yaşadığını, sonradan avukat olduğunu öğrendim. Telefon numarasını buldum ve bir gün aradım. Çok sevindi. Kitaplarımı göndermek için adresini aldım ve tümünü gönderdim. Oğlunu yitirdikten sonra sağlığının da iyi olmadığını öğrenmiştim. Aylar sonra “Kızım yıllardır saklıyorum, başına bir şey gelmesinden korktuğum için kimselere emanet etmedim. Bir adres ver de lisede bana değerlendirmem için verdiğin şiir dosyanı göndereyim” diye telefon etti. İnanılacak gibi değil. Ben o yazdıklarımın tümünü unutmuştum, öğretmenim 40-50 yıl saklamış ve bugün bana gönderiyor… Gerçekten de bir hafta sonra dosya özenle paketlenmiş olarak yirmi şiirle bana ulaştı. Onlara baktığımda bugünkü şiirimin izlerini görüyorum ve öğretmenime saygım durmadan artıyor.

Çok aktif lise yıllarından sonra İstanbul Üniversitesi-Yabancı Diller Yüksek Okulu-Almanca bölümünü bitirerek öğretmen oldum (1978). Kadıköy ortaokulu ve Kadıköy Anadolu Lisesinde Almanca öğretmenliği, yöneticilik yaptıktan sonra 1997’de emekli oldum. Bu süre içinde üç dört şiir kitabım çıkmış, dergilerde şiirlerim tanınmaya başlamıştı.

Daha önce (1971-73) yıllarında Yansıma Dergisi’nde şiirlerim yayınlanmış, güzel eleştiriler almıştım. Sıkı yönetim yüzünden dergiler kapanınca şiir yayınlamayı bıraktım. Hem tümüyle yaşam baskı ve işkence altındaydı, hem de şiirimize uygun dergi yoktu. Devrimci söylemden birdenbire vazgeçemiyor, onlarca aydın içerde can çekişirken aşktan, gülden söz edemiyorduk. O günleri düşündüğümde ‘toplumsal konuları işleyen şairler için’ bunun bir boşluk dönemi olduğunu görüyorum. Hem çok genç şair kadın (21-22 yaşlar) olmam hem de sıkıyönetim koşulları nedeniyle bir süre şiire ara verdim, yayınlayacak dergiler de kapanmıştı zaten.

Edebiyatta şair kadın fazla yoktu (G.Akın, S.Sezer, M. Gürpınar, T.İldeniz). Şiir dünyasında alkolün, savruk yaşamın etkili olduğunu duyardım. Tanımadığım ortamlardı. Sanırım bunlar da beni geri çeken nedenler oldu. Korku ve kaygılarım yüzünden on yıla yakın süre ne şiir yayınlattım ne de şair sohbetlerinde bulundum. Ama şiir insanın kanına girmeyegörsün, doksanların başında şiirime ve kimliğime sahip çıkarak ilk kitabımı yayınlatmaya karar verdim (Maviler de eskidi- Cem Yay.1992). Bu, şiirle mücadelenin ve yaşamanın başlangıcı oldu. Aslında şiirden hiç kopmasam da bu kez şiir her şeyden önemliydi ve öncelikliydi benim için.

Nasıl mı şair oldum? Şair -bir öteki-dir. Yaşadığım evrelerde hep öteki oluşumu görmem (Köylü, kadın, alevi, doğulu, şair…), eşitsizliğe ve ötelemeye karşı durmam, hak aramam, söze düşmem, yaşamı ve dünyayı sorgulamam beni şiire-yazıya itti. Direnmek için sözcüklerden başka tutunacağım şey yoktu. Olsa bile bunu araştırmaya vaktim olmadı.

İlkokul üçüncü sınıfa gittiğim yaz tatilinde, annemlerden daha fazla sevgi görmek adına, (ortanca çocuk ve kız) kendimi bile isteye cinlere çarptırmıştım. Hoca okuyup üfledikten sonra dedeme “Memet Dayı, çocuk çok kötü uğrağa uğramış. Dört tane cini yakalayıp bağladım, biri kaçtı. Ama ömür boyu kıza zarar vermez, onunla yaşayacak” demişti. Üstümde kalan o cin bana ne şiirler ne öyküler yazdırdı. Keşke öteki cinlerim de kalsaydı! Resim yaptırır, müzik çaldırır, dans ettirir ne filmler çevirttirirlerdi… Şiir bir cin işidir ne de olsa!

