Kimi kime anlatacaksınız? Ölü doğan yıldızların hikâyeleri mi olurmuş? Hayata evirilen gün ışığının yere değen çenesi hiç düşmez pencereme. Paslı zamanın içine dolanan bir bilmece misali her kayığın limanı olmadı mevsimlerim. Berrak bir kır yanılgısı gri. Gece, adam boyu uzun. Hava, içine yedi ejderha kaçmış gibi sıcak. Düşlerim biteviye yumrukluyor var olmayan ummanların kapısını, var olmayan pencerelerden sızıyor Sabahattin Ali.
Burda çiçekler açmıyor
Kuşlar süzülüp uçmuyor
Yıldızlar ışık saçmıyor
Geçmiyor günler geçmiyor
Avluda volta atarım
Kah düşünür, otururum
Türlü hayaller görürüm
Geçmiyor günler geçmiyor.
…
Penceremin sesindeki uçurum bir anne ninnisi gibi Tanrının diz boyu maviliğine doğru sürüyor alnını. Beyaz üzeri siyah tüy, ince iki şerit geminden alnına doğru uzanmış, sağlı sollu. Demir gem gün ışığı çiğneyen iri dişlerin gerisindeki boşluğa geçirilmiş, yılkı olma dönemi çoktan geçilmiş.
İki şiirsiz yengeç sokakların ince belli demlerinde pencere avında. Tırnaklanan yüzünde çağın bir Sabahattin Ali düşüyor mısralara:
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül, aldırma.
…
Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül, aldırma.
…
Tırnaklanan çağında yüzün, her açtığımda penceremi umuda boğuyor beni şiirin sesindeki uçurum. Şairliğimi sele veresim geliyor, kanında dolaşan isyanın rengi siyaha dönüyor. Kuşlar hep güneye uçuyor.