Adem Turan, Ahmet Veske, Ali Sali, Cafer Turaç, Cevat Akkanat, Faruk Anbarcıoğlu, Hasip Bingöl, Hüseyin Akın, Hüseyin Kaya, Mehmet Attila Maraş, Mehmet Aycı, Mehmet Butakın, Mehmet S. Fidancı, Mehmet Şah Erincik, Mustafa Celep, Mustafa Özçelik, Mustafa Uçurum, Nevzat Akyar, Nurettin Durman, Recep Garip, Selçuk Küpçük, Seyfettin Ünlü, Sıddık Ertaş ve Yaşar Bedri gibi isimlerin katıldığı etkinliklerde, şiirler okunup, ertesi gün de şair Yahya Kemal Beyatlı adına panel düzenlenip, “Şiir atölyesi’nde “Özgürlük ve Şiir” konusu işlenmiş. Şiir Müzesi’nin de kurulduğu Dursunbey’de, “Dursunbey’i şiirin merkezi yapma” iddaalı bir hedefle yola çıkılmş…“Söz uçar, yazı kalır” gibi bir sanatsal gerçekten hareketle de etkinliğe katılan şairlerin şiirlerinden güzel bir seçki hazırlanmış. Etkinliğe katılan 24 ismin özgeçmiş ve bir şiiriyle yer aldığı antolojide güzel şiirler yer almakta.
Zeytinle konuşuyorum Zeytindağı’nda simsiyah!
Bir ayindeymiş gibi diz çöküp kalıyorum
Bir ağaç ve kelebek resmi çiziyorum
Tuzlu sular basıyorum çatlamış dudaklarıma.
Yaaa.. diyorum sonra, iç çekip uzatarak
Bu makası ne yapmalı,bu ihaneti
Bu yürüyen dağı, bu havarileri
Bu üç vakit çalınan borozanı, bu kükürtlü geceyi
Bu akan kanı simsiyah!(Adem Turan-s.7)
Ahmet Veske bir renk cümbüşünde “…/tenlerimizden kzılca bir şafak boşalır”(s.9) imgeselliğiyle şiire yürürken; “gülün muradı neyler iflah olmaz yarama/yıldızlar ki koyu mavi karanlığın haramileri/gecenin beyaz sesinden toprağa düşecekler.”(s.9) derken; Ali Sali; “dokunaklı bilirdim yıkıntıları/seni içime aktarırken/alnımdaki dikene emanet eder/savunmasız alnımı/işte acılarımı dindireceğim mekan derdim/..” (s.11) teslimeyitinde görülüp; “eski bir ağrıydı alnımdaki/gölün kapılarını açmaya yükümlü kılınan/dokunaklı ağıtlarla/ellerinin mühründen tevarüs edildi”(Eski Bir Ağrıdır Alnımdaki-s.11) bildirimini mühür gibi şiire vururken; Cafer Turaç, “Bir Gül ve Bir Mektup” şiirinde, hüzünlü bildirimde bulunur:
Askeriyeden ayrıldım Alâedddin Abi
Dalına küsen bir yaprak gibi/kapı aralandı ve çıktım
Görülmüştür damgası silindi yakamda
Ne karakolda nöbetim ne de suya atılacak mektuplarım var. (s.13)
Sessiz bırakılan bir bahar gününün mavzer bakışıyla korkup, eviçlerine sğınan” Nurettin Durman; “…/Kara bahtlı halkımın karanlık günleri/Değiştiremedi nedense alnımdaki çizgileri/Sedef kakmalı bıçaklar silinmeyen yara izleri/Uzun namlulu tüfekler göğsünden vurulanlar/Ve kalın paletli tankların gümbürtüsü…” dizeleriyle darbe eleştirelliğini aynsıttığı algılanır…
Biz o zaman oyun oynayan çocuklardık
Hele karanlık çöktü mü evlerin üzerine
Bizim de yüreğimize çökerdi korkular
Öyle acı verirdi öyle yalnız bakardı
Bakardı ki sesimiz gitmiyor yıldızlara (s.42)
“Bir yangın yeri gibiyse yüreğin/Ay tepside sana sunulacak/Sonra denize düşecek ay/Sen tutunacaksın/Yüreğin tutunacak” dizelerinde açık şiir çizgisiyle seslenen Recep Garip’in yaklaşık 13 kadar kitabı olan ve aynı zamanda yirmi iki resim sergisi açan bir ressam. Adana milletvekili olarak parlamentoya da giren Recep Garip’in birçok dergilerde şiirleri yayınlanmış, belediyelerin danışmanlıklarında bulunmuş.
