ALİ TAŞ ADN.


kitaplık ”ELEŞTİRİ”(*)

Ali Taş Adn.


Cengiz Gündoğdu’yu anlamak, anlatmak… Anlamak kolay, anlatması zor… Kolaylığı sıradanlığından değil; yalın, yaşamsal ve insancıl olmasından. Anlatmasının zorluğu ise yüreğe, bilince, yaşama koşutluğu yüklenme gibi hayli erdemli bir bilgeliği insan/topluma yansıtma sevdası taşımasındandır. Her ne kadar kendisi “Güdümlenen… bilinci dumura uğratılmış … okurun metalaşan eseri sonsuz sayıda tüketmesinin insani mücadele sürecine hiçbir olumlu katkısı…” olacağı konusunda bir yarar ummasa da; 1987, 1994, 2016 olmak üzere 30 yılda üç basım yapmış “Eleştiri”si, dilenir ki yazarlık gönenci de yaratabilsin, dost 
memnuniyeti yarattığı gibi.          Gündoğdu’nun “Eleştiri”si “Adak”, “İdeoloji”, “Felsefe”, “Tarih”, “Batı”, “Kalkınma”, “Sanat”,”Alkış” gibi bölümlere ayrılmış. Her bölüm başlığım ise Kemal Özer, Bertrand Russel, Nermi Uygur, Emily Dickinson, Haldun Taner, Halil Cibran adına vurgulart aşımakta. “Üçüncü Basım İçin” adlı önsöz işlevli yazısında ise “Eleştiri”nin başına gelenleri anlatıyor yazar. Fakat bundan önce; yine de, yapıtını çarçur etmeyen bilinci dumura uğratılmış o insana teşekkür ediyor Gündoğdu…(“İkinci Basım İçin…) Ve hemen bir otobiyografik roman tadı veren bir güzellikte “Eleştiri”ye giriş yapıyor; çocukken annesiyle birlikte yaşadığı, Trablusgarp’taki evliyaya gönderilmek üzere dalgaların vicdanına bıraktıkları bir şişe zeytinyağı gibi kitabını da aradığı okuruna denize bırakma isteğiyle güzel bir ironik benzetmeyi de sanat hanesine sükûtla yazıyor.(s.15/16) 
Okurunu seçmeye çalışan Gündoğdu; eleştirel anlamda değindiği Türkiye’yi de Ömer Seyfettin’in “Perili Köşk” adlı öyküsüne benzetirken; televizyonun haber dilini de eleştiri çerçevesinin içerisine alıyor… (s.22-23) “…Kuyucu Murat Paşa 60 bin insanı katletti…(s.38); “…1600 yılarında Nadajlı Abdurrahman adlı bir müderris Osmanlı sarayında katledildi.; “Abdurrahman Hoca idam edildi.”(s.41); “Kölelik kaldırılsın diyen Sapartacus, yandaşlarıyla birlikte çarmıha gerildi.”(s.41); “Eşitliğe inanan Ali İbn Muhammed önderliğinde zenc isyanı”(s.41); “…Pınar Kür, Selim İleri, Attila İlhan, Ahmet Altan, Mehmet Eroğlu, Tezer Özlü Kıral, Nedim Gürsel. Bunlar gerçek anlamda eser yazmadılar. Ya ne yazdılar? Güzelliği ahlakın kölesi yapan idealist estetiğin etkisiyle ahlak bildirgesi yazdılar.”(s.60); “Öte yanda İonya’da birçok site, İran’ın elinde. Siteler MÖ 498’de ayaklanıyor. Darius ayaklanmaları şiddetle, kanla bastırıyor.” (s.64); “…İbn Ravendi’ye bu eserlerin Yahudiler tarafından para ile yazdırıldığına dair rivayetler de (910) vardır.”(s.65): “…Önce mutezili, sonra Rafızî, daha sonra da mülhid olan İbn Ravendi (…) Aklın her şeyi çözeceğini iddia etti. Kur’anın belagatini ancak Arapların anlayacağını ileri sürerek İslamiyete karşı çıktı”(s.66)

*TARİH:                “Tarih” bölümünün girişinde görüşü bulunan İbn Haldun, “temel bilim” olarak değerlendirdiği tarih konusunda uydurma, aslı olmayan bilgi ve haberlerden yola çıkılarak tarih yapma konusuna eleştiri getirip; gerçeğin gücüne karşı konulamayacağını da vurgularken; “…Yanlışın şeytanı, tutarlı görüşün silahıyla vurulup yok edilebilir.” tümcesinin altını çizmektedir. (s.72) 
Cengiz Gündoğdu tarihin yalandan kurtulması üztünde duruyor… Tarihin tahrif edilmesini İbn Haldun eleştirirken, Gündoğdu da Kadeş Savaşı’ndan kadar giderek tarihi bir aldatmayı işaret ediyor…  Ramses’in, bilinen bir tarihi bilgi olarak yenmesinin aksine yenildiğini ifade eden Gündoğdu;  Hitit Kralı Muvatallis’in Ramses’e aman dileyen bir mektup yazmadığını da belirterek, Ramses’in, Muvattallis’in ağzından böyle bir düzmece mektup yazdırdığını dile getiriyor.(s.76) Osmanlı’ya Fatih’e kadar uzanan Gündoğdu; tarih yalanlarına koşut, tarih bilincinden yoksunluk ve şartlanmış bilinç vurguları üzerinde örneklerle de duruyor. Fatih Sultan Mehmet’in kardeşini, Sultan Mehmet Han’ın 19 kardeşini (18 kardeşini-s.98-99) öldürdüğünü alıntı kaynaklarla değerlendiren kitaplardan yaklaşımlarla eleştiriyor. (s.83)   Ordan Kuyucu Murat Paşa’lı (1607-1610) yıllara uzanıyor… “Üç yılda 65 bin insan (altmış bin-s.99-102) katlediyor. Kuyulara dolduruyor. Bunun için ‘Kuyucu’ deniyor.”(s.84)
Dahası Zenc İsyanı… Spartacus önderliğindeki yüzbinlerce katledilen insana dikkat çeken Gündoğdu; Ali b. Muhammed’in zencileri örgütlediği, Basra civarında 870’lerde geçen ve 20 yıl süren kanlı Zenc İsyanı’na, kurulan Zenci devletine değiniyor.. Tarih yoksulu Afrika’nın talihsizliğini, sömürgenlerin (İngiltere, Fransa, Portekiz) Afrika ve Asya vahşeti ile Emeviler ve Abbasiler döneminde gelen kadılık tekliflerine “zulümle iş yapmam” diyen ve sonuçta hapiste ölen Ebu Hanife örnekleriyle yer veriyor.(s.88-92) 
Fatih döneminde denizyolu ticaretinin okyanuslara kaymasının Osmanlı’ya yansıyan olumsuz etkilerini sıralayan yazar; Mustafa Akdağ, Niyazi Berkes ve İsmail Cem’in alıntılarına dayanarak, Avrupa’nın kapitalizmle kalkındığı görüşüne katılmıyor; Avrupa’da XV. yüzyılda 3.200 ton altınla gümüş olduğunu, Amerika’nın işgalinden sonra ise her yıl üç yüz ton altınla gümüşün Avrupa’ya girmesinin, Avrupa’nın kalkınmasını sağladığını belirtmeyi de tarihin doğru yazılması vurgusuna dayıyor. Afrika’nın, Kongo’nun tarihini yazmak isteyen Lumumba’nın özlemine saygı duyuyor. (s.96)

