Hüseyin Erkan, Eğitimci/Yazar


Memleket Böyle mi Yönetilir?


Sabahattin Ali (4)

DOĞRU SÖZE NE DENİR!
“gondak nedir?”
“ülübü ne demektir?”
diye sordu telefonda
Aksekili yazar dostum

Ali Rıza Cemeroğlu.

düşündüm taşındım
“bilemedim” deyince ben
“kusura bakma ama
Aksekili değilsin sen”

deyip noktayı koydu.
H. E.

Sabahattin Ali de bir Türk genci. Askere gitmesin mi yani!
Ne güzel, evlenmişsin. Ankara’da MEB’de çevirmen olarak bir işin de varken, sırası mıydı
şimdi askerliğin? Hayır, hayır!.. Vatan görevi… Yapılması gerekir mutlaka. Şakası yok bu işin!
Yaş gelip 30’a dayanmış. Sonra güç olur. Eşi Âliye Hanım’a söyleyiverir bir gün, damdan
düşercesine. “Bu da nerden çıktı şimdi?” der gibi şaşar kalır kadıncağız.
Gerekli başvuru yapılır. İstanbul - Harbiye’deki Yedek Subay Okulu’na teslim olması istenir.
Hemen koşup İstanbul’a, okula yakın bir ev kiralar. Sonra döner Ankara’ya. Ev toplanıp göçülür
İstanbul’a.
Tez zamanda teslim olur; Yedek Subay Okulu’na. Nakliye Taburu’nda başlar eğitime. İlk gün,
kiminle tanışır, bilir misiniz? Sonradan, sosyalistlerin avukatlığını yapmakla ünlenen Niyazi Ağırhaslı
ile…
İlk romanı Kuyucaklı Yusuf, Ulus gazetesinde tefrika edildikten sonra, Remzi Bengi’nin Ümit
Kitabevi’nce basılır. (Remzi Bengi, sonradan Cağaloğlu’ndaki ünlü Remzi Kitabevi’ni kuran yayıncı.)
Asker olduktan yaklaşık iki ay sonra bir haber: “Kuyucaklı Yusuf romanı, mahkeme kararıyla
toplatıldı.”
Siz belki de savcı ve hâkimlerimizin okumadıklarını, okusalar da okuduklarını anlamadıklarını
sanırsınız; değil mi? Aynı kanıda değilim ben. Niçin mi?
Okuyorlar çünkü. Ve de okuduklarını çok iyi anlıyorlar. Öyle olmasa, 1937’de Sabahattin Ali
gibi “tescilli bir muhalif” ve de “komünistin” yazdığı romanı niçin toplatsınlar ki?
Çok iyi biliyordu ki onlar, bu romanı okuyan zehirlenecek! Devletini, vatanını ve de milletini
“özünden daha çok seven” ve de asıl görevi bu kutsal varlıkları korumak olan insanlar, göz göre göre
bu hainliğe niçin izin versinler?
Öyleyse hem bu romanın yazarını, hem yayımlayan kitabevi sahibi ile bu kitabı satma
cüretinde bulunan İnkılap Kitabevi kurucusu Garbis Fikri ve Kenan Yusuf Sertel’i elbet
yargılamalıydılar.
Mahkeme, 7 Ekim 1937 günü görülecektir. Yazarımızın canı sıkılmıştır yine. “Ne olacak şimdi
Niyazi?” diye sorar; asker arkadaşı Avukat Ağırnaslı’ya.
“Bilirkişi görüşü almaları gerekir; üç kişiden.” der arkadaşı. Düşünür, genç yazar: Eğer Nihal
Atsız ve Cemal Kutay gibilerden görüş alınırsa, hapı yutmuş demekti!

