Cumali KARATAŞ


YÜZYILIN AĞIDI SARIKAMIŞ-8


***ANILARDAKİ GELENEKSEL-KÜLTÜREL İZLER***                                                                                                                                                                                                                                                              Cumali Karataş

*BİR RÜYÂ:     

            Askeri anlamda geleneklerimiz hiç unutulmaz. Mektubun, haberin ulaşmadığı asker ocaklarına gidişlerde ısırılan simitler naylon muşambalara sarılarak evlerin duvarlarında korumaya alınırdı. Böyle bir geleneğimiz de vardı.

            Rüyalarda bundan çok uzakta değil kuşkusuz?

            Birebir yaşanmışlıklar adına rüyaların çok önemli mesajlar verdiğine inanan insanlar olarak, kötü bir rüya gören birine, anlatmaması, suya anlatması yolunda uyarılır. Sonuç her ne kadar pek değişmese de, adına ister gelenek, ister hurafe ne derseniz deyin bu böyle biraz. Kültürümüzde, geleneğimizde de var bu. Ziya Bey de bu olayı yaşıyor? Kötü bir rüya gördüğünde, anlatmak isteyince, eşi rüyasını anlatmasını istemiyor; ?Git çeşmeye söyle, su alsın götürsün? gibisinden bildik gelen bir öneride bulunuyor. (s.33) Savaşa gitmek için helâlleştiğinde ise arkasından sular dökülüyor, dualar ediliyor. (s.37)

            Zileli Ahmet Usta da, ?Cuma günü yola çıkmayı iyi saymazlar. Allah hakkımızda hayırlısını  versin.? diyor.

            Tuğgeneral Ziya Yergök, gezip gördüğü yerlerdeki çeşitli gözlemlerini Evliya Çelebi gibi anlatır. Kırgızların göçebe yaşamını betimleyip, kıyafet, eğitim ve  inançlarına değinir. Köylere varana kadar betimlemeler, sosyo/ekonomik değiniler, yaşam tarzları, anlatımdaki deyimsel ifadeler. Yerleşim yerlerinin coğrafi, mimari, kentsellik, demografik, din ve ahlak yapısına kadar irdeler. Tarihi, antik, dil, eğitim, sosyal-ekonomi ve kültür ve yöresel özellikli gözlemlerine yer verir.     Rusların, Tatarların, yaşamlarını inceler, yansıtır, Rus askerlerin talimlerini. Esir kampında eksi 20 ila 60 arasındaki Sibirya´yı, suyunu, lağımlarını, çevreciliğini, yazın olan kasırgalarını anlatır. Rus demiryollarının istasyonlarını özellikleriyle belirtir. Rus hamam yapısı ve detaylarını, yemek, yaşam biçimleriyle köyü, şehri,  coğrafi yapıyı,  evleri, evlerin içini hayvanları,  gelenek ve göreneklerini bölgeyi, anlatır.(s.137)

            O zamanlar 7 ya da 9 üniversite bulunan Rusya´da (s.172) Türk kökenli olanlara şiddetli bir ayrımcılık yapıldığını öğrenir.

            Köy kadar Krasnivodsk´ta içme suyu olmadığını, içme suyunun deniz suyundan kaynatılarak elde edilen buhardan damıtıldığını, Hazar denizinden su içen atları görüp şaşıran yazar, hayvanların deniz suyunu içmeye alıştırıldığını da belirtir. Bir de çuval ile süt satma gibi ilginç bir mesele de var? Sibirya soğuğunda dondurulan sütü satacakları zaman parçalayıp çuvallara dolduruyorlar.                                                     

            Ziya Bey´in, esir kampındayken yaptığı süzme yoğurtu, yoğurt yapmasını bilmeyen Avrupalılar ve Ruslara ikram edip beğeni alması da var bir de. (s.166)

