Öykü: Sevgi ECEVİT
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 20.01.2022 14:24:00 1360 0

Öykü: Sevgi ECEVİT

KOKU

Akdenizin kıyısında bulunan şehrin sokağında hafif bir yasemin kokusu efil efil dolaşarak, geçmişin izlerini arar gibiydi.

Sokaktan üç tekerlekli bisikletle hızla geçen yaşlı gazete dağıtıcısı:

"Höriyet geldi, Höriyeettt!" diye bağırıyordu.

Kaldırımsız sokağın bir ucu dikine giden yolla buluşuyor, öbür ucu ise uçsuz bucaksız portakal bahçeleriyle sınırlanıyordu.

Kenarında çitler olan bu bahçenin uzantısı alabildiğine ağaçlarla devam ediyor, epeyce uzaklarda hurma ağaçları önde boy gösteriyor arkasında Rıza Bey'in üstü dam olan beyaz evi fark ediliyordu.

Fesleğene dokundum, parmak uçlarımla sağa sola sallayıp karıştırdım. Mis gibi bir koku yayıldı havaya. Yaseminle fesleğen kokusu birbirine karıştığında masmavi gökyüzü güneşin ilk ışıklarıyla gülümsüyordu.

Damlarda cibinlikler içinde uyuyan sokağın sakinleri derin uykusundan uyanıyor, merdivenden aşağıya inip avludaki çeşmede yüzünü yıkıyordu.

Komşumuz Dursun Teyze avluya çıkarttığı gaz ocağında biber salçasını yağla buluşturunca yeni bir koku havaya karışmış bir süre sokağı dolaşarak kaybolup gitmişti...

Rüzgar estikçe karşı komşunun avlusundaki çamaşır kokusu bizim dama kadar geliyor sonra yok oluyordu...

Karşı komşumuz epeyce yaşlı bir kadıncağızdı. Biz ona "nene" diyorduk, tabii kocasına da "dede" . Nene her hafta Rıza Bey'in çitinden çıkarken bir çamaşır bohçasıyla eve gelirdi. Bohçadaki çamaşırları yıkar, sakız gibi olan bembeyaz çarşafları asar, kurutur, katlardı. Daha sonra bohçaladığı temiz çamaşırları çitten geçerek Rıza Bey'in evine geri götürürdü. Dönüşte küçük bir çıkınla evine gelir içindeki bulguru, yağı, şekeri, çayı çıkarır tel dolaba yerleştirirdi.

Rıza Bey'i hiç görmemiştim. Kimdir, neyin nesidir bilmiyordum. Bildiğim tek şey öbür ucunu göremediğim kocaman bir portakal bahçesi olduğu ve bahçenin tam ortasında da ancak evimizin damından görebildiğim büyük beyaz bir evde yaşadığıydı.

Rıza Bey'in bahçesinin çite yakın bölümüne her yıl şeker kamışı dikilirdi. Söküm zamanı geldiğinde kamışların çite yakın olanları bize uzatılır, ağzımıza aldığımızda şeker tadını alır ve daha da tadına varabilmek için içimize doğru çekerdik. Boğumlarından ayırdığımız kamışı yarıya kadar ortasından ikiye böler “şakşak” yapardık. Bazen arkadaşlarla çitten geçer portakal ağaçları arasında saklambaç oynardık.  Ama ben ağaçların dallarına atılıp sallanmayı, sonrada dalların üstünden gövdemi dolandırıp aşağıya atlamaya bayılırdım. Bunu defalarca yapardım. Çitin kenarındaki yabani dut ağaçlarının yapraklarından düdük yapar en iyi sesi çıkarmaya çalışırdım. Okullar tatil olmadan önce öğretmenimin verdiği ipek böceklerim için topladığım taze dut yapraklarını midelerine indirişlerini seyrederken onları doyurmanın huzuruyla günü bitirir, ertesi günü yine dut yaprağı toplamak için çitin kenarını dolanırdım.

Yeni bir koku daha...

Yağda yumurta kokusu. Koku aşağıdan geliyor, havada dolanıyor ama gitmiyor. Annem yumurta mı pişiriyor ne?