*BATI: 
Mümtaz Turhan, Nurullah Ataç, Said Halim Paşa, Namık Kemal, Mübeccel Kıray gibi isimlerin batı algısı konusunda dil, bilim, özgünlük, özgürlük, siyaset, eşitlik, demokrasi, uygarlık gibi insancıl ve yaşamsal sentezden hareket ederken eleştirilerini sürdürürken, bilinmesi gerekenin altını çiziyor Gündoğdu:”…Türkiye’nin iki birinci sorunu var. Biri geri kalmışlık. Öteki kalkınmayı gerçekleştirecek ulusal sınıfın yokluğu…”(s.125)  
Geldik mi Batı’ya… 
İsa’nın ihaneti ve ardından yine bilinmesi gereken…
“Şu bilinsin. Batı uygarlığı temeli eşitsizliğe dayanan bir uygarlık. Hiristiyanlık, Batı uygarlığının temellerinden biri.(s.128) 
Cengiz Gündoğdu’nun eleştirellik taşıyan yoğunluklu incelemesi sürüyor… Felsefeye geçiyor, Platon’un, Aristoteles’in eleştirelmezliğinden demokrasi dersi çıkarmayı, ironik anlamda, gerçeğin ışığında değerlendiriyor. Dönüyor Bilime… Pi sayısını eskiYunan’dan ikibin yıl önce Mısır’ın bulduğunu, sıfırı Avrupa’dan çok önce Hint bilginlerinin bulduğuna Celal Saraç kaynaklı değinirken, önemli bir bilim adamı olan Türk asıllı Muhammed El Harizmi’ye dikkat çekiyor… 
“El-Bettani büyük bir presizyonla Ekliptik’in (ılım dairesinin) meylini, tropikyılı (Dünyanın bahar ılım noktasından ararda iki geçişi sırasında geçen süreyi) ve mevsimleri, büyük bir prezisyonla tayin etmiş; Güneş’in semti reisde bulunabileceği en yüksek noktasının değişmezliği hakkında Batlamyos teorisini yıkmış (…) ayrıca ortografik projeksiyon yardımıyla küresel trigonometri problemleri için çok güzel çözümler bulmuş, bu bilgiler Batı’da XV. yüzyılın biimsel uyanış devri çalışmalarına rehber olmuştur. (…) Daha IX. yüzyıldan itibaren görülmeğe başlayan kudretli ilim adamlarının en ünlüsü, hiç şüphesiz Ebu Abdullah Muhammed bin-i Musa El Harizmi’dir. Türk asıllı olan Muhammed El Harizmi hakkında hemen hiçbir ciddi biyografik inceleme yapılamamıştır.(…) Batı bilim dünyasında en sürekli, en derin tesirler bırakmış bir matematikçi olarak tanınmaktadır.”(132) Cemil Meriç, Mümtaz Turhan, Lahbabi gibi, Batı’yı eleştiren düşünürlere de değiniyor Cengiz Gündoğdu.(s.133)  İngiltere’de Ulusal Cephe’nin önderi Powel’in, ülkesine yılda kabul edilen 50 bin göçmeni, üstünde yanacağı oduna benzetmesi; Japon devlet adamlarından birinin Herbert Spencer’e yazdığı mektupta (1892) Japonların yabancılarla evlenmesinden iyi sonuç alınıp alınamayacağı; Türkiye kalkınsın diye damızlık erkek getirilmeye kalkışılması satır aralarında yer alan ırkçı yaklaşımlardan birkaçı. (s.134)        
Cengiz Gündoğdu insandan, yaşamdan hareket alıp, varış yeri kültür, uygarlık olan yazısında monologu aşan bir diyalog gelişiminin ortaya koyduğu canlı biçemiyle konuları irdeliyor, okuru somut olarak adeta karşısına almaktan öte, içeriğe ortak ettiği kendine özgü bu etki/tepki veren söylemiyle kuruyor temeli sağlam olan yazısını.

*KALKINMA:
“Kalkınma”ya, Çetin Altan’ın, Türkiye’nin kalkınması merkezli, bardağın dolu tarafından seslendiği, Gündoğdu’nun da eleştirel bağlamda “ideolojik şartlanma” olarak tanımladığı,  ”Karamsarlık gericiliğin ta kendisidir.”  vurgusuyla başlıyor. (s.157) Daha sonra hedef, insancıl ve sosyo/ekonomik yönden irdeleyip, eleştirdiği “rakam tapınıcıları iktisatçılar.” (s.161) Sonra, içtenlikle feodallık arasında kurulan bağa dikkat çekiyor. (s.163)

*SANAT:
“İdeolojisiz sanat olmaz” diyor Afşar Timuçin bölüm girişinin üst yazısında. Dergi olarak Hüseyin Yurttaş’ın “Dönemeç”i, Ahmet Say’ın “Türkiye Yazıları”…  Ferit Edgü’nün, ”sanatçı dünya görüşünün tutsağı olmaz”(s.197) vurgusunun götürdüğü “gerçekliğin bozulması”nın (s.199) sonuç olarak vardığı noktada Ahmet Oktay da payına düşeni alıyor: “A. Oktay, nasıl maddeci estetiği sanat kuramına, sanat kuramını toplumcu gerçekçiliğe, toplumcu gerçekçiliği de ’dogmatik mekanik gerçekçilik’e indirgeyip çarpıtıyorsa, diyalektik maddeciliğe olduğu kadar, maddeci diyalektik metodolojiyi de öyle çarptırmaktadır.” (s.199) “…ideolojik bir sanat görüşünü ileri sürerken bile işi hiçbir zaman çığırtkanlığa dökmemesi”(s.199) ne alâ. 
Ankara Valisi Nevzat Tandoğan için anlatılan hikâye…  Solcuları odasına toplamış: ”Ne oluyor size? Bu ülkeye solculuk gerekiyorsa onu da biz yaparız.”(s.200) sözüyle koşutluk gösteriyor Enis Batur’un sözü: ”Bu ülkeye, maddeci eleştiri gerekiyorsa, onu da biz yaparız.”(s.200)  Cengiz Gündoğdu’nun: ”Toplumcu gerçekçilik derken şunu düşünüyorum. Maddeci diyalektik yönteminin sanata uygulanması. Ancak bu şekilde imgeyle gerçeklik arasındaki bağı doğru kurabiliriz.” Sözü, her şeyden önce gerçekliği iyi bilmek, gerçekliğe doğru açıdan bakmak ve gerçekliği doğru yorumlamaktan geçtiğini ifade eder Cengiz Gündoğdu (s.206); Suçkov’un,  gerçeküstücülerin imge ile gerçeklik arasındaki bağı kopardıklarıbı da.(s.205) 
    
*ALKIŞ    
Eski Yunan’da Phya’dan başladığı alkış irdelemesinde Lois Bonaparte’nin her gittiği yere alkış çıkartması yapan 10 Aralık Derneği kapsamlı alkışın tarihini araştırıyor Cengiz Gündoğdu… (s.211) Alkış derneği derken de sanki, aman bizimkilerden biri duymasın gibi bir ’laf aramızda..’ ironiliği kendini kıyıdan köşeden gösteriyor gibi… Sonra padişahların özel alkışcılarından miting alkışçılarına kadar uzanıyor. Tabii bir de “kimi tiyatroların donatımsız seyircilerin alkışlarıyla yaşadıkları”(s.213)   
Şarkılarım, güftelerim vardı, kimseye eyvallah etmeden yarışmalara katılıyordum. Sonra bir gün duydum ki yarışan bazı besteciler yakınlarını dolduruyormuş salona ki çok alkış alsın da değerlendirmede dikkat çeksin diye. Vay canına bee!..dedim. Biz de ayakta uyuyormuşuz yani!.. Biz kim, böyle bir alengirli alkış komplosu kurmak kim. Yazılarına yorum zılgıtı çaldırtmak için milleti ayağa kaldırdıkları söylenen bazı şikebaz yazarlar gibi, yazımıza yorum yazın da diyemiyoruz. 
Gündoğdu ne diyor:”Donanımlı seyirci.” Alkış bir anlamda eleştiridir, yerini bulduğunda tabii. “Alkışlayan sorumlu...”(s.214) olmakla birlikte, eleştiren, yüreklendiren, yönlendirendir. Birçok şey de olduğu gibi kendimize olan saygımızı yitirmeden alkışın hakkını vermeliyiz. 
Kaldı ki bir de, alkışın dua anlamına geldiğinden söz etmek gerekir. Hatta K. Maraş’ta, bu anlamda kabul edilen,  “Alkış” adlı bir edebiyat dergisi de çıkmaktaydı.    