            Bizim saraylar gibi belki 100 kadar sarayı olan Bakû´nün gördüğü şehirler içerisinde en iyisi olduğunu belirtiyor yazar. Sabunun bile petrolden yapıldığı bu şehrin en büyük kusurunun sürekli petrol kokusu gelmesi olduğuna değinirken; Bakû´nün en güzel yerindeki saray gibi güzel bir binanın çevresini 5-6 cm genişliğinde çevreleyen yaldızlı bir yazıda Hz. Ali´nin:?Çocuklarınızı sizin yetiştirdiğiniz zamana göre eğitip yetiştirmeyin. Onları bulundukları döneme göre yetiştirin.? vecizi bulunduğunu ekliyor.  (s.246)                                                 

            Yazarın, Semerkant ile ilgili olarak verdiği insancıl ve sosyo/ekonomik yönlü ilginç bilgiler de var? Bizde ?Buhara derisi? diye ünlenen, dünyanın en meşhur kürkü olan astraganın Buhara, Semerkant, Merv ve Aşkabat´ta yetişen aynı kalitedeki kuzulardan elde edildiğini belirtirken, bu kürkün hep aynı kalitede olmasının, kuzu anasından doğar doğmaz onu anasına yalatmadan alıp, öldürerek dersinin yüzülmesiyle elde edilmesi ilkelliğinden de söz ediyor. Tabii bu ara yazar, memur olamayanların kavuk kullanamadığını, memuriyetin yüksekliğinin kavuğun büyüklüğüyle orantılı olduğunu, Buhara´nın, zamanında ilim, irfan yuvası, şimdi ise kara cehalet ve taassup yuvası olduğunu vurguluyor. (s.243)

            Bir de, Babilere hükmeden Bahaullah adlı bir adamın kendisini son peygamber ilân ettikten sonra, Padişah Abdullaziz tarafından Akkâ´ya sürülüp orda öldüğü bilgisi var. (s.243)

            Ayrıca, bir diğer vurgulamada, İstanbul´dan Ali Kemal adlı bir genç Türkistan´a gelip, öğretmen okulu açmış ama sonunda geometri, modern dersler gösterdiği için Damolla´ya şikâyetle hapse atıldığı da kitapta yer alıyor. (s.200)

            Bu cehaleti doğruluyor Ziya Yergök´ün gözlemleri? Çin Türkistan´ında 12 gün yol yürüdükleri halde bir gazeteye, bir cetvel tahtasına ve kültür işlerine ait herhangi bir eşyaya rastlamadıklarını belirtiyor hayretle. Türkistan´da Damollaların hem hâkim, hem hekim, hem mühendis, hem belediye reisi olduklarını da sözlerine ekliyor.

            Tuğgeneral Ziya Yergök, 1800 sayfa tutan anılarında coğrafi ve doğa olgusuna da yer verirken, bir anlamda da  dönemin Türk subayının ne kadar donanımlı ve duyarlı olduğunun adeta altını çiziyor. 2.000-2.500 metre yüksekliğe kadar ağaçlık ve ormanlık olduğu halde daha yukarılarının çıplak ve bol otlu olmasını, ?Bu durum soğuktan ileri geliyor diyemem. Çünkü Sibirya daha soğuk olduğu halde orası çam ve kayın ormanlarıyla kaplıdır. Her hâlde yüksek rakımlı yerlerde ağaç yetişmiyor.? diye de bir kanıyla bağlıyor. (s.112)

            *BOLŞEVİKLİK MESELESİ:

             En son, Pişpek´te 8 ay kaldıklarına da (s.254) değindikten sonra, trenle Bakû´den Akstafa istasyonun yanındaki sınırı oluşturan Kür nehrine, Rus-Gürcü sınırına gelip karşıya geçişlerini anlatıyor? Gürcü sınırından, işlemler değiştiği gerekçesiyle sabah 09..´dan önce içeri alınmayacağını söylüyor görevliler. Eşyaları omzunda ve sırtında olan esir Ziya Bey ve arkadaşları sınırdan içeri alınmadığında, perişan hallerini gören Rus muhafızları köprüde iki ateş arasında kalabilme olasılığını göz önüne alarak, içerideki su kenarına aldıklarında, orda bir gece kalırlar. Gün doğmadan da kalkarak, kirli elbiselerini nehir suyunda yıkayıp, kayalara sererek kuruturlar. O sırada Yusuf Kemal ile birlikte tabur imamı iken cephede vaaz ve nasihatte bulunarak askerimizin yanına cepheye gönderilmesine kızarak Rus tarafına geçen Abdurrahman Hoca gelirler. Yusuf Kemal´ın, Nuri Bey´i alıp götürmesi üzerine onu geri almak için çaba gösteren Ziya Bey´i de tutuklayarak vagona hapsederler. Ertesi gün de Bakû´ya geri götürürler. Sonunda, esir olup, Türkistan yoluyla Türkiye´ye döndüklerine inanarak, haklarında iyi şeyler söylemesini istedikleri Mustafa Suphi de iyi şeyler söyleyince serbest kalarak, yeniden Gürcistan üzerinden Türkiye´ye geçiş yaparlar.