Ey güle düşen deniz
Ey tutanaklara geçirilen İskender
Bir sessiz gemiyse aklın
Demleniyor demek kalbin. (s.31)
“…/mahlâsı yitik ve sâde ipekten bir gürültü” gibi sanki şiire özgü bir gürültü tanımının başı çektiği “Şiirlerinden Örnekler” (s.15) adlı şiirde numaralı gazellerle şiir notları düşen Cevat Akkanat; “kırların fısıltısı saatlere çarpılıp” gibi bir görselliğe de şiirnd eyer açıp; “kış göğü yelken açtı/huzur sofrasından güneşin/yaprak hazan yüzün hüzün/nedir kan kaybı ömrümüzün/..” sorar sorusunu…
“Çamların kozalakları büyüyor/Benimse gönlümde sen varsın” (s.17) diyen şair Faruk Anbarcıoğlu ”Bir karanlık gecede /Ansızın kopan bir tufanım ben” gibi, şiire göz kırpan bir sade dize fısıldarken; “…/sabır kalbimizin ağır sarsıntısı/bu, zamanı hatırda tutan yabancılık./şu, yakut bilinen tevatürlerle indirilen/küfür, vakte nişan olarak.”s.19) anımsatmasını yaparken imge görselliğinde; Hüseyin Çağrı, “…/Siz benim hâlâ çıkmayan bir şiirlik canım var sanırsınız/…” der kararlılıkla.
“…/ne uzun şiiri olur söylenebilse/kirpiklerinin” diyen Mehmet Aycı, “Akşamın Kirpikleri”nde yer alan, “senin o ince,/bilmediğim çiçekleri andıran kirpiklerin/benim siyah yangınlar çıkaran denizime/değince/uzak otobüslerden bir sancıyla inerim/her an/yıllar öncenin muzip oyuncakları/masum bir içgüdüyle aranıp bulunmayan…”(s.27) dizeleriyle sade tavrıyla görülürken; Mehmet Butakın; “ey bir nilüferin ardından suya bırakılan günah yüz, sen kendine yetersin.” (s.29) başlığı altında verdiği şiirinde, tutsak zamana koyduğu duygusal ipotekin hüznüylke seslenir“bvağışlama beni!/hatırası olmayacak, her yeni gün muhzin bir vasiyet./mutlak bir söz lekesi./bu kez yenilirim/hepimiz için/bronz bir atın yarasını açan yiv./her şey gibi… kısalır uzun şarkısı tutsak imparatorluğun./ama neden/öyle derin bir hüznün içinde yalnız, yapayalnız?/unutsam şimali bir ağrı kalır içimde/ölümcül.”
Mehmet S. Fidancı, “Demiştim kirleneceğiz/renk değiştirecek derimiz//Bu gün ağır ve sinsi/kara kumaşalrın arasına/yaşlı sokakların kahrıyla/yaşamak zorundayız” dizeleriyle, kendine özgü imgesel dizeleriyle değerlendirip, eleştiri getirip; “Bu gün/alış-veriş merkezleri/gerilip sallanmış da/İsraf’ilin sûrundan/cehenneme birkaç kişi gerekiyormuş//Uçar mıyız bilemem/bunca şimşeklerin arasından//Yarın şuraya/şuraya canımızı atalım/şu ırmağın kıyısına/söğüt dallarının altına”(s.31) dinsel bir motifin savurganlığı görselliğinde de getirdiği eleştiriyi net olarak görselleştirir.