*KEMAL ÖZER - CENGİZ GÜNDOĞDU RÖPORTAJI:
Şair Kemal Özer, Cengiz Gündoğdu’yla uzun bir röportaj gerçekleştiriyor. Mustafa Sercan “Eleştiri” adlı yapıtı nedeniyle sorular soruyor.  Cengiz Gündoğdu o yıllarda (1987) 3/4 yıldan beri “Varlık”da yazıyor. Kemal Özer’in ağzıyla; dokunduğu yerden ses getiren, yazıları okurla yakın ilişki kuran, kendi deyimiyle, “sevgi dolu öfkeyle” yazan bir yazar. (s.217) O, okur adına da yazarı tanımak istiyor…
Bakıyoruz Cengiz Gündoğdu’ya… Suyunbaşı Anadolu pazarlarının bir köşesindeki kitapçılar, yıl 1950’ler… Ordan  “Hz.Ali”, “Zaloğlu Rüstem”, “Kerem ile Aslı”, “Leyla ile Mecnun”, “Karacaoğlan”lara ek olarak “Pekos Bili”, “Tommiks” gibi kitaplarla geliyor 14 yaşına kadar. Ama sonra konum farklı ve daha ciddi bir alana kayıyor. Harb Okulu öğrencisi kuzen Tonguç Arkan geliyor; “Okuyacaksan doğru dürüst şeyler oku, bunları bırak” deyip “Varlık” dergisini eline tutuşturuyor.  Okuyor, bir şey anlamıyor, kuzenin ısrarıyla okumayı sürdürüyor 15 günde bir çıkan “Varlık” dergisini. Israr yarar sağlıyor. Kendisi de “Varlık”daki yazılar gibi yazmak istiyor. Niçin yazmak istediği de, pazardan aldığı kitapların sonu istediği gibi bitmediğinden kaynaklanıyor. “Varlık”daki öyküler de bazen istediği gibi bitmese de, bir bazen olgusu var, onları anladığı. Sonra, dokuz yaşlarındayken, okuduğu her şeyi yazmaya başlıyor; yüzük geçirilmiş parmakla günlerce süren el alışmasının çağrıştırdığı bir yazı alıştırması deneyimi geçiriyor on yıl süren. Ataç, Güntekin, Hugo, Gide, Balzac, okuduğu tüm yazarların yapıtlarını tek tek yazıyor. Hem okuduklarını deftere yazıyor, hem de kendisinden yazı isteniyormuş gibi yazıyor her gün. Kendini fıkra yazarı yerine de koyuyor yazarlık yolundaki bu hayali talepte. Günde üç saat uykuyla geçen günler. Ona göre yazar olmak ödül almak ya da bir kliğe katılmaktır. İkisini de reddediyor, kaleminin gücüne inanmayı seçiyor; sürekli okuyup, yazıyor. Bu ara, annesi, yazar olacağını öğrenince, “Ben seni büyük adam olasın diye okutuyorum. Sense yazar olacağım diyorsun… Sana yazık olacak evladım, yazık olacak…” (s.220) diye ağlamaya başlıyor. Yıllar sonra da ilk yazılarını okuyor, ilk kısa oyununu sahnede görüyor, seviniyor. Annesi kitap okuyan, gençliğinde keman çalan biri, evde klasikler bulunmakta. 
Yazarlığa çok önem veriyor Cengiz Gündoğdu o yaşlarda… Lise üçte felsefe öğrenmesi için öğretmeni Fransa’ya göndermek istediğinde yazarlığını önler diye gitmekten vazgeçiyor. Kemal Özer’in felsefe ya da hukukçu olmanın yazarlığı önleyip önlemeyeceği yönündeki sorusuna da, yazarlığın yazma mesleği olduğunun altını çizerek, kendi görüşüne göre önleyeceğini belirtiyor. 
Cengiz Gündoğdu, iki yıl tiyatro tekniği çalışarak tiyatroya giriyor (1969). Yazdığı ilk oyun, Vedat Günyol’a gidince, onun beğenip, Haldun Taner’e iletmesi sonucunda “Devekuşu” adlı oyun için yazdığı skeç ”Dev Aynası” adlı oyunda kullanılıyor. O sıralarda “Yeni Ufuklar”da yazıyor. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda iki oyunu oynanıyor (1978-1980). Günay Akarsu’nun çıkardığı “Oyun” dergisinde yazmaya başlıyor. Tiyatro dünyası rahatsız oluyor. Derginin ilanları kesiliyor; bırakmak istese de devam etmesi söyleniyor. Cengiz Gündoğdu şanslı olduğunu; Günay Akarsu, Haldun Taner, Vedat Günyol ve Muhsin Ertuğrul gibi isimlerin, yazar olabilecek kişileri bir bakışta anlayabilecek nitelikte kişiler olduklarının altını çizerken, “Şimdi olsaydı işim zordu.” diyor. “Tartışma”, “Tiyatro 71”, “Yazko Edebiyat”, “Dönemeç” ve “Türkiye Yazıları” gibi dergilerde yazmayı sürdürüyor.  
Kemal Özer’in, “…batılılaşmayla birlikte hor görülen bir anlatım yolu var: Yazarın sık sık araya girmesi, gerekirse küçük öyküler, fıkralar, kıssalar anlatması, kendinden söz etmesi. Sizin yazış biçiminizde de buna yöneldiğiniz görülüyor. Belli bir araştırma yaptınız mı bu üslûbu bulmak için, yoksa kendiliğinden mi oluştu?” yönündeki sorusuna; okuyup araştırma yanında Sadi, Firdevsi, Keykavus gibi Doğu klasikleri yazarlarını çok okuduğunu belirtip; bilerek onların üslûbunu seçtim diyor. Yazarlıkla ilgili diğer bir nokta, olumlu aslında…”Çok para kazanabileceği az sosyal içerikli oyunlar talebine yanıt veremediği için eşinin, evde çocuk süt bekliyor diye zorlamadığını belirtmesi dikkat çekici. Oysa bunların tersinin yaşandığı ne yazar ve sanatçı evleri var…

*3. BASIM İÇİN YAPILAN EKLER
“Bir Doktora tezi” adlı bu bölümde, Büşra Ersanlı’nın “İktisad ve Tarih, Türkiye’de ‘ResmiTarih’ Tezinin Oluşumu” adlı kitabında, 1.Türk Tarih Kongresi’nde (1932) Mahmut Esat Bozkurt’tan Maarif Vekili olarak söz edildiğini, tezin yürütücüsü olan Prof. Dr. Şerif Mardin’in de buna onay verdiğini, oysa M. Esat Bozkurt’un 1930 yılından sonra bakanlık yapmadığını, adı geçmesi gereken Maarif Vekili’nin de Esat Sagay olduğunu işaret ederek bir yanlışlığı düzeltirken; Burçin Oraloğlu yönetiminde İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynanan  (1979) “Sapak” adlı oyununda Mahmut Esat Bozkurt’u İktisat Bakanı olarak konuşturduğundan (s.277) söz eden Gündoğdu ayrıca da TBMM 1. ve 2. Dönem İzmir Milletvekili olarak meclise giren Mahmut Esat Bozkurt’un 1922 ve 1923 yıllarında İktisat Vekilliği yaptığı ve 4 Kasım 1923 tarihinden sonra da bu görevi sona erip, ayrıca Adliye Vekilliği yaptığı da (1924) ansiklopedik (Vikipedi) bilgiler arasında yer almaktadır.
      
*”ANIMSATIYORUM”(*) 
“Anımsatıyorum” bölümünde “Sınama”, “Edebiyatın Ekonomi Politiği”, “İnsana Bakış”, “Küçük Burjuvanın Avuntusu”, “Yazar Saklanmalı”, “Yanlış Hırpalama”, “Pişman Solcular”, “Her Gece Bodrum”, “Bayıltıcı Bir Dil”, Kadına Bakışı” ve “Markaya Dönüşüm” ara başlıklı küçük bölümler var. 
İnak vurgusuna Bertrand Russell’le girer Cengiz Gündoğdu; İnançların (a) varoluşları bakımından zihne bağlılıklarını, (b) doğrulukları yönünden de zihne bağlı olmadıklarının altını çizerek. (s.282) Biraz da nostalji yapar “Edebiyatın Ekonomi Politiği” adlı yazısında (s.282) 1970’lerde çatışma açısından bakılan edebiyatta kuşak ve İstanbul-taşra çatışması yaşandığını da anımsatırken; “Beğeniriz ya da beğenmeyiz, o dönemde edebiyatçının işi güzel eser yazmaktı. Ama 1970’lerden sonra durum değişti. Başka bir öğe girdi edebiyata… Bezekli bir dille, yazarın, şairin eserinden para kazanması dendi buna. Bundan böyle kuşak çatışmasından söz edilemezdi…”(s.284) açıklamasını getirir.   Yazar bu ara öteden beri ilkeli olarak savunduğu star sistemi konusunun başına dönüp, “Sanatta Star Sistemi” adlı yazısında (1984) Adalet Ağaoğlu ile Selim İleri’yi bu sistemin üretken iki emekçisi olarak görüp; Adalet Ağaoğlu’nun “Bir Düğün Gecesi” ve Selim İleri’nin”Her Gece Bodrum” adlı kitaplarıyla gerçekçi edebiyatın önünü kestiklerini vurgular. 
Cengiz Gündoğdu’nun salt kendine özgü biçemsel söylemiyle kendi penceresinden irdelemeleri eleştiri yazısı niteliğinde; yeni bir söz, vurgu, işareti biçimsel anlamda taşıyan yazısıyla geri dönüşünü netleştirip, insanı toplumdan soyutlayan, toplumsallığını göremeyen bir görüş olduğunun altını çizerken, “Antropolojizm denen bu görüşe göre, insan doğal bir varlıktır…” sözünü söylemine ekler…       
 “Adalet Ağaoğlu’yla Selim İleri de insana ‘duyumsal nesne’ olarak bakıyor. İkisi de ‘insanları verili toplumsal bağlamları içinde, mevcut yaşam koşulları içinde ele’ almıyorlar. Buraya kadar Feuerbachçı diyebiliriz iki yazara da...(…) Hem Adalet Ağaoğlu, hem Selim İleri şu noktada ayrılıyorlar düşünürümüzden. İkisi de insanı sevmiyor. İnsanı sevme özgürlüğü yok ikisinde de. Ama insanı anlatırken Feuerbachçı oluyorlar.(s.286-287) 
“Bir Düğün Gecesi”nde en çok geçen kavram hiçlik… (…) “Bir Düğün Gecesi” yılgın küçük burjuvazinin avuntu romanı, haklı çıkma kitabı…” (s.287-289) diyen Gündoğdu ayrıca da roman kahramanı Tezel’in, “Bakalım Ayşen’in kızlığına son verecek delikanlı ne biçim bir şey” gibi bir düşüncesinden duyduğu rahatsızlığı da dile getirmesinin yanı sıra, Tezel’in çocuğundan nefret etmesini, çocuk doğurmanın Tezel’in büyük yanlışlarından biri olduğunu kadına bakış açısından rahatsızlık duyulan ikinci vurgu olarak yer verir.(s.297) Her iki kitabı da derinlemesine irdeler Cengiz Gündoğdu… 
“Selim İleri kukla kişileriyle sosyalist gerçekliğe saldırıyor… Devrimci şiirin sloganla yazılamayacağını söylüyor… (…) Selim İleri’nin dili iç bayıltıcı. Selim İleri, hiç yeri yokken kullandığı… tirşe, şarap tortusu, Çingene pembesi, kızıl/mavi.. renklerle bayıltıcılığı pekiştiriyor./Selim İleri’nin anlatımı sağlıklı değil. Sevişmeyi nasıl anlatıyor bakın:’Kadının bacağı erkeğinkine değiyordu, sonra açıldı bacaklar, ikiye ayrıldılar./Bacaklar dörde ayrılabilseydi, ikiye ayrıldılar demek doğru olur. Burda bacaklar ayrıldı demek yeterlidir./Bir başka bozuk anlatım, ‘Fırınların üçü de ekmek çıkartmaya devam ediyordu. Başka her yer kapalıydı henüz.’ Burda ‘başka’ fazla, işin bir yanı daha var. Daha sonra öğreniyoruz. ‘her yer kapalı’ değil…/Yıldızların konumunu şöyle anlatıyor Selim İleri. ‘Pek az yıldız kalmıştı gökyüzünde.’ Tan ağaracak ya, yıldızlar güneş ışığında görünmeyecek ya ya, onu anlatıyor. Bu konuma yıldız kalmıyor denmez. Yıldızlar kalıyor, güneş görmemizi engelliyor./Bir bozuk anlatım daha, ‘Otobüs bekleyenlerin sayısı çoğalmış.’ Sayı belirtmek gereksiz. Otobüs bekleyenler çoğalmıştı demek yeterli. Daha böyle bozuk anlatımlar, kitap boyunca ‘sayısı çoğalarak’ sürüyor. Düşünün bir de Türk Dil Kurumu ödüllendirmiş bu kitabı.” (s.295-297) 
Sonuçta Gündoğdu, her iki kitabın da nedensizlikle yazıldığını, “Bir Düğün Gecesi’nde nedensiz çağrışımlar bulunduğunu;”Her Gece Bodrum”un ise nedensizlikle roman yazılabileceğini gösterdiğini söylerken; her iki kitabın da insanı çözümleme yönünden çok zayıf olduğunu belirtirken sorularını sıralar:”Peki, ama nasıl oldu da bu iki, kitap etkili oldu? 12  Eylül faşist darbesiyle örtüştü bu iki kitap. Küçük burjuvanın ideolojik çöküşü olumlandı bu iki kitapla…(…) 12 Eylül faşist darbesiyle postmodernizmin kavşağında Her Gece Bodrum’la Bir Düğün Gecesi buluştu. Bu buluşmayla gerçekçi romanın omurgası kırıldı. Edebiyat estetik bir yaratım olmaktan çıkarıldı. Edebiyat pazar için üretime dönüştürüldü…(…) Sanatta Star Sistemi dediğim yapılanma böyle başladı. Sırasıyla Pınar Kür, Latife Tekin starlaştırıldı. Ahmet Karcılılar, Perihan Mağden, Ahmet Altan derken, pazarlamanın ‘süreci’ Orhan Pamuk’a kadar gitti iş./Şimdi yazarlardan değil ama markalardan söz ediliyor. Yazar marka oldu.”(s.301-302)        
Eleştiriler böyle sürüp giderken bir yapıta güç veren önemli bir olgunun da insancıl donanımlı olması gerektiğinin tanımını Tolstoy ile Gorki üzerinden belirginleştirip; Tolstoy ile Gorki’nin sanatsal yöntemlerinin kendine özgü yanının da, insanın varlığına hangi bakımlardan en yüksek değer verilmesi gerektiğiyle belirlendiğini söylerken, birincisinde, kişinin ahlakça mükemmelliği, ikincisinde ise kişinin pratik dönüştürücü faaliyeti olduğunun altını çizer. 
    
*”ARİSTOTELES”
Cengiz Gündoğdu, “Epikurus İdealist miydi?”, “Tez-Antitez-Sentez Masalı”,”Aristoteles” ve “Metafizik” adlı yazılarıyla filozof-felsefe bağlamında düşüncelerini derinleştirir. “Aristoteles”te, gizil gücün işlerlik kazanabilmesi için felsefenin zorunluluğundan söz eden Gündoğdu; “kitaptaki bilgilerin birçoğu yanlış olduğu halde Aristoteles okumanın gerekliliğini vurgular; felsefeye ise Walter Kranz’ın “Antik Felsefe” adlı yapıtıyla başlanmasını önerir. Aristoteles’in aslında ekonomi politiği başlatan , (s.324) filozof olduğunu belirterek, yalnızca metaların değeri ifadesinde bir eşitlik ilişkisi bulmuş olması bile Aristoteles’in dehasının parlaklığını göstermeye yettiğini belirten Cengiz Gündoğdu; “Lenin fiyatların oluşum ve değişim yasasının (yani değer yasası) bulma dürtüsünün Aristoteles’ten çıkıp bütün klasik siyasal iktisadı geçip Marx’a vardığını söyler. (s.326) “Yunan sanat ve bilimi olmazdı, kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdı…” (s.328) diyen Cengiz Gündoğdu; “Platon insan biçimcidir. Aristoteles, insan biçimciliğe karşıdır, bundan ötürü eleştirir Platon’u…(…) antikçağda ise bir tek Platon insanbiçimci değildir insanbiçimcilik konusunda farklı görüşler ortaya koyduğu da görünürken (s.331) İslam toplumlarının karanlığa gömüldüğünü, Türkiye’de bir tek Gazi’nin halkı insanbiçimci düşüncenin pençesinden kurtarmak istediğini, Gazi’nin ölümüyle birlikte insanbiçimciliğin adım adım toplumu içine aldığını ifade eder.(s.332)
Cengiz Gündoğdu’nun derinleştirdiği konular elbette ki birkaç satırla geçiştirmekle olacak gibi değildir. Okudukça sizi derinlerine çektiği ve geniş detaylı bir bütünlük taşıdığı için bunların sindirile sindirile okunması gerekir. Fakat gel gör ki, bir araştırmacı olarak büyük bir sıkıntıyla karşıya kalırsınız bu yolu izleyip de bütünsel olarak vermeye kalkıştığınız zaman. Çünkü bir özet benzeri oluşturabilirsiniz ancak. Bu da tanıtımı biraz olsun kurtarır. 
Böyle de olsa, bu özet takıntısı nedeniyle bize göre önemli ayrıntıları vurgulayarak ancak ilerlemeye çalşıyoruz. Bu kısa bir özet gibi algılansa da, bunun insana, okuruna ulaşması gerekliliği oldukça yararlı bir işlev olarak düşünülmektedir. Bu koşutta değinmeye gerek görülen bir sözcük de, ”tutkulardan arınma” olarak nitelendirilen “Katharsis”dir. Aristoteles kaynaklı ilişkilendirilip, insanda korku ve acındırma duygularını temel işlev olarak uyandıran tragedyanın temel işlevinin de katharsisi oluşturabilmesidir. (s.332)  Konuyla ilgili olarak, Yakup Kadri’nin ”Panorama”, Orhan Kemal’ın “Bereketli Topraklar Üzerinde”, Halid Ziya’nın “Nesl-i Ahir”, Ahmet Say’ın “Kocakurt”, Tekin Sönmez’in “Ankara Düşerken”, Kemal Ateş’in “Bir Başka Şehir”, Oktay Akbal’ın “Suçumuz İnsan Olmak” ve  Öner Yağcı’nın romanını irdeler. 
“Emek ve İnsan”da ise Marks öncesi aşkın yaratılışı(nı) benimsemeyen Aristoteles’in aynı zamanda emek-insan ilişkisini ilk gören düşünür olmanın yanı sıra; Aristotelesin sorunu anlatırken çözümleme yaptığını, Aristoteles’i okumanın bir başka nedeninin de çözümleme yapmayı öğrenmek olduğunu, onun bir anlamda da eleştirel tarih felesefeciliğini, “Alan Temizliği” bölümünde vurgularken, onun, ilk kez, insana iş yükleyen bir filozof, “…bir anlamda ilk öğretmen…” olduğunu da sözlerine ekler. (s.339-343-346) İslam dünyasının ilk filozofu olan Kındi’nin, Aristoteles’in bu duruşunu sürdürdüğünü belirten Cengiz Gündoğdu, onun şu sözlerine yer verir: ”Hakbilirliğin gereği olarak bize düşen, hakikî ve ciddi konularda kendilerinden büyük ölçüde yararlandıklarımız şöyle dursun, basit ve küçük ölçüde yararlandıklarımızı dahi karalamamaktır. Her ne kadar bazı gerçekleri görmemişlerse de bize intikâl eden düşünce ürünleriyle onlar, bizim atamız ve ortağımız sayılırlar. O ürünler bize, onların hakikatine eremedikleri birçok bilgiye ulaşmak için bir yol ve araç olmuştur. (…) O halde, bize gerçeği büyük ölçüde getirenler bir yana, azıcık olarak ulaştıranlara da şükür borcumuz büyük olmalı.”
“Farabi’yle İbn Rüşd’de de bu duruş vardır. Ben de kendimle ilgili Kındi gibi düşünüyorum.”(s.347)  Bir de “kinesis” konusu var, ona da değinmek gerekir…
Filozof Hatice Nur Beyaz Erkızan’ın “Aristoteles’te Energeia ve Kinesis Ayrımı Üzerine” adlı yazısında “Energeia ve kinesis ayrımı insanı ve içinde bulunduğu evreni ahlaksal ve estetik yönden kavramanın olanağını verir.” diyen Gündoğdu;  yine Erkızan’ın alıntısına dayanarak,  bir hareket biçimi olarak belirsiz, bir amacı içinde barındırmayan ve niteliğe sahip olmayan Kinesis’in uyku uyumak, yemek yemek, yürümek gibi bir şey olduğunu belirtirken, uyku uyumanın amacının dinlenme olduğu örneği gibi, bir amaca yöneltilmeyen kinesisin yıkıcı olduğunun da altını çizer. Ve açıklar Erkızan:”Kinesis’te kalan zamanın kölesidir. Energeia durumuna gelen kişi zamanın kölesi olmaz./Kinesis’te kalan bakar-kördür. Energeia durumuna gelen baktığını bütünüyle görür.” (s.348) 
Cengiz Gündoğdu, kapitalizmin insanda energeia’yı kırdığını, insanı kinesis durumuna kilitlediğini, zamanın kölesi yaptığını, kendisine yabancılaştırdığını vurgularken;”Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği” adlı kitabın yazarı olan Hans Heinz Holz’un pratik etkili markssist felsefe bağlamından dolanıp, insana toplumsal bilinç konusunda zorlu bir görev verdiğini de değinir.  (s.349-350)   
Aristoteles’e göre her bilimin öğrenebileceğine yer verilirken, “Sanat, Mimarlık, akılla giden bir sanattır. ‘Sanat doğru akılla giden yaratmayla ilgili bir huydur.” (s.351) sözünün altı da gerçek olarak çizilip; Aklıbaşındalığın, Anaksagoras ve Thales örneği aklıbaşındalığın ötesindeki bilgeliğin; “Tek tek olanları tümel olana çıkaran sezgisel aklın.”; sosyalistlerin yaşama sanatını bilmediklerinin, yaratıcı olamadıklarının, aklıbaşında davranmadıklarının ve yaşama bilimsel bakamadıkları Holz adına alıntı olarak kaydedilir. (s.349-350) 
“…İnsan zoon politikon’dur, yani toplumsal bir hayvandır. Aristoteles’in bu yargısı bütün büyük gerçekçi edebiyat için geçerlidir… gerçekçi yazının temel ilkesidir…Yazar tarih dışı, toplum dışı insanı anlatmamalı…” (s.352) diyen Gündoğdu; bir yapıtta olay örgüsünün de önemine dikkat çekerek; Lukacs’ın, “Aristoteles olay örgüsünü olayların sanatın doğrultusunda ve doğru biçimde düzenlenmesi, bir araya getirilmesi olarak tanımlamaktadır”(s.352) sözüyle vurgularken, onun, “Son çözümlemede sanattan alınan tüm zevkin kaynağını sanatın insana özgü olan, ona yaraşan dünyayı yaşama olanağını sağlamasında bulur.” (s.353) vurgusunu da yabana atmaz. “Beden eğitiminin beden üzerinde etkisi vardır. Müzik de karakter üstünde etki yapabilir mi… Hiç kuşkusuz müziğin karakter üzerinde etkisi vardır. Böylece doğru bir eleştirme gücü olan insanlar yetişir. Müziğin ayrıca akıllıca, zevkçe zaman geçirmeye katkısı vardır.” yaklaşımının, Filozof Betül Çotukesen’in ifadesiyle, felsefi söylemin her çağında neredeyse en derin izleri bırakmış öznelerinden biri olan Aristoteles’in genel değerlendirmesi içerisindeki sanatsal payının bir bölümünü de müzik için kullanmayı sürdürür: “Daha sonra Aristoteles müziğin karakter üstündeki etkisini görür. Müzik zihin durumları da yaratır. O zaman gençler müzik eğitimi de görmeli. Müzikle eğitilmeli. (…) Gerçek anlamda sevmek, nefret etmek nasıl yaşamasanatının içindeyse haz da müziğe özgüdür. Müzik insana doğru yaşam ilkesini öğretir.” (s.354-355)

*”METAFİZİK”:
Günlük yaşamımızda metafizikin algıdaki hafifliğine değinen Cengiz Gündoğdu, Metafizik konusunu da açar… “Andronikos’un (MÖ 1.yy.) Aristoteles’in kitaplarını yayınlarken “Fizik”ten sonra sıraya koyduğu kitaba “Meta ta physika” adını verir. Doğrudan anlamı şu. Fizikten sonra. Oysa Aristoteles bu yapıtına İlk Felsefe diyor. Buna karşın yapıtın adı Metafizik kalıyor. Metafizik adını yaygınlaştıran İbn Rüşd. (…) “Bu dönemden itibaren metafizik, vahiyin verilerine karşıt olarak tanrısal şeylerin ve düşünce ve eylemin ilkelerinin akla dayanan bilgisi anlamına gelmekteydi.”  Metafizik dendiğinde ise ilk akla gelen filozofun Aristoteles olmasına karşın ilk metafizikçinin Aristoteles değil de Thales olduğunu belirtmekle kalmaz, Kazimierz Adjukiewicz üzerinden, ilk metafizikçilere fizikçiler ya da bugünkü dille natüralistler dendiğine de değinir. (s.359-360-361)  Bunun yanı sıra; Aristoteles’in metafiziğinin insanbiçimci Platon’un metafiziğine karşı olduğunu, yine Aristoteles’e göre düşünülen dünyanın düşünceden önce var olduğuna yer verir.(s.362) 
“Descartes” gibi çok kısa bir bölümde Marks’ın, Fransız materyalizminin iki eğiliminin köklerini Descartes ve Locke’den aldığını belirtir. “Spinoza ”bölümünde devam eden konuda ise Descartes metafiziğinde üç töz olduğunu, Spinoza’nın metafiziğindeki tek tözün de tanrı olduğunu vurgular.(s.363) İlerleyen satırlarda, Kant’a göre metafiziğin bir bilgi türü,  Hegel’e göre ise, Kantın, “Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür.” anlamına dayalı olarak “…Hegel’in metafiziği, tam eksiksiz metafizikti.”(s.366) değinisinin ardından insan metafiziğinin önemine dikkat çekerek, böyle bir metafizik olmayışını dile getiren Gündoğdu;  Heinemann’ın, metafizikçinin, insan yaşamının ve varoluşunun yeni anlam bağlarını ortaya koyduğunu ifade eder. “Doğa Metafiziği”, “Platon’da Oluşum Metafiziği”, Aristoteles’te Oluşum Metafiziği” gibi irdeleyişler sürerken;”Aristoteles’in metafiziğinin temelinde töz vardır. Ayaltındaki tözler, biçimle maddeden oluşur. Söz gelimi, insanın biçimi vardır, et, kemik, kan maddesidir.” (s.370) Metafizik içindeki nesnelerden de söz edip, Platon’un, “ayaltı dünyada nesneler durmaksızın değiştiği için, onlarla ilgili bilgi edinemeyiz.” derken, Aristoteles maddi, biçimsel, etkin ve ereksel olmak üzere dört neden ileri sürer. (s.370) 
“Metafizik Kavga”da, Ortaçağda, Aristoteles’in evren çizimine ilk vuruşu yaparak yeri evrenin merkezi olmaktan çıkaran “Cusanus’un (1401-1464) bu öğretisi, ortaçağın Aristotelesçi evren tablosuna büyük bir darbe idi…” derken, için şöyle der Macit Gökberk, “Giordano Bruno’nun (1584-1600)  Kopernikus sistemine dayanan dünya görüşü, bu sistemin yalnız astronomik görüşünde durup kalmamış, ona bir metafizik temel de kazandırmıştır. Bruno sonsuz evren içinde sayısız sonlu dünyalar kabul etmişti.” “Bruno’nun metafiziği Katolik Kilisesini korkuttu. Bruno’yu yaktılar.” (s.374)      
“Metafizik-Bilim İlişkisi’nde, Macit Gökberk açıklıyor… “Giordano Bruno’nun hayal gücü ve duygu ile yüklü doğa felsefesi, Kopernikus’un öğretisi üzerine metafizik bir evren tablosu kurmuştu. Kopernikus’un getirdiği büyük devrimin taşıdığı olanakları bilimsel olarak geliştiren asıl Kepler ile Galilei olacaktır. Bu iki bilgin, Renaissance’nin doğa görüşünü duygu öğelerinden, estetik çizgilerinden sıyırarak, ona tam bir matematik form vermeye çalışacaklardır. Bununla da, doğa gerçeğini bir matematik bağıntılar sistemi olarak kavrayan bugünkü doğa bilimimizin temelleri atılmış olacaktır.” (s.374) Bu ara, Galilei’nin Platoncu olduğu da belirtilir. 
“Kant’ın Gökyüzü Metafiziği”nde, Kant’ın, Newton’un bile cesaret edemediği bir çabaya girişerek evrendeki düzenliliğin oluşumunu aydınlatmaya çalıştığı görülür. “Toplum Metafiziği” ile “Platon’un Metafiziği” sıradadır… Platon (MÖ 427-347) “Devlet adlı yapıtında toplum metafiziğini kurar.” Devletin temelindeki korucuların eğitiminin müzikle başladığı, ağlatan, sızlatan, gençleri sarhoş eden, tembelliğe iten, gevşekliğe alıştıran yani geçtiğimiz yıllardaki gibi, arabesk müziğe bu devlette izin verilmediği vurgulanır. “Bu devlette müzik en umutsuz… en kötü durumda olanı bile dirence alıştıran müzik olmalı.” (s.379-380) “Platon aile kurumunu da kaldırır. Aile kurumu kişileri bencilleştirir… Platonun devletinde ‘…her iki cinsin de en iyilerinin en fazla, en kötülerinin en az çiftleşmeleri gerekir.” (s.380)  
“Filozof Olmaya Aday Gençlerin Eğitimi” (s.381) var. Farabi’nin Toplum Metafiziği’nde ise, “İslam uygarlığında gelişen felsefeye göre Aristoteles ilk öğretmen, Farabi (MS 870-950) ikinci öğretmendir./İbn Sina, Aristoteles’in Metafizik adlı yapıtını kırk kez okumuş anlamamıştır. Farabi’nin Metafizik yorumunu okudukta Aristoteles’i anlamıştır. Farabi böylesine büyük filozoftur.” (s.382)  Farabi’nin toplum metafiziğinden söz eden iki kitabın kendinde bulunduğunu belirten Cengiz Gündoğdu, bunların, “İdeal Devlet”, diğerinin “Öbürü İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri” adlarını taşıdıklarını belirtir. İlginçtir, kentleri önce “Erdemli kent”, “Erdemli kente zıt kentler” diye ikiye ayıran Farabi’nin, daha sonra, “Kara Bilgisiz Kent”, “Bozuk Kent”, “Karakteri Değişmiş Kent” ve “Doğru Yolu Bulmamış Kent” olarak kendi aralarında da dörde ayırır. “Yaşadığı dönemin kökten eleştirisidir bu kentler.” Barış içinde yaşayan bir toplum tasarlayan Farabi, yetkin toplumları ise “Küçük Toplum (Tek bir kentten oluşan yetkin toplum), Orta Toplum (Tek bir ulusun yetkin toplum kurması ve Büyük Toplum (Bütün ulusların bir araya gelerek kurdukları yetkin toplum)  olarak üçe ayırır. Kent yöneticilerini de özellikli seçer. Cengiz Gündoğdu, ”Başka Ütopyalar”da, Thomas More’un “Ütopia”sının, Bacon’un “Yeni Atlantis”inin ve Campanella’nın “Güneş Ülkesi” adlı yapıtlarının birer toplum metafiziği olduklarını söyleyip, yerel olduklarının da altını çizerken; “Oysa Farabi barışçı, evrensel bir toplum metafiziği kurmuştur.” der. (s.385) Mina Urgan, Karl Kautsky, tarihçilerin, More’un din konusunda düşündüklerini uzun uzun tartışırken, onun sosyalizmini ’boş hayaller’ diye birkaç satırla geçiştirdiklerini; oysa More’un dünyanın ilk sosyalisti olduğunu söyler.”(s.385) Bununla birlikte, İslam Komüncülerinin de olduğunu, Faik Bulut’un, “Karmatiler, “Kurtarılmış Bölgelerde’, mal ortaklığına ve kolektif ürüne dayanan eşitlikçi komünal bir toplum kurdular.” (s.386) vurgusu kitaptaki yerini alıyor.             
       
*BİR YAZARI TANIMAK
Bu bölümde bir yazarın metafiziğinden izler bulacaksınız… Öyle diyor Cengiz Gündoğdu:”Benim Metafiziğim”: “Yazar olacaktım… defterimdeki ilk yazı 1958 tarihli.” diyor Cengiz Gündoğdu…O dönemde okuldaki iki küme olan Müslümanlarla Turancıların dergilerini bedava verdiklerini, kendisinin de Turancılığa yatkın olduğunu belirtiyor. Her ikisinde de kendisinin aşamadığı bir ırksal ve dinsel ayrımcılık sorunu olduğunu; çok önceleri kendisinin bütün dinlerin ibadethanelerine anneannesi tarafından götürüldüğünü ve onun: ”Büyüdüğün zaman ne olursan ol, hiçbir biçimde din… mezhep ayrımı yapmayacaksın” sözünün yaşamında etkili olduğunu dile getiriyor. 
Türkçenin aslına dönmesine karşı olan, Osmanlıca sözcükleri savunan Nüvit Özdoğru’nun “Türkçemiz” adlı kitabını okuyor Gündoğdu. O sıralarda eve Yaşar Nabi Nayır’ın “Varlık” dergisi gelmeye başlayınca ilk özümseme, değişim başlıyor.. “Varlık”la birlikte Cumhuriyet’in aydınlığını görüyor, Nurullah Ataç’ın kalemiyle tanışıyor, daha sonra da Ataç’ın kitaplarını edinip, okuduğuna değiniyor… “Ataç, beni İslamcılardan… Turancılardan… Türkçe olmayan bir dili savunan Nüvit Özdoğru’dan çekti aldı…” Böylece yazarlığının ilk oluşumu, anneannesinin ayrımsızlığa yöneltmesi ve son olarak da annesinin, ”Yazar olacaksın sakın unutma. İnsana ekmek borcun var.” sözü Cengiz Gündoğdu’nun çocukluğundan yaşamına atılan köprülerin ayakları oluyor. Tabii burda annenin “…ekmek borcu…” var vurgusuna karşılık sorulan “nasıl”ın yanıtlarını annenin ateşi bulan insana kadar gitmesi, “İnsancıl”ın üzerine ilk düşen gölgelerden biri olarak düşünülebilir. (s.387) Dinsel öğreti ve eğitimin yaşamına yansıdığı görülüyor sonra “Kader Sorunu”nda… Böyle bir temelden gelse de daha akılcı ve bilimsel davranışlar sürülüyor büyüdükçe. Daha sonra görüyor; ”İslam felsefesinde kader ahiret önemli bir sorun.”(s.387) 
“Yolda Yürürken”de, ilk etkilendiği filozof olan Descartes’ten etkilendiği üç noktadan söz ediyor… (…) “Descartes’in üç etkisi. Ezberden kaçın. Önyargılarla zihnini sakatlama.  Bilgin dudakta kalmasın, zihnine çıkar.” (s.388-389) Devam ediyor böylece… “Okumanın sonu (yani tahsilin gayesi) düşünceyi, karşısına çıkan bütün şeylerin üzerine, sağlam ve doğru hükümler verecek şekilde idare etmek olmalıdır.”(Descartes-“Aklın İdaresi İçin Kurallar”/ “Tabiat Işığı İle Hakikati Arama, bu sâf ışık,  sağ duyulu adamın ne din, ne de felsefenin yardımına el uzatmaksızın’ doğruları bulabilir, doğru düşünebilir.” (Descartes-“Aklın İdaresi İçin Kurallar-Açıklamalar”) sözünden sonra düşüncesini sürdürür: “Descartes’in büyük etkisi üçüncü nokta oldu. Descartes bir handa çok bilgili bir insanla karşılaşır. Adamla konuştuktan sonra şunu anlar. Adamın bilgisi dudakta kalmıştır, zihne gitmemiştir.(s.389)

*“YOLDA” 
Gündoğdu’nun yolculuğu sürer… Antik dönem filozofları… Sokrates, Platon, Epikurus, Konfüçyus, Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd. “Yön” dergisi,”Yön bildirisi”… Yakup Kadri, Sait Faik, Orhan Kemal, Oktay Akbal, Kemal Bekir, Balzac, Tolstoy, Gorki, Tevfik Fikret, A.Kadir, Rıfat Ilgaz ve Nazım Hikmet gibi gerçekçi yazarların yapıtları. 1974/“Kapital” “Artı değer… sömürü.. Engels… tarihi maddecilik.. yol ışıklanıyor. “ sonra Aristoteles… benim için kutup yıldızı.” 
“Aristoteles’i okur okumaz şunu anladım, bende edilgen güç vardı. Örnek veriyorum. Beni Nüvit Özdoğru pastutmuş bir dili savunan Türkçemiz kitabıyla etkileyemedi. Ataç etkiledi.” Diyen Gündoğdu; “Gazali’den hiç etkilenmedim. Farabi’den etkilendim. Bunun nedeni şudur. Farabi’nin felsefesi insana dönüktür. Gazali’nin felsefesi insana karşıdır. (s.389) diyor… Plotinos’tan, Freud’dan hiç etkilenmiyor; Epikurus ve Pavlov’un yanı sıra insan türüne dönük filozoflardan, yazarlardan, şairlerden etkileniyor. “Kaç İnsanı Yaşadım” adlı yazısının “insan fırtınası” olduğunu söylerken; “Yazarlık yolundan milim sapmadım. Şunun bilinmesini istedim. Yazarlık benim için hiçbir zaman için araç olmadı. Para kazanmak… ünlenmek… ödüller… Hepsini yolumdan attım tekmeyle.” (s.390)    
“Derme Çatma Bilgi”ye verdiği örnekte, 26 yılönce, Kasım 1990’daki İnsancıl’ın ilk sayısında Filozof Betül Çotukesen’le yaptığı söyleşide, onun, “Ortaçağ karanlık değildir” gibi, bilinen bilgiye ters düşen sözü üzerine, o sava çalışmasını, Ortaçağ karanlıktır bilgisini betonlaştırmadığı için kolayca yeni bilgiyi yine derme çatma kurduğuna değinip; Lenin’i okuduktan sonra da, doğru bildiği tez-antitez-sentez bilgisini attığını; yıllar sonra Aristoteles’i okurken de, bilgiyi, yazarlığı bir amacı gerçekleştirmek için seçmediğini; bilgiyi, bilgi için, yazarlığı yazarlık için seçtiğini vurguluyor. (s.390)

*”DERGİ METAFİZİĞİ”
Lisedeyken dergi çıkarmaya karar verdiği bir arkadaşıyla yıllar sonra kent içi taşıt durağında eski püskü giysiler içerisinde, yankesici yakalamak üzere olan bir sivil polis olarak karşılaştıklarında, “Olur mu, bizim dergi?...” demeye kalmadan onun gözden kayboluşunu da ilginç bir anı olarak aktaran Cengiz Gündoğdu; çeşitli yerlerde yaza yaza 1990’a geldiğinde yedi yıldır “Varlık” dergisini yöneten Kemal Özer’in yardımcısı olarak, onun “Varlık” dergisi yönetmenliğini bırakmasıyla kendisinin de dergiden ayrılışını belirtirken, kimi yazarların bunu bir barda kutladıklarını da sözlerine ekliyor.  Ve sonra “İnsancıl…” Bu ayrılıştan sonra aydınlanmacı, felsefi ve karşı gerçekçi burjuva yazınına karşı savaşım verebilecek bir dergi çıkarmak istemesine rağmen, starları eleştiren bir yazarın çevresinde olmadığından yakınırken de günün gerçeğini vurguluyor:” “Adalet Ağaoğlu’nu, Selim İleri’yi, Füruzan’ı, Tomris Uyar’ı eleştiren yazara kimse destek vermez.”(s.391)                           
Türkiye’de hiçbir yerde yazma olanağı kalmadığı o 12 Eylül darbe sürecinde köye yerleşmeyi düşündüğünde, Sennur Sezer: ”Sen köyde de rahat durmazsın. Ortalığı karıştırırsın. Muhtar olursun.” diye de takılıyor. İşte tam o günlerde”İnsancıl”ın doğumu yaklaşıyor… “Varlık”a, Kemal Özer’in yanına gelen Berrin Taş’ın bir dergi çıkarmak için hazır olduğu haberi gelmesi üzerine, “İnsancıl” girişimi başlıyor. O günlerde dergi toplantıları barlarda, ya da demokratik kitle örgütlerinde yapılsa da, “İlk kez Cengiz Gündoğdu, Sultanahmet’teki çay bahçelerinde dergi çıkarma toplantılarına başlattı.” Kırk kadar insan katılıyor bu toplantılara. Bu toplantılarda, “gerici burjuva basınının kollanmadığı” her öneriye açık olduğunu belirtiyor Gündoğdu. Altı ay kadar sonra da Cağaloğlu’nda üç kişinin zor sığacağı bir odada Berrin Taş ile birlikte kapıyı açıyorlar. Devam ediyorlar “Aydınlanma Metafiziği”nde… Yurt genelinde bir aydınlanma çabası görülüyor. Ankara, Adana, Antakya’da İnsancıl temsilcilikleri açılıyor. Saat 19.00-21.00 arası Türkiye’de en az beş bin kişiye aydınlanma seminerleri verilmesi tasarlanıyor. “Kar-Ya” adlı bir kooperatif kuruluyor. Okur-yazar bütünleşmesiyle en az yüz bin kişinin örgütlenmesi tasarlanıyor. Aksamalar oluyor… temsilcilikler kapanıyor, Kar-Ya’dan ayrılıyorlar…“Bir yeri ileri götürmeyi değil, bir yeri İnsancıl’ı ele geçirmeye çalışanlar da oldu (…) İnsancıl’ın başlatmak istediği aydınlanma hareketini, bu hareketin getireceği gücü anlamadılar.” (s.391-392)  

*METAFİZİK YÖNTEM
“Metafizik Yöntem”de, “Bütün dünyada Marks’ın, Engels’ın doğru dürüst okunduğu konusunda ağır kuşkularım var./Marks, Engels doğru dürüst okunsaydı, analitik marksizm, Batı marksizmi, yapısalcı marksizm, Frankfurt Okulları ortaya çıkmazdı.” diyen Cengiz Gündoğdu, doğru okumanın da, Lukacs’tan verdiği örnekle, sanat-emek ilişkisi olduğunun altını çiziyor… Sanat ve oyun konusu… Schiller, sanatın doğuşuna oyuna bağlarken, Lukacs, Schiller’i eleştirir: “…Schiller’in sanat ile sanat eylemini çalışmadan kesinlikle ayırması, bunları birbirinin karşıtı olarak ortaya koyması, zorunlu olarak sanatın içerikten yoksun kalmasına yol açar. Schiller, somut açıklamalarında bu tehlikeyi sık sık derinden duyumsamıştır; bu tehlikeyi her zaman aşamamış oluşunun nedeni, kaynağını sanat ile çalışmayı birbirine düşman iki uç olarak sergilemesinde bulur”(s.393) Nesneleri harekette iken değil de durgudayken; aslında değişken değil de durağan olarak; dirilikleri içinde değil de ölülükleri içinde gözlemleme alışkanlığı kaldığını; Bacon ile Locke’nin nesneleri bu türlü inceleme tarzını, doğa biliminden felsefeye aktarınca, son yüzyıla özgü, dar, metafizik düşünce tarzı doğduğundan yakınan Engels’in alıntısından hareket eden Cengiz Gündoğdu; “Marks’ın yöntemi diyalektik olmasaydı Kapital’ı yazamazdı…” der. (s.395-396)

”EYLÜL 2016’DA KENDİMLE YAPILAN SÖYLEŞİ             
*AYDIN YA DA ENTELEKTÜEL OLMA SORUNU 
Cengiz Gündoğdu, üç yüz yıl, beş yüzyıl sonra okunacak bir yazar olduğu, yüzüne söylenen bir değerlendirme olarak yazısında yer alırken; kendisine entelektüel, aydın dendiğini söylese de, yeri geldiğinde yanılsamasını bilgisizlikle suçlama gibi bir özeleştiriden kendisini alıkoymadığı da görülür. Kendine karşı koyuşunu sürdürüp; o aydın, entelektüel yakıştırmasını Farabi, İbn Rüşd, Descartes vb. aydın filozoflar karşısında bir tarafa koyarken, Türkçeyi güzel kullanışını yadsımadığı, özgüveni olan, genel anlamda, olması gereken bir alçakgönüllülükle, kendisinin sadece Aristoteles’in “Metafizik”ini, Marks’ın “Kapital”ini, Lukacs’ın “Estetik”ini aktaran yetkin bir aktarıcı olduğunu belirtirken, insana inanan, bilinç açıcı işlevini hoşnutlukla duyumsayan umutlu, aydın bir yazar… 
Aydın deyince de Nusret Hızır’lı tümceye değinmek gerekir…
“-Sen Nusret Hızır’ı bilir misin.
-Bilirim…şimdi ne gereği var.           
-Nusret Hızır’ın şöyle bir gereği var. Soruyorlar Nusret Hızır’a. “Acaba gerçek bir aydın donanımında sanatı ve felsefeyi, onlarsız olunamaz öğeler olarak mı görüyorsunuz?’ 
“-Nusret Hızır, şöyle yanıtlar bunu.” ‘Aydın donanımına karışmam. Karışma haklarını kendimde görmüyorum. Sürüden biri olmamaya uğraşana, ya da sürüden biri olmaktan kurtulmaya uğraşana aydın denir. Ne diyorsun.’
“-Ben Nusret Hızır’ın sürü kavramını kullanmadan şöyle diyorum. Günlük insan olmamaya ya da günlük insandan kurtulmaya uğraşana aydın denir.”

*NE DEDİLER 
Cengiz Gündoğdu’nun otobiyoğrofik paylaşımından ve kendiyle olan röportajından bilgiler edinilmesine ediniliyor ama bir de yazarın dışındaki izlenimleri öğrenmek gerekir… İşte, ”Eleştiri”nin arka kapağı ile son sayfasında (s.428) böyle bir düzlem yakalayabilmek olası… Sibel Özbudun, felsefeye giden yolu işaret ederek, Cengiz Gündoğdu’dan, durmaksızın soru sormayı öğrendiğini; Niels Hav, “…o konuştuğu zaman, felsefenin kökeninde ‘bilgelik sevgisi’ olduğunu” anladığını, Temel Demirer, etkinliği, estetik insani eylemleri birleştirip örgütleyerek, ortak bir ereğe yönlendirmede ifadesini bulurken, hayattan başka zenginliği olmayan Gündoğdu’nun tek’sermayesinin erdem ve bilgelik olduğunu; Özgüç Güven, onun yalnız bir yazar değil aynı zamanda pekçok felsefeciden daha fazla felsefeci, bir felsefe sevdalısı, bilgiliksever olduğunu; Ayhan Caylar, kitaplarının insan bilincine ışık saçtığını, sistem dışı düşünmeyi, sistemdışı davranmayı örgütleyerek insani değerlere katkı yapan yazarı okuduğunuzda tutsaklıktan özgürleşme yoluna girildiğini; geniş olarak yer verdiğimiz Hilmi Büyükşekerci ise, özgürlüğü duyumsatan Cengiz Gündoğdu’yu “anlatmaktansa okumak güzel” demektedir.  Son sayfada ise, Hasan Akarsu, yazardan söz ettiğinde, onun eleştiri yazılarının alışkanlık yaptığına, insanı zenginleştirdiğine değinirken; Süheyla Ekemen, bilgelik değinili yaşam deneyiminden; Baha Çıtakoğlu, içinde duyup kendisiyle konuşmasını, hem ağlayıp, hem daha çok sevdiğini; Adnan Öztel, onun, Spinoza’nın aydınlığını daha çok sürdürdüğünü;  Deniz Saraç ise  felsefeyi seçkin bir azınlığın elinden kurtarıp sokağa indiren Cengiz Gündoğdu’nun sermaye kültürüne karşı yıllardır inatla savaşan bir savaşımcı olduğundan söz ederler.

    *(Eleştiri/İnsancıl Yayınları/Deneme-Eleştiri Dizisi-21/428 sayfa/3.Basım/Aralık 2016)                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              

 

YAZARLAR

  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 30.8 ° / 18.3 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9809,64%0,96
  • DOLAR

    32,58% 0,30
  • EURO

    35,07% 0,29
  • GRAM ALTIN

    2457,40% 0,88
  • Ç. ALTIN

    3991,84% 0,00