            Bu ara, Bakûda kaldığı sırada ?Türkiye´nin Lenin´i olma sevdasındaki? diye tanımladığı Mustafa Suphi ile maskeli Bolşevik denilen Mehmet Emin ve ayarttıkları birçok esirin Bakû´ye geldiklerini öğrenirler. Bunların arasında vaktiyle firar eden Malatyalı Kâzım da varmış. Kâzım´ın makineli tüfek subayı olduğunu öğrenince zorla yanlarına almışlar. Ziya Bey ile birlikte gelen çavuşlarından bazıları Mustafa Suphi ve adamlarının Türk Kızıl Ordusu´na yazılmak için kendilerini sıkıştırdıklarını, askerlerin çoğunun da yazılma taraftarı olduğunu söylerler. Bir gün Rifat Bey, Nuri Bey ve Ziya Bey Kâzım´a gitmeye karar verdiklerinde de orda 25 yaşlarında, tanımadıkları adı Yusuf Kemal olan yakışıklı bir gençle karşılaşırlar. Bazı konular konuşulduktan sonra laf dönüp dolaşıp, o dönemin en çok konuşulan konularından biri olan Bolşevikliğe gelince, Ziya Bey masanın altından ayaklarına vurarak, kendine gel işareti verip, uyarsa da Nuri Bey ?Canavarlar, alçaklar!? gibi kötü sıfatlarla Bolşevikler´e saldırarak  eleştirmeye başlar. Nuri Bey´in coştuğunu gören Ziya Bey, artık dayanamayarak, işi tatlıya bağlamak için Bolşevik rejiminin iyi taraflarından söz etmeye başladığını belirtir: ?İnsanlar arasında eşitlik gözeten bu rejim dinimizin esaslarına da uygundur. Tatbik edilebilirse insanlık rahat eder. Biz de Bolşeviklik yürümez. Çünkü bizde Aristokrat yoktur. Halkımız da dindardır. Fakat Avrupa´ya girerse Avrupa alt üst olur. Bizim gibi yoksul milletler istilâdan kurtulur. Böyle olmakla birlikte birtakım cahil ve gafiller daha bir şeyin farkında değiller?? gibisinden bir şeyler söyler.

            Nuri Bey karşı çıksa da, Ziya Bey:

            ?Biz izin versek de vermesek de siz Kızılordu´ya yazılacaksınız. Yazılın. Hiç olmazsa minnetsiz karnınız doyar, sefaletten kurtulursunuz. Fakat şu sözlerimiz kulaklarınızdan çıkmasın. Bizde zengin yoktur ki yağma edesiniz. Bizim en zenginlerimiz kadar varlıklı olanlara Bolşevikler ticaret yapma izni veriyorlar. ? Yurdumuzdakiler Türk ve Müslümandırlar. Sizin din kardeşleriniz ve vatandaşlarınızdırlar. Kesinlikle böyle şeyleri aklınızdan silin ve Bolşevik arkadaşlarınızın zihnini açın. Soysuzların hemşerilerinize zulüm yapmalarına meydan vermeyin. Siz Kızılordu´ya yazılıyorsanız, sırf vatanınıza kavuşmak için yazılıyorsunuz. Başka bir maksat için değil. Siz yurdumuza sıkıntı çekmeksizin kavuşmak için Bolşevik oluyorsunuz. Sahte Bolşevik. Yurdumuza kavuşur kavuşmaz hükümetin kanunlarına uyun, hemen askerlik şubelerine başvurun ve Bolşeviklikten çıkın. Güvendiğiniz arkadaşlarla görüşün. Dediğim gibi iş tutun. Böyle yapmazsanız vatana ihanet etmiş olursunuz?.? dedikten sonra ise Kâzım ile Yusuf Kemal bozuşunca, Yusuf Kemal gidip, Kâzım´la buluştukları günkü konuşmalarını Mustafa Suphi´ye olduğu gibi de anlatınca, Kâzım, konuşulanları kendisi inkâr ettiği gibi Ziya Bey ve Nuri Bey´in inkâr etmesini istese ve onlar da böyle bir niyet taşısalar da bir şey çıkmaz. (s.248)

            Ziya Bey ve arkadaşları Rize ve Trabzon´da kaldıklarında subaylar içerisinde Bolşevik olma eğiliminde olanları sezerler. (s.257) O sırada Şark Cephesi Komutanı olan Kâzım Karabekir Paşa Bolşevikler hakkında araştırma yapmak ve rejimin hüküm sürdüğü Azerbeycan´da bu rejimin kaydettiği gelişmeleri gözleriyle görmek üzere dönem arkadaşlarından bir heyet görevlendirmiş ve o günlerde bu heyet Trabzon´da bulunuyormuş.

            ?Bunların zihnini açmış? Ziya Bey?       

            ?Bakû´da maskeli Bolşevik olan Mehmet Emin ile gizli görüşmelerini söyledik?lerinin (s.257) altını çizer. Bolşevik düşmanı olan Nuri Bey de ?tam sırasıdır?? deyip kaleme sarılır. Bolşevikliğin kötülüklerini anlatan bir rapor yazıp, Ziya Bey ile birlikte imzalayarak Kâzım Karabekir Paşa´ya gönderirler.(s.257)                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           *          *          *

                                           *** SARIKAMIŞ FELAKETİ***       

                    *SOĞUKTAN ÖLEN ASKERLER...(*)

 

            ?Kuvve-i Külliye mahvoldu´

Aralık 1914, Sarıkamış´

?Yirminci yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliği dağıldığında Türkiye Cumhuriyeti´nin önde gelen simaları Adriyatik´ten Çin denizine kadar bir Türk Dünyası"nın doğduğundan sıkça söz etmeye başlamışlardı.                                                                                                                     

            Bu kadar geniş bir coğrafyada etkin bir güç olmak bir hegemonya sağlamak düşüncesi hemen herkesi heyecanlandıran bir hülya idi. Daha sonra bunun hiç de kolay bir iş olmadığı görülecekti. Ama aynı hülyayı yüzyılın başında daha büyük bir inançla görenler de vardı ve çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğunu böylesine bir coğrafyaya yayılan bir Türk-İslam İmparatorluğu olarak yeniden ihya etme hayaliyle yanıp tutuşuyorlardı.

            Hiç kuşkusuz bunların başında İttihat ve Terakki´nin askeri lideri Enver Paşa geliyordu ve hayallerinin bedelini de Türkistan´da can vererek ödeyecekti. Balkanlar´dan Kafkasya ve Türkistan´a uzanan bir imparatorluk kurma hayalinin nasıl bir fiyaskoyla sonuçlanabileceğinin ilk işareti aslında Aralık 1914´te Sarıkamış´ta ortaya çıkmıştı. Ama Osmanlı İmparatorluğunun 34 yaşındaki Başkumandan Vekili Enver Paşa´nın bunu kavraması mümkün değildi. Enver Paşa ve ordunun başına geçmiş genç subaylar açısından Almanlarla ittifak halinde girilen Birinci Dünya Savaşı işte bu hayallerin gerçek olması açısından büyük bir tarihsel fırsat olarak algılandı.