Emekli olmadan önce, öğretmenken yani, tüm işlerimi (Ev işleri, annelik, eş görevleri) yaptıktan sonra daha çok geceleri yazıyor, kahvaltıda yazdıklarıma göz atıyor, okulda boş saat bulursam yazdıklarım üstünde çalışıyor, ya da dergilere göndermek için postaya veriyordum. O günlerde daktilo ile çalışıyor, tipexle düzeltme yapıyor, postayla yolluyorduk. Cep telefonları daha çıkmadığı için, yayın yönetmenlerine ulaşmamız da zor oluyordu.  Büyük kentlerde yaşayanlar en azından hangi dergilerin çıktığını izleyebiliyordu ama uzak yerlerde, doğuda dergiler bulunmadığı gibi, yeni şiiri izleme olanakları da olmuyordu şiir yazanların.

Bizim toplum ‘şair kadın’ kimliğine alışkın değil. “Şiirimiz bıyıklıdır” der ya Ece Ayhan. Çocuklar, annelerinin öteki anneler gibi olmasını, kocalar görevlerinin aksatılmamasını ve karısının adının sık anılmamasını, ana-babalar hizmette ve ilgide eksikliği istemezler. Şair kadınlar; biraz hafif, romantik, kaçık, avlanıp tavlanmaya elverişli sanıldığından erkeklere  çekici görünürler. Şiirlerinde bile cinsellik aranır. Tarihin her döneminde yüz bulamadıkları zaman aşağılanmış, erkek şairler tarafından ya yazdıkları önemsiz sayılmış ya da kimlik olarak yaftalanmışlardır (Mihri Hatun, Nigar Hatun, Fitnat, Zeynep Hatun…). Bugün değişmiş olsa da aynı şeyler zaman zaman hâlâ karşımıza çıkıyor.

Emekli olduktan sonra (1997) gündüzleri de çalışmaya başladım. Öğleden sonraları 5-6 saat yazıyorum. Aralarda okumalar yapıyorum. Yazacağım konu için dökümanlar hazırlıyorum. İlk zamanlar şiirlerim için övgüler, ödüller beklerdim. Elli yıldır şiirle, öyküyle, günlükle, romanla, çeviri ve incelemelerle edebiyatın içindeyim. Bugün şunu öğrendim: Şiir şaire verilmiş bir ödüldür.  Bu ödülü iyi değerlendirmek için koynuma sözcük, dize almadan yatmıyorum. Şiire zaman ayırmıyorum, şiirden arta kalan zamanda başka şeyler yapıyorum. Yani ömrümü şiire verdim ama yetmiyor, yetmez!

Şiiri tanıdıkça yazma biçimleri de değişiyor. Otururken, müzik dinlerken, film izlerken aklıma, dilime dolanan bir dizeyi yanımdaki bir şeye (gazete kenarı, peçete, fiş) kaydediyorum. İçeriğine göre o bende ilmek ilmek genişlemeyi sürdürüyor, yani iç yazılım… Bu anlarda sessizce içimi dinliyorum. Yazma olanağım varsa hemen kalkıp yazmaya başlıyorum, yoksa ana dizeleri tekrarlayarak aklımda tutmaya çalışıyorum. Şiirim daha çok doğa ve sokaktaki-çevremdeki yaşamlardan kaynaklandığı için günlük yürüyüşler beni besliyor. Şiirimin görsel yanını filmlerin, resimlerin tamamladığını söyleyebilirim. Örneğin. ‘Kırmızı Firari’yi bir Kızılderili filmini izlerken yazmıştım. Genç bir Apaçi ahırdan kırmızı bir at çalıyordu ve ben “Bir görüntüden at çalmış kırmızı firariyim” diye başlamıştım. “Delibal”ı bir türküden “Balıklar da suya hasret/ Arı iniler bal içinde” diyen Alevi türküsünden esinlenerek yazmıştım. “E 5 Yolunda Dul Gece” yi Marmara Ereğlisi’nde otoyola yakın olan yazlığımın balkonunda bir yaz gecesi yazmıştım. Hayatı anlatmam, varlığımı kanıtlamam için bana verilen şiir yazma yetisini, yine hayata armağan etmek için insanların arasında, doğanın ortasında, zamanın içinde yaşıyorum. Ne ölümlere gözlerim kapalı ne de aşklara… Gördüklerim düş ve gerçek karışımı dizelerde…

Bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. Sanırım 5.kitabımın çıktığı yıllardı. Annemle aynı apartmanda karşılıklı oturuyoruz. Etkinliklere gidişime hâlâ bir anlam veremiyor. ‘Senden başka kimse bir yere gitmiyor’ diyor ve artık anlatmaktan vazgeçtim. Çünkü ‘şair-yazar kadın’ kavramı yok. Bir ikindi vakti daktilonun başında imge kovalıyorum. Bir yandan da yazıyı bölmesin diye içimden ‘Tanrım n’olur kimse gelmesin, telefon zil çalmasın’ diye dua ediyorum. Tanrı duymamış olacak ki zil çaldı, annem… ‘Ne istiyorsan al, bana bir şey söyleme, çok işim var anne’ diyerek yeniden hızla daktilonun başına geçtim. Bunu dememişim gibi, geldi, oturduğum sandalyenin arkasında durarak “Hııımmm, şiir mi yazıyorsun. Kızım, kızım bu ıvır zıvır işleri bırak da şu perdelerini yıka, sanki biraz sararmışlar…”

Evli olduğum yıllarda eşim anneme bir defasında “Şiir yazdığı için eve bakmıyor” demişti. Her zaman söylemlerinde şiiri suçlu çıkaracağı, gerekçeler arayacağı belliydi. O günden sonra işten geliş saatlerine yakın en az iki üç yemekli masa, servise hazır beklemeye başladı. Çamaşırlar ütülü, ev düzenli… Bir söyleşimde “Şiire zeval gelmesin diye, dört dörtlük ev kadını oldum” demiştim. Benzer eleştirileri çevredeki herkes yapmaya çalışıyor. “Haa, ünlendi pasaklı. Evi kir içinde, iyi bir anne-eş değil” karalama ve geri çekme çabaları eminim benden önceki kuşaklarda çok kadının yazmasını engellemiştir. Bunu fark edince bir söyleşimde “İlkin kendimi özgürleştirdim sonra şiirimin kadınlarını” dedim. En yakınlarınızdan başlayan, kadını tel örgüler içinde bırakan çok neden var çünkü. Bugün bile beyinsel, düşsel olarak kadının çok özgür olduğunu düşünmüyorum.

Şair incelemeleri yaparken benden önceki kadınların şiirlerinde aşklarından, sevdiği erkeklerden söz etmemeleri, onları görünür kılmamaları beni çok etkilemişti. Oysa erkekler için şiirin en gözde nesnesiydi Müjganlar, Güzinler, Melahatler, Ayşemayşeler… Bunu düşününce tepki olsun diye “Seni Seviyorum Ahmet” şiirini yazdım. Şiir içerik olarak kadındaki şefkat duygusuyla birlikte erkeğine duygularını anlatıyor… Bugüne değin ‘Ahmet’in kim olduğunu sormayan kalmadı. Soranların içlerinden (Niye ben değilim) dediğini duyar gibi oluyorum. Demem şu: Erkeğe dair bir ad bile, şair kadınların kimliğini bulandırmaya yetiyor. Bunca şiir yazılırken, hâlâ kadınlara şiir kahramanı erkek bile neredeyse yasaklı!

Şiiri nasıl yazdığımı mı sormuştunuz? İşte böyle…

(Bu başlığın oluşturulmasında F. Hüsnü Dağlarca’nın “Yapıtlarımla Konuşmalarım”ı etkili olmuştur.)

Kitaplar da anılar gibi. Hiç umulmadık anda bir dize, bir şiir pat diye çıkıp geliyor. Ya da bir nedenle kitapları karıştırırken “Aaaa, bunu ne zaman yazmıştım” diye soruyorsunuz. Şiirler sıcakken size yakın. Dilinizde, teninizde, yüreğinizde… Ama kitaplaştıktan sonra, özellikle de yayından birkaç yıl sonra o şiirlere uzaklık başlıyor. Zaman arayı soğutuyor. Ürüne yabancılaşma dediğimiz de bu olsa gerek.

Zaman zaman kitaplarımı karıştırır, ara ara okurum. Çünkü kendisini tekrar eden birçok şair tanıdım. Başlıklar farklı, şiir aynı… Her şair şiirlerinin gidiş çizgisini izlemeli, yeni temalar, biçimler aramalı bence. Şiirimizde bunu en iyi yapanlardan biri F.H.Dağlarca’ydı. Her kitapta, her döneminde yeni şeyler söylemeyi başarmış bir şiir dağıdır O. Dilde, biçemde, temada el atmadığı, denemediği şiir kalmamıştır. Bence bunu sık sık kendi şiiri üzerine düşünmeye borçludur.