Evimiz tek katlı o zamanlar. Yazları damda yatıyoruz. Sineklerden korunmak için her akşam cibinliği kuruyor sabah tekrar kaldırıyoruz. Geceleri dama kadar çıkmış olan saat çiçeğinin sarmaladığı talvarın altında yatıyoruz. Çiçekleri üzerinde her sabah arılar vızır vızır dolaşıp bal topluyor. Saat çiçeğinden bir tane koparıp ortasındaki balı bir arının ustalığıyla içime çekiyorum. Ağzımın içi şeker tadında artık.

Damdan aşağıya tahta merdivenden inip, arka bahçeden dolanıp eve giriyorum.

Evet, yanılmamışım, annem mutfakta yağda yumurta pişirmiş.

-Elini yüzünü yıka da kardeşlerini çağır, kahvaltı hazır.

Bahçedeki çeşmede elimi yüzümü yıkıyorum. Güvercinlere ve tavuklara yemlerini verdikten sonra dama çıkıp kardeşlerimi kaldırıyorum. O zamanlar üç kardeşiz. Henüz üç buçuk yaşında olan oğlan kardeşime merdivenden inerken yardım ediyorum. Onun da elini yüzünü yıkıyorum arka bahçemizde. Kız kardeşim kendi yüzünü yıkayabiliyor.

Nedense bu sabah babam evde yok. Annem "babanız köye gitti" diyor ve babamsız kahvaltımızı yapıyoruz.

Babam iki gün sonra köyden döndüğünde yanında küçük bir kuzu ile geldi. Göz çevresinde siyah hareleri olan sevimli minik şirin bir kuzu. Adını "Şirin" koyduk. Arka bahçemizde sabahtan akşama Şirin aşağı, Şirin yukarı hep onunla zamanımızı geçiriyoruz. Bahçemizde koşturup duruyoruz, meledikçe yemini suyunu veriyoruz. Otu çok seviyor Şirin. Derken birkaç gün içinde bahçemizin otlarını bitiriyor. Rıza Bey'in bahçesindeki otlardan toplayıp getiriyoruz kardeşimle ama yine çabucak bitiriyor otları Şirin Hanım.

Sonra karar veriyoruz Şirin'i Rıza Bey'in bahçesine götürmeye, annem de “olur” diyor. Biz her gün Şirin'i düzenli olarak götürüyoruz otlatmaya.

Yine otlatmaya götürdüğümüz bir gün üst sokakta oturan okuldan tanıdığım arkadaşımız Songül de bize katılıyor. Beraber ağaçların arasında saklambaç oynuyoruz. Dallara asılıp takla atmaya çalışıyoruz. Ağacın dallarından aşağıya bakarken yoğurt çiçekleri gözüme takılıyor. "Bunlardan giderken anneme götürelim mi?" diyorum kız kardeşime.

Songül:

-Bu çiçeklerin kökünden salep yapılıyormuş.

-Salep ne?

-Hastalıklara faydalıymış, kökleri dövülüp sıcak sütle içiliyormuş.

-Toplayalım o zaman.

Kardeşim, Songül ve ben toplamak için çiçeğin köküne doğru asılıyoruz, kopuyor. Çubuk gibi bir şeyler arıyoruz. Elimize aldığımız çöplerle çiçeğin dibini eşeleyip kökünü çıkarıyoruz. Kökü soğan gibi, toprak kokusu ağır bastığından kokusunu alamıyorum. Bu işe gülüşüp şakalaşarak devam ediyoruz. Epeyce toplamışız ama keyifle toplamaya devam ediyoruz biz yine.

"Burada ne arıyorsunuz!? " diye bir ses bizi yerimizden sıçratıyor, irkiliyoruz. Babam... Hava kararmak üzere birden fark ediyorum.

Babam oradan bulduğu çırpıyı sırtımıza yapıştırıyor.

- Koyun bile evin yolunu biliyor. Siz niye buradasınız hâlâ? Şirin'i gözlerimle arıyorum, yok...

Koşarak babamdan önce eve varıyoruz aklımda Şirin Hanım, bahçede söğüdün altında, bizi görünce meliyor. Şaşkınlıkla bakıyorum sırtımın acısını unutup "Demek koyunlar evin yolunu biliyor ha!"