            Savaşın kazanılması çökmekte dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğunu kurtarmakla kalmayacak çok daha geniş bir coğrafyada çok daha büyük bir Türk/İslam devleti doğacaktı. Oysa bu savaş aralarında Osmanlı devletinin de olduğu bazı devletlerin topraklarının paylaşılması için çıkmıştı ve öyle de sonuçlanacaktı. 29 Ekim 1914´de iki Alman savaş gemisi Yavuz ve Midilli adını alarak Karadeniz´deki Rus limanlarına saldırınca Osmanlı devleti hem Birinci Dünya Savaşı´na fiilen girmiş hem de Rusya ile savaşa başlamış oluyordu.      

            Ruslar Karadeniz filosuna saldırıya yanıt vermekte hiç gecikmediler. 1 Kasım´da Kafkasya´daki Rus ordusu Türk sınırını aşarak Erzurum´a doğru saldırıya geçti. İşte Enver Paşa açısından da beklediği tarihsel fırsat ayağına gelmişti. Karşı saldırıya geçerek Rus ordusu imha edilecek ve ardından hızla ilerlenerek Orta Asya´ya doğru gidilecekti. Bu arada Enver Paşa´nın yeğeni Halil Paşa da İstanbul´dan yola çıkıp iyi eğitilmiş ve donatılmış bir tümenle İran´a girecek Tahran ve Tebriz´i zapt ettikten sonra Azerbaycan´a doğru ilerleyecek karşısına çıkan orduları her defasında yenilgiye uğratarak bir diğer koldan yine Türkistan´a doğru yoluna devam edecekti.

            Büyük İskender´i kıskandıracak bu muhteşem askeri sefer için de hemen hazırlıklara başlandı. Ancak bu muhteşem zaferlerin kazanılmasından önce halledilmesi gereken ufak bir iş kazanılması gereken mütevazı bir zafer vardı! Erzurum´a doğru saldırıya geçen Rus ordusunun durdurulması ve imha edilmesi gerekiyordu. Öncelikle bu iş başarılmadan Turan hayallerinin gerçekleşmesi mümkün değildi.

            Nitekim Enver Paşa da bunun farkındaydı ve kendisini bütünüyle bu işe verdi. Sarıkamış üzerinden saldırıya geçen Rus ordusunun karşısında bizim III. Ordumuz bulunuyordu ve bu ordunun savaş planları saldırıdan çok savunma ağırlıklıydı. IX., X. ve XI. kolordulardan ve Kürt aşiretlerinin Hamidiye alaylarının kalıntıları durumundaki bir tümenden oluşan III. Ordunun komutanı Hasan İzzet Paşa geri çekilip Erzurum müstahkem mevkilerinde bir savunma savaşı verilmesi gerektiği düşüncesindeydi. Nitekim birliklerine bu doğrultuda emirler verip buna göre hazırlığa girişti. Bölgede kış mevsimi olanca şiddetiyle sürüyordu ve bu koşullarda Rus ordusunun saldırısının da çok etkili bir şekilde gelişmesi kolay değildi. Bir savunma savaşına girişildiğinde ?General Kış´ Türk ordusunun yanında yer alacaktı. Erzurum´da cephedeki Hasan İzzet Paşa böyle düşünüyordu ama Harbiye´den öğrencisi olan Başkumandan Vekili Enver Paşa İstanbul´da çok farklı düşünüyordu.
Enver Paşa´nın Turan hayallerinin ve hırsının yanı sıra Almanlar da savaş halinde oldukları Ruslara karşı güneyden Kafkasya´dan etkili bir savaşın açılması için Harbiye Nezareti üzerinde baskı yapıyordu. Bu cephede ne kadar şiddetli bir savaş cereyan ederse Ruslar da batıdan Avrupa´daki kuvvetlerinden buraya güç kaydırmak zorunda kalacaklardı. Onun için zaten Osmanlı ordusunu yönetmekte olan Alman subaylar ve Alman Genelkurmayı Enver Paşa´yı destekliyor, Kafkasya´ya saldırıyı kışkırtıyordu.

            İşte bu koşullarda Enver Paşa İstanbul´dan Erzurum´a emirler yağdırıyor Hasan İzzet Paşa´yı savunma değil saldırı ağırlıklı bir savaş vermeye zorluyordu. Erzurum civarındaki iki kolorduya ilaveten Samsun´da bulunan X. Kolordu da cepheye sevk edildi. Böylece toplam mevcudu 150 bin askere ulaşan III. ordunun muharip asker sayısı da 100 bine yaklaşmıştı. İstanbul´da yapılan planlara göre bir ?çevirme-kuşatma-imha hareketi´ gerçekleştirilecek ve ardından ileri yürüyüşe geçilecekti. Bu emir ve zorlamalar sonucunda Türk ordusu 27 Kasım´da karşı saldırıya geçti. Rus ordusunun bulunduğu mevkiinin adı dolayısıyla Birinci Köprüköy Muharebesi denilen bu saldırıya bütün kuvvetler katılmadı ve Türk ordusu başarılı olamadı.            

            Tam tersine Rus ordusu bir miktar daha ilerleme olanağı buldu. Bunun üzerine ordu kurmay başkanı Alman Guse´nin de ısrarıyla cephede ikinci bir saldırı planlandı ve bu kez mevcut bütün birliklerin savaşa girmesine karar verildi. Aslında geri çekilme yanlısı olan ordu komutanı Hasan İzzet Paşa bu ikinci saldırıda elde edilecek bir başarının sağlayacağı moralle geri çekilmenin daha uygun olacağına ikna edildi. İkinci Köprüköy Muharebesi adı verilen bu ikinci saldırıda da aslında ciddi bir başarı kazanılamadı ama bu kez Rus ordusu biraz geri çekilmek zorunda kaldı. İki taraf da ağır kayıplar vermişti ama İstanbul´da Enver Paşa bu ikinci saldırıyı bir zafer gibi ele aldı ve kendi düşünce ve planlarının doğrulanması olarak gördü. Oysa ağır kış şartlan askeri çok zorluyor ve ordu yavaş yavaş eriyordu. Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa bu durumu görüyor ama İstanbul´a dert anlatamıyordu. Enver Paşa da İstanbul´da tedirgin ve öfkeliydi. Cephede işlerin tam olarak kendi istediği gibi gitmediğine, ordunun iyi yönetilmediğine inanıyordu. Bunun üzerine İstanbul´da Genelkurmay İkinci Reisi Miralay İsmail Hakkı Bey´i Karadeniz üzerinden Erzurum´a cepheye gönderen Enver Paşa onun vereceği rapor çerçevesinde hareket etmeye karar verdi.                                      

            Enver Paşa ile aynı hayaller peşinde olan İsmail Hakkı Bey tabii ki Enver Paşa´nın duymak istediklerini söyleyen bir rapor gönderince Enver Paşa da karargahıyla birlikte 6 Aralık 1914´de İstanbul´dan yola çıktı. Önce Trabzon´a, ardından Erzurum´a ulaştı. Başkumandan Vekili ile beraber Alman subayları Genelkurmay Başkanı Bronzar von Shellandorf ve Harekât Şubesi Başkanı Albay Feldman da Erzurum´a geldiler.

Enver Paşa, Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa´ya:

            ?Hatalı hareket ettiniz, Rus ordusunu şimdiye kadar imha etmeliydiniz.´ deyince ummadığı bir yanıt aldı.

Bölgeyi iyi bilen ve askeri tanıyan Hasan İzzet Paşa:

            ?Kış bastırmış durumda bu koşullarda karşı saldırı iyi sonuç vermez. Bu konuda ısrar etmekle yanlış yapıyorsunuz. Kış şiddetini kaybettikten sonra saldırıya geçmemiz lazım´ dedi.              

            Hiddetlenen Enver Paşa:

            ?Eğer hocam olmasaydınız sizi idam ettirirdim´ diyerek Hasan İzzet Paşa ile diğer bazı komutanları görevden aldı ve kendisi de doğrudan ordunun komutasını üstlendi. Ve hemen ardından da yeni ve büyük bir saldırıya geçildi. Hafız Hakkı Paşa ve İhsan Paşa´nın komutasındaki iki kolordu Rus ordusunu Sarıkamış´ta kuşatacak ve yok edecekti. Sıfırın altında 25 derece soğukta ve bir buçuk metreyi aşan karla kaplı dağlık arazide yürütülen saldırıda Rus ordusundan çok ?General Kış´ın etkili olması kaçınılmazdı. Ruslar her şeye rağmen bölgenin koşullarına alışık ve daha donanımlıydılar.    Oysa bu saldırıya büyük önem veren Enver Paşa, güneyden sıcak bölgelerden bile buraya asker getirmişti ve bu ağır kış şartlarına hiçbir şekilde alışık olmayan ve uyum sağlayamayacak durumda olan birliklerin erimesi için Ruslarla karşı karşıya gelmeleri gerekmiyordu. 2500 - 3000 metreye ulaşan Allahü Ekber Dağlarında soğuktan açlıktan kırılıp gittiler. Enver Paşa´nın karargâhı dâhil olmak üzere pek çok komutan ve birlik yollarını kaybediyor birbiriyle haberleşemiyor ve karların içinde donuyordu. Hatta bu kargaşada iki Türk tümeni saatlerce birbiriyle çarpışmaya bile girdi. Narman´ın ilerisinde 31. ve 32. Tümenler 4 saat boyunca birbirleriyle savaştılar ve 2 bin kadar Türk askeri de bu çarpışmada can verdi.  Savaşın dördüncü günü iyice yıpranmış erimiş birliklere bir de gece yürüyüş emri veren Enver Paşa hâlâ zafer kazanacağını hayal ediyordu. Oysa 90 bin askerle başlayan saldırıda zaten birliklerin neredeyse yarısı erimişti. Tipi ve fırtına altında şaşkın yolunu bile bulamayan birliklere Ruslar ummadıkları noktalarda saldırılar düzenliyordu. Örneğin 29 Aralık´ta 17. Tümenin sayısı 300 kişiye IX. Kolordunun sayısı ise 1500 kişiye kadar düşmüştü. Enver Paşa ise hâlâ yayımladığı emirlerde düşmanın dağılmak üzere ve zaferin yakın olduğundan söz ediyordu. 3 Ocak günü Rus ordusu tam anlamıyla karşı saldırıya geçti. Türk birliklerinin tutunacak, dayanacak mecali yoktu. 10 gün kadar süren Sarıkamış Muharebesi sonucunda 90 bin kişilik ordudan geriye birkaç bin kişi ancak kalmıştı. 8 Ocak günü her şeyin bittiğini kabul eden Enver Paşa İstanbul´a dönmeye karar verdi.

            Ordunun komutasını Tuğgeneral yaptığı Hafız Hakkı´ya devrederek 11 Ocakta İstanbul´a doğru yola çıktı. İran ve Azerbaycan üzerine yapacağı muhteşem sefer için yola çıkarak o sıralarda Urfa´ya gelmiş olan yeğeni Halil Paşa´nın da hevesi kursağında kalmıştı. Sarıkamış faciasından sonra bu seferden de vazgeçildi. Yeğenini Urfa´dan yanına çağıran Enver Paşa Ulukışla´da buluşarak İstanbul´a birlikte dönmelerini uygun görüyordu. Çünkü bu yenilginin sonuçlarının ne olacağını tam kestiremiyor, Başkumandanlık makamının tehlikeye girebileceğini düşünüyordu. Yanında güvenilir birileri olmalıydı. Ulukışla tren istasyonunda karşılaştıklarında şaşkın ve üzgündü. İlk sözü "Kuvve-i külliye mahvoldu" olacaktı, yani bütün kuvvetler tükenmişti. Ama aslında bu henüz bir başlangıçtı, çünkü daha sonra bütün bir memleket mahvolacak, Enver Paşa ve arkadaşları da bir Alman denizaltısıyla memleketi terk etmek zorunda kalacaklardı!?*

*(https://www.facebook.com/gop.itiraf/posts/396642707078917)

*( 08.06.2015) 

                                                                                                                      -sürecek

YAZARLAR

  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false
  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • BIST 100

    9670,53%0,26
  • DOLAR

    32,52% -0,08
  • EURO

    34,78% -0,23
  • GRAM ALTIN

    2421,67% -0,33
  • Ç. ALTIN

    3982,08% -0,92