(DEFTER) Büyükelçi Hasan Sevilir AŞAN


YAŞAR KEMAL’İN ARNAVUTLUK MEKTUBU


‘Bizim çağımızda romancıların başları beladadır’

Arnavutluk Kültür Bakanlığı ve Tiran üniversitesi ile 31 Mayıs 2013 tarihinde gerçekleştirdiğimiz ‘Yaşar Kemal Edebiyat Buluşması’na sağlığı elvermediği için katılamayan edebiyatımızın ustası Yaşar Kemal’in yazarlık yolculuğunu kaleme aldığı, Arnavutçası tanınmış sinema ve tiyatro oyuncusu Bujar Asqeriu tarafından konferansa sunulan edebi mektubunun tam metni:
*** 
‘‘ Ülkenize konukluğum bende derin izler bırakmıştı.  Otuz yıl sonra tekrar sizlerle birlikte olmak çok istesem de mümkün olmadı. Hepinize İstanbul'dan sevgi ve selamlarımı gönderiyorum. Bu toplantıyı düzenleyen ve katılan dostlara da teşekkür ederim.
Ben edebiyata çocukken başladım. Benim köyüm 1865 yılında bir isyandan sonra yerleştirilmiş göçebe Türkmenlerin köyüydü. Benim çocukluğumda bu köye çok aşıklar, destancılar gelirdi. Bütün Çukurova’da aşıklar, destancılar dolaşırdı. Ben destancılara çok meraklıydım. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım ki karşılaşmam tesadüftür, bir destancı olurdum.
Köye bir destancı gelince ben onun yanındaydım. Çıraklığını yaptığım Çukurova’nın büyük gezginci destancılarından öğrendiğim destanları Toroslar ’da köy köy dolaşarak anlatır, bir yandan da ağıtlar, büyük halk şairlerinden şiirleri toplardım.
Söz sanatlarının etkisini halka destan anlattığım günlerde anladım. Bana katılan iyi dinleyiciyi bulduğum köylerde, yörelerde dinleyicilerle birlikte sözlerim kanatlanıyor, uçuyor, daha sevinçle anlatıyordum. Dinleyicilerimin bana az katıldığı köylerde, yörelerde anlatımım, yaratımım daha sönük geçiyordu.
Usta bir destancının anlatımı ezber değildir. Anlatıcı her anlatışında, halkın ona katılmasına göre, yeniden yaratır. Onun için destanlar kırk bin yıl su altında kalmış çakıl taşları gibi, destancıdan destancıya geçerek, yunur, arınır, düzgünleşir.
Yazılı edebiyat ise bambaşkadır. Karşında kaleminden, kâğıdından başka hiç kimse yoktur. Ne ses, ne karşında insanlar, ne beden hareketleri, hiç bir şey yoktur.
Sözlü edebiyat, her zaman, 20. Yüzyıla kadar diyelim, yazılı edebiyatın özsel kaynağı olmuştur. Çağımızda halk sanatının üstünde gereğince durulmaması, folklorun salt bir bilim dalı sanılması çağımız kültürüne epeyce zarar vermiştir.
Sözlü edebiyat bugün de birçok biçim ve anlatımla karşımızda, Gılgamış, İlyada, Odysseia, Manas, Dede Korkut, Şahname.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Tercüme Bürosu çevirdiği dünya klasiklerini yayınladı,  Halkevleri, Köy Enstitüleri de bize yardım etti.  Biz Cumhuriyet sanatçıları çok talihliyiz aslında, bir yanda Homeros, Nazım Hikmet, Aşık Veysel, Orhan Veli, Yakup Kadri, Sabahattin Ali, Sait Faik, bir yanda da Cervantes, Stenhal, Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Gogol, Faulkner elimizin altında.  Onlar benim kaynaklarımdı.  Bir romancı Faulkner’ı, Kafka’yı, klasikleri, hem batı hem de doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir?