“Üzülme hemen” der; Ağırnaslı, “Mahkeme tarafsız kişilerden görüş almak mecburiyetinde.”
Mahkeme haberine çok üzülür eşi. “Üzülme, göreceksin; tarafsız bilirkişiler, çok güzel görüş
bildirecekler ve beraat edeceğim.” diye teselli eder O’nu.
Ve eşinin hamile olduğunu öğrenip unutur savcıyı, hâkimi, mahkemeyi. Normal devam eder
yaşantısına.
Mahkemenin görüleceği 7 Ekim 1937 tarihinden bir hafta önce, eşi biricik kızı Filiz’i dünyaya
getirir. Mutludur genç yazarımız. Baba olmuştur; artık O da.
Okul bitmeye yakın, birinden, kendisinin subay değil, er çıkarılacağını öğrenmesin mi?
Bir felaket olurdu bu. Eşi yani doğum yapmış; ev kirası, bebeğin masrafları…
Korka korka söyler bu haberi eşine.
Eyvah!.. Eyvah da, oturup boşu boşuna üzülmekle hiçbir sorun çözülmez. Öyleyse, ne
gerekiyorsa onu yapmalıydı; değil mi ya!
Der ki eşine:
“Bilirsin, ME Bakanı Saffet Arıkan beni sever. Bugüne kadar hep destek oldu bana. O’na bir
mektup yazıp durumu bir anlatsan!..”
Oturup o akşam, bir mektup yazarlar Arıkan’a. Âliye Hanım’ın ağzından… Hemen postaya
verir; genç yazar.
“Mahvolurum, subay değil de er çıkarırlarsa…” diye düşünür. Eşini bir komşuya emanet edip
koşar Ankara’ya.
Atatürk’ün manevi kızı tarih profesörü Âfet İnan’a gider önce. Sonra birlikte Saffet Arıkan’a.
Makamında anlatır; “Bakan”a her şeyi. Meseleyi anlayan Arıkan, hemen telefon açar; birkaç yere.
İstanbul’a içi rahatlamış olarak döner yazarımız.
Gerçekten de sorunu çözer; Arıkan. Yazarımız; asteğmen olarak atanır; Eskişehir’e.(*)
Mahkeme günü olan 7 Ekim gelip çatar. Birinci bilirkişi yazar Reşat Nuri Güntekin, verdiği
raporda, “Kuyucaklı Yusuf, ülkemiz ve edebiyatımızın yüzünü ağartacak değerli bir romandır.” der.
Çalıkuşu’nun yazarından da bu beklenirdi zaten.
Bir kurmay binbaşı ve üniversiteden bir doçentin raporları da yazarımız lehinedir.
Üç bilirkişi de romana övgüler yağdırınca, mahkeme de “beraat” kararı verir. Böylece art arda
gelen iki tehlikeden de kurtulmuş olur; genç yazar.
Sabahattin Ali, eşi ve kızı Filiz’le birlikte huzurla gider; asteğmen olarak atandığı Eskişehir’e.
Askerlik görevi bitince, ailesiyle birlikte yeniden döner Ankara’ya. Kızılay’da kiraladıkları bir
çatı katına yerleşirler.
Yaşar Nabi Nayır, Muvaffak Şeref, Niyazi Berkes, İ. Hakkı Balamir ve Sabahattin Eyüboğlu
gibi yeni dostlar edinir. Ailece görüşürler.
Fenerbahçe Stadı’na adı verilen Şükrü Saracoğlu, 1942 – 1946 yılları arasında “Başbakan”dır.
O yıllar Ankara’sının ünlü lokantası Karpiç’e uğrar; sık sık. Gören herkes ayağa fırlayıp önünü
iliklerken, bizim Sabahattin Ali, “Memleket böyle mi yönetilir; Sayın Başbakan?” diye sorar.
Saracoğlu da, korumaları yoluyla O’nu dışarı attıracağına, “Bu ne şıklık Sabahattin? Proleter
böyle mi giyinir?” diye şakayla cevap verir. O günün Başbakanları, bugünün “Bakan”larından bile
daha hoşgörür; daha alçakgönüllüymüş; desem, yanlış mı olur?
Karpiç’e gelip giden birçok ünlü şair, yazar ve kalburüstü aydın vardır ama bir tek O’dur;
duygu, düşünce ve tepkisini dışa yansıtan.
Bilindiği gibi, birçok kez yargılanmış, birçok kez hapse de girip çıkmıştır ama davranış ve
karakterinde en küçük bir değişiklik olmamıştır.
Şudur; özlemi O’nun:
Dil, din, ırk, cinsiyet ayrımı olmayan, kavgasız gürültüsüz, barış ve huzur içinde yaşanan bir
dünya…

1939’da Ulus gazetesinde tefrika edilen “İçimizdeki Şeytan” romanı, “kafatasçı” olarak
ünlenmiş birçok aşırı milliyetçinin tepkisini çeker:
Başta Nihal Atsız olmak üzere Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan ve Peyami Safa ateş
püskürürler yazara.
Roman, Remzi Kitabevi’nce kitap olarak basılınca, eski arkadaşı Nihal Atsız, yazıp çizmekle
yetinmeyip Sabahattin Ali’yi düelloya davet etmeye varıncaya kadar uzatır kavgayı.
2. Dünya Savaşı başlayınca, ikinci kez çağrılır askere. İstanbul Boğazı’nı savunacak tümende
görev alır. Eyüp dolaylarında, Büyükdere’de konuşlanır tümen. Bir koşu Ankara’ya gidip ailesini alıp
gelir. Ve “Kürk Mantolu Madonna”yı yazmaya başlar; fırsat buldukça. Çadırda elbet, askerî çadırda…
“Bakalım Mevla neyler,
Neylerse güzel eyler.”
deyip haftaya bırakalım devamını…

Hüseyin Erkan
huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

(*) Saffet Arıkan gibi bir “Bakan” tanıdıkları olmadığı için, Uğur Mumcu da “Sakıncalı Piyade” sayılıp
er çıkarılır; Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu şair ve yazar Mehmet Başaran da…
NOT: “Kürsüden Notlar: Bir Cumhuriyet Savcısının Anıları” ve “Gereksiz Adam” gibi çok beğenilen
eserlerin yazarı Ali Rıza Cemeroğlu’nu yakından tanımak isterseniz, YouTube’a girip “Yaşanmış
Gerçek Hikâyeler, Ali Rıza Cemeroğlu” diye yazın. Hem yazarla yapılmış güzel bir röportaj izleyebilir,
hem de Nazik Altınel’in, bir tesadüf sonucu yazarla nasıl tanıştığını anlatan, “Töre Cinayeti Kısa Film
Konusu” adlı çok ilginç yazısını okuyabilirsiniz. (http://blog.milliyet.com.tr/nazik)

YAZARLAR

  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 30.8 ° / 18.3 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9809,64%0,96
  • DOLAR

    32,58% 0,30
  • EURO

    35,07% 0,29
  • GRAM ALTIN

    2457,40% 0,88
  • Ç. ALTIN

    3991,84% 0,00