Ertesi gün arka bahçemizden gelen sese uyanıyorum. Havada sıcak ekmek kokusu var. Damdan aşağıya iniyorum. Annem komşularla beraber bahçemizdeki söğüt ağacının altına sacı-senidi kurmuş sıkma, börek yapıyor. Annem:

-Çayı ocağa koy.

Bahçeden eve geçerken aklıma birden Şirin geliyor. Gözümle aranıyorum ama göremiyorum. Anneme soruyorum.

-Şirin nerede?

-Baban köye geri götürdü.

Nasıl olur? Şirin'i babam niye geri götürür? Akşam babam geri döndüğünde yanında Şirin yok. Babama soruyorum "Şirin nerede?" Babam:

-Kızım köyde otlar çok, kurban bayramına kadar orada kalacak.

Kızıyorum babama, kesilmesine gönlüm razı değil. İçimden yemyeşil çayırlarda koşarak dolaştığını hayal ediyorum kendimi ikna etmek için. Akşam olup, hava kararınca, cırcır böceklerinin sesi sokağın sesini bastırıyor. Ahenk içinde gökyüzündeki samanyolunun ışıltılarını seyre dalıyorum damdaki kanepede. Sonra Şirin'i düşünüyorum... "Evin yolunu bulmuştu, belki köyden de eve geri döner" diyorum içimden ama bir daha dönmüyor.

Kurban Bayramı yaklaşıyorken babam Şirin'i almak için köye gittiğinde "Otlatırken kayboldu" demişler.

-Evin yolunu kuzuyken bilen, koyunken nasıl bilmez baba? Babam susuyor...

Havada kan, çiğ et ve mangal kokusu var...

Babam yeniden kurbanlık bir koyun almış, arife günü akşamı getirdiler. Sabah olunca bayram namazından sonra kesilecek olan koyunu karanlıkta göremiyorum. Ertesi gün kesim işi bitene kadar damda duruyorum, bakmaya dayanamıyorum çünkü. Annem damdaki ocağın başında ateşi yaktıktan sonra, kıpkırmızı kömürle, ızgaradaki eti buluşturuyor.  Hazırlanmış olan sofranın etrafında toplanıyoruz. Pişmiş et kokusu beni kendine çekince dayanamıyorum, sofradaki yerimi alıyorum herkes gibi. Kesilen kurban etini, salatayı, yufka ekmekle dürüm yapıp bir güzel yiyorum. Yemekten sonra damdan aşağıya iniyorum. Bahçeden geçerken söğüdün altında kesilen kurban başının bana bakan gözleri gözüme takılıyor. Göz çevresindeki siyah hareleri fark edince donup kalıyorum. Kendimi iyi hissetmiyorum. Başım dönüyor, midem bulanıyor ve uzun bir süre etli hiçbir yemeği ağzıma koymuyorum...

Bir kahve yapıyorum kendime...

Kahvenin kavrulmuş kokusu yavaş yavaş yayılırken geçmişin izlerinden bugüne,  Rıza Bey'in uçsuz bucaksız portakal bahçeleri yerini çoktan beton evlerin sokaklarına ve tanımadığım insanların anılarına teslim etmişti oysaki...

Ve!

Kahvemi son kez yudumlarken havada bir hüzün kokusu, ağzımda orta şekerli kavrulmuş bir tat, burnumda portakal çiçeği kokusu kalıyor sadece geride bıraktığım portakal ağacının dalında sallanan mutlu çocuktan...

 

(Bu öykü Ankara 78’liler Girişimi Sanat Edebiyat Birimi çatısı altında gerçekleştirilen “Kolektif Yaratıcı Yazarlık Atölyesi” kapsamında yazılmış ve yayımlanmaya değer görülmüştür.)

 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9693,46%1,77
  • DOLAR

    32,58% 0,35
  • EURO

    34,75% 0,10
  • GRAM ALTIN

    2507,64% 0,95
  • Ç. ALTIN

    4181,01% 0,22
  • Cumartesi 24.8 ° / 13.8 ° false
  • Pazar 25.4 ° / 14.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 25.6 ° / 13 ° Güneşli