Bilimde ve sanatta atlamalar olamaz. Her yeni oluşum eski zincirin son halkasıdır. Örneğin, bugün mitolojiyi, on dokuzuncu yüzyıldan daha iyi anlıyoruz. Her çağın insanı, klasiklere kendilerinden bir can, bir yaşam gücü katıyor. Kendi çağıyla büyük klasikleri zenginleştiriyor. Biz her çağda kişi olarak, toplum olarak destanları, klasikleri yeniden yaratıyoruz.
Türkiye’de halk ürünlerine karşı epeyce abartılmış olumsuz bir tavır vardır. Bunun da sebebi var, Cumhuriyet çağında Osmanlı kültüründen koparak Anadolu diline, kültürüne dönerken aşırılıklar yapıldı. Büyük halk sanatı ürünlerine sırtımızı dönmemize bir sebep de bu ürünlere bir kısmımızın abartılı yaklaşımı olmuştur. Örneğin, şiire bakarsak, köklü bir halk şiirimiz var, büyük halk şairlerimiz var. Halk şiirini bir kaynak sayacağımız yerde ona bir kısmımız öykündü. Öylesine öykündüler ki, ortaya bir sürü kötü şair çıktı. Oysa sözlü edebiyatlar her dilin yazılı edebiyatını etkilemiştir.
Ben destan, masal dilinden geliyor, dilin ne kadar büyük bir güç olduğunu biliyordum. Bir kişi bir romanı yaratırken, önce dilini yaratmak zorundadır. Kendine has dili olmayan bir roman güçlü bir roman olamaz. Bu dil halkın dili de olamaz, destan, masal, şiir dili de olamaz. Sözlü anlatımın geleneği, olanakları başka, yazılı anlatımınki bambaşkadır. Yazarken bunun farkına vardım. Uzun romanları yazarken de başka bir şeyin farkına vardım, dilin yapısı da romanın biçimini, içeriğini etkiliyordu.
Dostoyevski, Budalasında, “insanoğlunu sonsuz bir uçurum üstüne ayağını koyacak kadar orada yaşmaya mahkum edin; yağmur altında, karda kışta, o acı içinde, açlıkta yoklukta yaşar da ölmeye razı olmaz, yaşamını sürdürmekte direnir,” diyor. Belki bu bir simge. Ama biliyoruz ki, insanoğlu açlıklar, yokluklar, sömürüler, sefaletler, aşağılanmalar arasında yaşamaya devam ediyor. Şimdi, nedir bu dünyaya bağlılığımız? Nedir bu? Varmak istediğim gerçek, insanın içindeki bu sevinç nedir?
İnsanoğlu mit, umut, düş, sevgi yaratan bir yaratıktır. İnsanoğlu ölüme, yoksulluğa karşı, açlığa, doyumsuzluğa karşı, mitleriyle, umutlarıyla, sevgileriyle yeni bir dünya kurup o dünyaya sığınır. İnsanlar sıkıştıklarında, ölümün acılarını yüreklerinde duyduklarında bir mit dünyası yaratıp ona sığınırlar. Mitleri yaratmak, düş dünyaları kurmak, dünyadaki büyük acılara karşı koymak, sevgiye, dostluğa, güzelliğe, belki de ölümsüzlüğe ulaşmaktır. Benim romanlarım bu temellere dayalıdır.
Her çağın bir mit yaratma biçimi var. Eski Mısırda başka mitler var. Sümerlerde, Asurlarda, Hristiyanlarda, Müslümanlarda, kuzeyde, güneyde mit yaratma biçimleri hep değişiyor. Benim savım şu ki, kıyamete kadar insanlar mit dünyaları, düş dünyaları yaratarak o dünyalara sığınacaklardır. Bir karanlıktan gelip başka bir karanlığa karışırken, insanlar ne yapabilirler dersiniz. Bir de bunca doyumsuzluk varken... Günümüzün bu karmaşasında bile her gün ne mitler yaratıp onlara sığınıyoruz.