Mustafa Celep, “babamın 1000x1000 genişliğindeki kabrinden geliyorum” (s.35) dediği “1000x1000” adlı şiirinde; “…/bir şehir ıssızlana ıssızlana yoğun ve yorgun toprağa düştü/…/döşümde bezginliğin ölüsünü kovacakmıydı rüzgâr/…/yenilmez orduların tutkusuyla geçtim kabrinden babamın/…/üsttekiler alttakilere sağır, geçtim kabrinden/perdeleri sonuna dek açtım sabahın üstüne basa basa geçtim/geçtim gecenin içinden tınılar sesler ezgiler bırakarak/keder bana göreydi sevinci yırtıp attım/…” dizeleriyle baba sevgisine anlam, derinlik ve devingenlik kazandırırken; Mustafa Özçelik, “Bir çift kırgın göz olup bakma yüzüme anne/Sen beni büyük denizlere adadın/Bir mürdüm eriğinin yeşil dalları altında/Bırakırken hayallerini toprağa/İşte o zaman başladı her şey/Bu solgun karanfilin hüznü/Yeşil ovalara düşen hainlik gölgesi” dizeleriyle giriş yaptığı “Sızı” adlı şiirinde, “İçimdeki bu harlı ateş senden/Ve beni mecnun suretine sokan bu susuzluk/…” dizeleriyle duyarlılık çizgisini net olarak ortaya koyar, imgelerin ender de olsa renklendirdiği “gönül penceresinden” yansıttığı dizeleriyle “söyler türküsünü”:
Dudaklarıma emanet ettiğin o muhacir türkü
Yaşamak gibi bir tutkudur artık
Kalbimin penceresinden bakıyorum dünyaya
Çünkü benim ülkem bütün yeryüzü …
Çünkü ben uzun bir hikayeyim
Ey beni hayata kışkırtan rüyam
Bir köprüden geçerken
Hep suları kıskanıyorum
Sesim dağlara yakışsa da
Ben ırmaklara söylemek istiyorum türkümü (s.37)
Yaşar Bedri “Hece Taşları” adlı şiirinde “…/bizsiz sayıkladığı koma hatıralarıyla/üşüyen babasını görür/belki Erzincan, belki Sarıkamış, belki hiçbir yerde/…” (s.53) Sonra da sorar, bilip bilmeden!.. karanlıktan daha korkunç ne olabilir/kendi uçurumunu aşındırıyorsa kar?//neden indirdin acını dağdan”
babamı gördüm!.. tipiye karışıyordu
elini tuttum, soğuktu, yorgundu
bizi eksiltmesin, dedi, bunca acı, bunca talan
saçaklardan çözülen koca bir ömürmüş
hecetaşında hatıralar bozkırı bekliyordu.
Sonra da, “korkunun emzirdiği/şiirin kalpsiz çocuğuna” yapılanlara bakıp; “ şiir adına, geleneğin mor sümbüllü sesine döker sızlanmasını:
...
endişem, hece taşına
anlamlı bir söz düşmekti (s.53)
“Nar” adlı şiirine, söz konusu meyvenin mistik vurgusunu da saklı tutarak, sevgiyle özdeş simgeseliğinde olduğu, “Vakit dar,/heybemde nar getirdim annemin çeyizinden/sevgiden korkmayan yüreklere…” dizeleriyle girdiği şiirinde narın geniş ve derin boyutuna aldığı insanda dizelerini kesikliğiyle lirikleştirmeye çalışan Nevzat Akyar; “…/ilk çığlık kadar yakışan bebeğinize…/…/heybemde nar getirdim annemin çeyizinden/sevgiye soyunmuş herkese,/vurmadan mührünü hükümdar…/diri ve serin nar, dışı serin içi har…” (s.41) müzikalitesiyle sevgi narını dağıtmak ister insanlara.
Polisiye bir değini yaklaşımıyla, “…cavid kalpakoğlu”na yazdığı “Cinayet Mahalli” adlı şiirinde “seslerin seslere değmesinden türeyen ölüm/…/kimse şahdamarına yaklaşmasın/hatta kalmasın darülelhan’dan bir şarkı bile”(s.47) yasıyla derinleştirdiği “…/biz doğuda kalan oğullar…”dan ittihatçılara dek uzanır.
yaralanmış yerlerimiz adına sakıngan sulara aksın artık bu ırmak
azap edilen günler ve bize öğretilen protestan ahlak
kekeme bir kalp önerdi ne yazık balçıktan bedenimize
oysa medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar
maktûllere aşina (si) yasallaşmış cinayet mahalli
sürüp duruyor ruhumuzu ölürayak bir menfeze (s.47)
Ölüm deyince ardı arkası gelmiyor ne yazık ki… Seyfettin Ünlü, “…/İzi toprakta bulunmuş hayatımızın/..” hüznünde şiirin saygın bir ismine “…/cennet mülkünü okşayan güvercinlerle/Açılsın diye kalbimizin derin ıssızlığına” dizelerinin yön verdiği “Veda” adlı şiirle, “Erdem Bayazıt…” adına girer.