Ben de aynı izlekte yürüdüğümü sanıyorum. Hem çağdaş şiirimizin ustalarını inceleyerek hem de şiir çizgimi gözlemleyerek her kitapta farklı bir şey yapmaya çalıştım. “Kadın Burcu”nda, bugüne değin kadın bedenine ilişkin (doğum, kürtaj, düşük, dulluk, tecavüz, ergenlik…) yazılmamış temaları işledim. “Gece Islıkları”nda bir otogar biletçisinin gözünden gelen yolcuları şiirleştirdim, “Bir Uzun Gökyüzü” nde şairlik ile bazı zanaaatları (bahçıvan, berber, terzi, mezarcı, duvarcı, marangoz…) karşılaştırıp yakınlaştırdım. Bir bölümünde de ustası olmayan şeyleri (dağ, deniz, fırtına, ölüm, zaman, ova…) söylettim. Bence üç kitap da kendimle hesaplaşmalardan, yazılanlar hakkında düşünmelerden ortaya çıktı. Bunların yazılmasında da şiirimin olgunlaşmasında da Almancadan çevirilerimin, şair incelemelerimin çok yararlı olduğunu söylemeliyim. Şiir ulu bir dağ, ya da uçsuz bir deniz. Tamamını (yerli- evrensel şiir) görmedikçe, yazdıklarımızın ölçümünü yapamayız. Başka şairleri okumak, kendi şiirimizi tanımaktır.

Bebekler nasıl ki annesiz büyümüyorlarsa, kitaplarımız da şairin ona yeniden yeniden emek çekmesiyle yaşıyor. Yani durmadan yazdıklarıyla konuşup sohbet etmekle…Yıllar sonra ilk kitaplar okunduğunda fazlalıklar, eksiklikler hemen sırıtıyor. ‘Ben seni niye böyle yazmışım’ ya da ‘Keşke seni şöyle yazsaydım” diyoruz. Bu konuşmalar yazacaklarımızı da bir bakıma hatalardan koruyor.

Bugün çoğunlukla, kimsenin kendisi için ‘bu olmamış’ dediğini düşünmüyorum. Çünkü gruplar yazıyor, yayınlıyor, ödüllendiriyor… Bakıyorsunuz şiir deryasındayız! “Kimselerin vakti yok” yazdıklarıyla söyleşmeye….   

 

     

 

 

 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

YÜREĞİR BELEDİYESİ OKULLARI YENİ DÖNEME HAZIRLIYOR

ÇOCUĞUNUZU 8 ADIMDA OKULA HAZIRLAYIN!

Birinci Sınıfa Başlayan Çocukların Okula Uyum Sürecinde Neler Yapılmalı?

BİLGİ EVLERİNE DEVAM EDEN 266 ÖĞRENCİ ÜNİVERSİTEYE YERLEŞTİ

Sınavlara Hazırlıkta Kayıt Dışı Kurumlara Dikkat!

ÇGC'DEN İL MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜNE ZİYARET

TEV'İN 2023-24 EĞİTİM YILI BURSLARI İÇİN BAŞVURU TARİHLERİ BELLİ OLDU!

SANKO Holding’den afete dirençli şehirler için tasarım kültürüne destek

LABEB, LAİK VE BİLİMSEL EĞİTİMİ SAVUNMAK İÇİN BİR ARAYA GELİYOR

CEGEM’den büyük başarı

SANKO ÜNİVERSİTESİNDE YÜZDE 100 DOLULUK ORANI SAĞLANDI

EĞİTİM-SEN'DEN BAKAN TEKİN'E ELEŞTİRİ

Yakın Doğu Üniversitesi Yapay Zeka geliştirdi

Uzm.Eğitim Danışmanı Gülbenk: “Depremzede Çocuklarla İletişim Özveri Gerektiriyor”

Adana Gençlik Merkezi’nde Permakültür Tarım etkinliği

Prof. Dr. Arıboğan:“Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler en parlak döneminde”

BİRİZ DAYANIŞMA DERNEĞİ,DEPREMZEDELERE YÖNELİK YAZ OKULLARI VE ATÖLYE ETKİNLİKLERİ BAŞLATTI

Tercihlerini ‘son dakikaya’ bırakan üniversite adaylarına öneriler

Antakyalı çocuklara bisiklet hediye edildi

"Yeni dünya, ‘çevreye duyarlı mühendis’ler istiyor!"

Prof. Dr. Süleyman İrvan:“İletişimin popüler meslekleri etkileyicilik ve deneyimleyicilik”

  • BIST 100

    9670,53%0,26
  • DOLAR

    32,52% -0,08
  • EURO

    34,78% -0,23
  • GRAM ALTIN

    2421,67% -0,33
  • Ç. ALTIN

    3982,08% -0,92
  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false
  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false