Tarih: 07.06.2017 17:19

MONŞER DEDİKLERİ DİPLOMATLARIMIZI ÖZLEMEK?

Facebook Twitter Linked-in

Önce Dışişleri Bakanlığı´nın kadroları ?monşerler´ olarak aşağılandı, ürkeklikle hatta beceriksizlikle suçlandı.  Dünya lideri bir ülke olma hedefleri doğrultusunda Osmanlı´nın varisi olarak bölgenin sahibi haline gelme hayallerine kapılındı. Stratejik derinliklere dalarak komşularla sıfır sorun noktasına gelme palavraları ile Türkiye Cumhuriyetinin dünyada yerleşmiş saygınlığı riske atıldı.

Bununla kalınmadı, Türk devletinin ulusal çıkarlarını ve güvenliğini koruyup kollamada siyasal kadrolara yön verme amacı ile kurgulanan bir anayasal kurumun fiilen devre dışı kalması için ne gerekiyorsa yapıldı.  Avrupa Birliğine tüm ulusal egemenlik kaygılarını ve ülkenin kırmızı çizgilerini silip atarak teslim olmanın telaşı ve heyecanı yaşanan dönemde Milli Güvenlik Kurulu´nun içi de bir vesayet kurumu olarak damgalanarak boşaltıldı. Sivilleşme maskesi altında işleyişlerinin hedefleri de sonuçları da siyasi iktidarın insafına terk edildi.

Bu tablo içerisinde 15 yıllık AKP iktidarının Türkiye´yi nasıl bir savaş bataklığına ve hem dünyada hem de bölgesinde ne derece itibarsızlığa mahkum etmiş olmasının şifreleri tanımak olası. O ?monşer´ denilerek küçümsenen cefakar ve ulusal çıkarlara bağlı kadrolar etkin yerlerde bulunuyor olsalardı, örneğin Kıbrıs Davamız bugün olduğu haliyle yerlerde sürünmezdi. ?Çözümsüzlük çözüm değildir,? denilerek girişilen müzakereler sonucunda bugün neredeyse tüm kırmızı  çizgilerden vazgeçilmek üzere olunan bir Cenevre Konferansının eşiğine gelinmezdi.

Ya da daha çok göze çarpan ve kaygılar yaratmakta olan bir yaşamsal konuda,  Suriye Bataklığına düşülmesine Milli Güvenlik Kurulu´nun eski kompozisyonu mutlaka karşı çıkar, siyasal iktidarı uyarırdı. Şam´da 15 gün içerisinde namaz kılma hevesine kapılınmaz, 6 yıldır süren bir iç savaşta yüzbinlerce insanın öldüğü, milyonlarca yabancı unsurun ülkemize sığındığı insanlık dışı gelişmelerin sorumlu taraflarından birisi haline gelinmezdi.

Suriye Bataklığı´nın yarattığı asıl büyük tehdit, ?Esed´ denilerek  dalga geçilen bir ülke yöneticisinin ülkemize ve kendi halkına vereceği zararlardan çok öteye geçmiştir. IŞİD bu iç savaşın sonucudur, IŞİD bahanesi ile yaratılmakta olan Kuzey Suriye Kürt bölgesinin bugün yarın kendi sınırlarımız içine sarkan bir ayrışma potansiyeli taşıyor olması gibi.

Rusya´nın,  o göklere yerlere sığdırılmayan Osmanlı döneminde en büyük tehdit oluşturmuş bulunan yüzlerce yıllık  ?moskofluğunun´  hemen Güneyimize yerleşmiş olması da Suriye İç Savaşının bir başka ölümcül sonucudur. Tıpkı ABD´nin ve NATO´nun, ulusal birliğimize ve hatta varlığımıza tehdit oluşturan PKK ve uzantılarının koruyucusu hatta müttefiki olarak Suriye´de yerleşip kalma hesapları gibi.