Uçtu dumanlı bir zaman da eriyen buhar gibi
Gözlerimin önünde kaybolan gökyüzü
Bizi bıraktı bir boşluğun yetiminde
Oysa dizinde büyüdük senin ey zaman
Bırakıp nereye gidiyorsun menekşeleri/...” (s.49)
Sıddık Ertaş, da, “…/ruhumuza kurulan şeytanı taşlıyoruz” dizesinin yer aldığı mistisizm ötesi dinsel içerikli şiirinde, “…/gümrah bir ırmak gibi//yaşamaktan daha güzeldir ölüm/ey saçlarını bir ayetin rüzgarıyla ağartan/…” vurgulu dizelerinde ölüm izleğine yer ayırır. hücrelerin ardından varmazsa kısık sesim
s
nasıl bulacak seni çağların ötesinden
kocaman kursağına ateşten bir çukurun
kayıp düşmek üzere dayandığım
sözcükler/…(s.51)
“Ey gökte süzülen yırtıcı kuşlar/Toprağı dinleyen yaşlı ağaç/Zaferini içinde kazanan savaşçı/Ne tarifsiz seferlere çıkmışım yazan yok/…” dizeleriyle başladığı “Rüyası Yetmiyor Savaşmalarımın” adlı şiirinde ise Mustafa Uçurum, kan dökülmenin umarsızlığına evrenselleşir “…/Rüyası yetmeyen savaşmalarıyla”
Beklemekten olmalı uyku sarmış dört yanımı
Sustuğum değil mi ki dağıtmış gençliğimi
Zalimdir kapanan gözüm, gitmeyen ayaklarım
Yani uyur mu dünya kan dökülürken
Yapraklar dökülürken
Titrerken bedenim yerine getirilmemiş sözden
Geçmeden yaşımın devrime yaslı yanı
Daldığım uykulardan dalmalıyım meydana
Rüyası yetmiyor savaşmalarımın (s.39)
Ne denmez çocuklar ve katliamlar için… İşte görüyoruz… Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de soykırımlara varan insan ölümleri… Dünyaca, ulusca yandığımız acılar, umarsız çırpınışlar gözlerimizin he rönüne geldiğinde lokmalarımız boğazımıza tıkanmıyor mu?.. Şair ne yapar?... Hem üzülür, hem yıpranır, hem yazar.. Çağının bu kara yazgılı tanıklığıyla şiirler bırakır.. Şair Mehmet Atilla Maraş da , “Bağdatlı çocuklar için”, yaptığı insancıl sözcülüğün notunu hepimiz adına not düştüğü şiirinde; “…/tek taraflı bir güç oyunu” olarak gördüğü Irak savaşının, “…/çocuk cesetleri üstünde oynanan bir kumar” olduğunu vurgulayan şair; insan hakları ve barışı evrensel olarak vurgulayıp; “…/Gelin Kızılderelileri konuşalım diyorum, Zencileri/Filistin’i, Afganistan’ı, İşgale uğramış bütün coğrafyaları/..” duyarlılığıyla seslenir:
BAĞDAT PAZAR YERİNDE
-Bağdatlı çocuklar için
Ve bombalar yağdırıyor Bağdat çarşılarına
vuruyor kehribar tesbih satan dükkânlarını
düşüyor içimin en tenha ve mahrem yamaçlarına
hayret kesiliyorum o saat iliklerime kadar hayret
eriyor, ufalıyor benimle beraber yüzlerce hayat
Bağdat dükkanlarında altın, hurma, baharat.
***
Bir bomba daha düşüyor Bağdat Pazar Yeri’ne
ben bunu net görüyorum
on ikinci vizyonda
bakıyorum çocuklar koşuşuyor
annelerinin eteklerinde elleri
kan revan uzanmış yatıyor o çocuklardan iri
yerde upuzun bir kan şeridi… ***
Bana soruyor büromda, ABD elçiliğinde
insan haklarından sorumlu biri, anlayışı dar
“Bu savaşı nasıl görüyorsunuz” diyor hiç sıkılmadan
bu savaş mı Allah aşkına
tek taraflı bir güç oyunu
çocuk cesetleri üstünde oynanan bir kumar
***
Gelin Kızılderelileri konuşalım diyorum, Zencileri
Filistin’i, Afganistan’ı, İşgale uğramış bütün coğrafyaları
Şimdi sırası değil diyor, şu karşımda oturan Amerikalı
Şimdi artık yok baharat çarşıları, ne altın ne de Pazar
sade cesetler üstünden göğe yükselen buhar. (s.25)
Mehmet Atilla Maraş