Ben de kendimi yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olarak miti, düşü getirdiğimdendir. İnsan nereden gelip nereye gittiğini buluncaya, doyumsuzluğunu alt edinceye kadar mite ve düşe sığınma sürecektir. Ondan sonra gene sürecektir. Çünkü insan yaşama sevincine, dünyanın güzelliğine doyamıyor.
Ancak korkarım ki bu gidişle eski mitlere sığınacağız. Çağımızın getirdiği en büyük kötülük olan ve tehlikesini yeterince anlamadığımız doğa kırımı karşısında atalarımız gibi korku mitleri yaratacağız.
Sözün gücüne her zaman inandım. Roman, sözlü sanatın en önemli koludur, çünkü her okuyucu bir romanı okurken okuduğu romanı başından sonuna kadar yeniden yaratır. Diyelim ki bir zeytin ağacı geçiyor romanda, okuyucunun bahçesindeki zeytin ağacı gelir romanın içine oturur. Bir ovayı okursa bildiği, yaşadığı ovayı getirir gözlerinin önüne. Hiç ova görmemişse bir ova yaratır oraya koyar. Romanların gücü bu yaratmaya bağlıdır.
Bizim çağımızda romancıların başları beladadır. Çünkü insanları en çok yalana, zulme, bütün kötülüklere karşı roman uyarır. Bugün tüketim toplumu diye bir doyumsuzlar toplumu yaratılıyor. Tüketimciler topluma bütün değerlerini aşındıran bir yapay kültür benimsetmeye çalışıyorlar, insanları birer obur canavar haline getirmek istiyorlar. Roman bu toplumu isteyenler için bir tehdittir. Onun için de romanı, bestseller denilen bir yapaylıkla boğmaya çalışıyorlar. Roman böyle bir toplum isteyenler için bir tehlikedir, çünkü roman insanlara insan olduklarını söyler. Onca acıyı, zulmü, savaşı, doğa kırımını romanda yeniden yaratarak yaşayan insan, insan gibi yaşamayı özler, değerlerine sahip çıkar.
Türk edebiyatında büyük yıldızlar vardır. Hikayeci Sait Faik de bunlardan biridir. O bizim kuşağın ustasıdır. Onu yakından tanıyordum. Bir gün bana “gel seninle edebiyata getirmek istediklerimizi anlatalım” dedi.
Ben de “iyi olur anlatalım” dedim.
“Başlayalım öyleyse.”
“Başlayalım” dedim.
Ve başladık:
“Bir; benim kitaplarımı okuyan katil olamasın, savaş düşmanı olsun. İki; insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar.”
Bütün kötülükleri saydık, kötülükler uzadı gitti. Kötülükler zulümler bitmiyordu. Sonunda “bizim kitaplarımız,” demeye başladık, “eninde sonunda biz iki yazarız. Bu kadar savaşı, zulmü bizim kitaplarımız ortadan kaldıramaz ki.”
“Kaldıramaz,” dedim
Sait:
“Dur,” dedi, “buldum” dedi. “Bizim kitaplarımız yalnız kalmayacak” dedi. “Nazım Hikmet de var. Kitaplarımızı okuyanlar onu da okuyacak.”
Ben “Melih Cevdet de var,” dedim, “Orhan Kemal de.”
Sonra çok insan çok çok yazar da saydık. Çok kitap saydık.
Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum. Şunu söylemek istiyorum ki ben “angaje,” bağımlı bir yazarım. Kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım.
Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.
Yaşar Kemal,  31 Mayıs 2013  İstanbul

YAZARLAR

  • Cuma 24.9 ° / 15.2 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Cumartesi 24.8 ° / 13.8 ° false
  • Pazar 25.4 ° / 14.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9548,57%0,19
  • DOLAR

    32,49% 0,16
  • EURO

    34,80% 0,25
  • GRAM ALTIN

    2487,88% 1,05
  • Ç. ALTIN

    4157,48% -1,05