Milli Güvenlik Kurulu´nun o ?vesayet dayatıyor´ denildiği dönemlerde en duyarlı olduğu konu ?laiklik´ idi anımsanırsa? Özellikle iç politika gelişmelerinde laiklik karşıtı gelişmeler gündeminden düşmez, irticai faaliyetler olarak adlandırılan hareketlere karşı alınacak önlemler görüşülür, tavsiye kararları olarak hükümete sunulurdu. Anlayana, bu duyarlılık Türkiye´nin toplumsal, siyasal yaşamında ?din´ kılıfına sokulmuş girişimlerin her zaman ulusal varlığa tehdit oluşturacağı kaygılarından doğmakta idi. MGK faktörü bu bağlamda ortadan kaldırıldıktan sonra, ülkenin ve yaşamın nerelere getirilmiş olduğu konusu bir yana, çok önemli bir tehdit dış güvenlik alanlarında boy verdi geçtiğimiz 15 yıl içerisinde. Dış politika, mezhep ayrımına varana dek akıl ve mantık dışı kalıplara göre yürütülmeye başlandı. Suriye´deki iç savaşta taraf olma nedenleri arasında bu faktör rol oynadı, IŞİD´in zuhuruna varan adımların atılmasında da Sunni yapılanmalara güç kazandırma hesapları öne çıktı. Müslüman ülkelerin kategorize edilmesi, buna göre mezhepsel tavırlar takınılması dış politikamızın çerçevesini oluşturmaya başladı. Ama olay hiçbir zaman beklenen o düşsel yararları bile sağlamadı.

Katar sorununa geliyoruz elbette. Katar Müslüman ülke ama Arap ülkelerinin kendi çıkarları ve mezhepsel yaklaşımlarının ayrımına ve dozajına göre ?kara koyun´ olarak ilan edilmiş durumda. Radikal İslamcılıkla ve İran´la flört etmekle suçlanıyor. Açık açık terörist bir ülke olarak görülüyor. Ama Türkiye bu ülkeye kimi ekonomik hesaplarla kimi kişisel ve siyasal kaygılarla fazlaca bağlanmış durumda. Gerçi IŞİD´in doğuşundan ve güçlenip donatılmasından sorumlu olanlar arasında sayılıyor ama bu suçlamaları yapan Suudi Arabistan´ın başlangıçta aynı faaliyetlerin içinde  bulunduğu söyleniyor. Trump´un son Suudi Arabistan gezisinin sonucu olarak Suudi´lerin tavır değiştirdiği anlaşılıyor. Katar´ın İhvan´cı yaklaşımının cezalandırılması gündeme geliyor.

Türkiye ikilem karşısında. Hem de yaşamsal boyutlarda. O dinsel parametreler şaşmış bulunuyor. Yetkili ağızlarımız Katar´ın düştüğü durumdan üzüntü duyduklarını ilan ediyorlar. Hele Katar´ın  terörist ülke olarak ilan edilmesini içlerine sindiremiyorlar.

Ne mi çıkıyor ortaya? O monşer diye dalga geçilen diplomatlarımızın korumaya çalıştıkları ulusal politikadaki tutarlılığın;  ?vesayetçi organ´ olarak etkisizleştirilen Milli Güvenlik Kurulu´nun artık hayal olan, ?laiklik ilkesinin? önemini ortaya koyan ve izlenirse mezhepçi maceralara olanak tanımayan  tavsiyelerinin önemi. Bir de oradan oraya savrulup, bırakınız stratejik derinliği filan,  daha sığ sularda iken boğulma noktasına gelen politikaların iflası?

Güçlü, saygın ve ulusal çıkar temelli geleneksel dış politikalarımızın darmadağın edilmesine, Arap şeyhlerinin sinsi hesaplaşmalarına ve de Batı Emperyalizminin kanlı ellerine terk edilmesine dur demenin zamanı gelmiş olmalı.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —