ALİ TAŞ ADN.


“KAÇ İNSANI YAŞADIM”-2 (*)


Geldik mi şiire… Zeynep Alpaslan, Recep Çitikbel, Rahime Henden, Ramazan Oktay, Meryem Fehime Oruç, Mürşide Uysal ve Aylin Yıldız’ın şiirleri yer almakta “Şiir” bölümünde…“İnsana yürüdü durmadan/duraksamadan/yeryüzünün engin Okeanos’u/…”dizelerinin yer aldığı “Yeryüzü Okeanos’u adlı Uranus ve Gala’lı mitolojik derinliklere sürükleyen Zeynep Alpaslan’ın şiiri… “geceye inat/yüreği tez gün ışığı//nice söze değer katan/yeryüzü Okeanusu/…” dizeleriyle oluşan şiirinden doğa kesitli diğer bir bölümde şöyledir: ”gecesi gündüzüydü/koşmayınca ardından/kıskanılır/uzaktan/binbir çiçek açan/kır bahçesi” (s.175)

Recep Çitikbel, şiirini “Cengiz Gündoğdu’ya” adar… “Ne İçin” (176/177) adlı şiirinde Çitikbel; yalın çizgisindeki yer yer serpilen simge ve benzetmelerin ışığında içerik olarak aydınlı3k, zorluk, kültür ve yaşam gib olguları izleğine taşırken; ”Gördük biz/karda ayazda/yürürken fırtınalarda/Ne yol belliydi/Ne de izi yolun//çepeçevre sis bulutları içindeydik/zamanın acımasız çağında/…” dizeleriyle giriş yaptığı dizelerinin sonrasında şöyle sürdürür şiirini:”soyundurup örtülerinden karanlığı/çırılçıplak, özünde sözü/Sözünde ustası çırağı/işte bu,/…” “Bir Avuç Kor” (s.178), Rahime Henden’in şiiri… Şiirinde yalın ve süssüz bir dille çizdiği pastoral tabloda duygularını resmeden Henden; doğa görselliğinde şiirsel arayışlara koyulurken, somut figürleri yeğler…

II

İşte sana doğa ninnisi

annenden başka tek sığınak

Ruhun kirlenmesin dikkat et.

Seni götüren ne ötelere?

Gözlerini al benden

yüreğimi yakıyor.

Sol yanımda bir avuç kor.

Yakar durur. Yakar durur.

Çıyanlar televizyon ekranlarında

umudu zehirlerken;

her sis kilit altında

kalemler kırık.

Ramazan Oktay; ‘Ağaçların göğe uzaması/kesilip yakılmadan/Nehirlerin engelsiz akması/Çocukların korkmadan, vurulmadan/yaşaması için/Barışa emek vermeli” dizeleriyle giriş yaptığı “Barışa Emek Vermeli” şiirini sürdürüğü; “Beraber şarkı söylemek/Her dilden/Seslerimiz duyulsun/Yankılansın yüksek dağlardan/Ulaşsın dosta” dizeleriyle, insan/yaşam/evren bağlamına giren yaşamsal olgularla şöyle sonlandırır:”İşte o zaman/Nehirler çağıldar/Çocuklar özgürce koşar/Dönüşür emeğimiz/Umuda ve barışa” (s.179) “Korku” adlı şiir Meryem Fehime Oruç’undur… Sade, duru, içli bir dille yazdığı şiirinde soyut bir görsellik ve kaygılı bir dille karanlığın içinden seslenir adeta:”Günün her saati kusuyorlar korkularını/Yetmez mi bu zulüm/Yetmez mi bu körlük/Ey zamanın sabahı/Uyandır içimin aydınlığını/Ey vicdanın elleri/Gömün sahipsiz cenazeleri…” Umudu ve çocuğu başat olarak ileri sürdüğü devam eden dizelerde, “…Alın ışığını gözümün/Alın isyan eden ayağımı dilimi/Katın damla damla kanatla/Kahkaha saçan umudumuza/Umudumuz mücadelemizin beşiği/hasadınla büyür çocuklarımız…” diyen Oruç şiirini şöyle sürdürür:”…/Damla damla gülücük/kucaklarken yeri göğü/onlar korkularından/eğilecek rüzgârımızla/Ve çocuklar/zamanın aydınlığı/Kucak kucak kahkahayla/yeşertecek evrenin beşiğini”(s.180)

Dilara, dünyada bir peri

Parlayan gözleri bal rengi

Renklere karşılık veren biri (s.181)

Çocuk izleğinin ürün boyu yer aldığı bir şiir olan “Dilara”, Mürşide Uysal’a ait… “İlk gözağrım,/Sevdadan yandığım,/Gönlümün serinliği,/Sevgimin derinliği,” gibi ses ve uyak olarak teknik özellik dışında mani ile ninni arasında gidip gelen şiirde, çağdaş ve evrensel değerler haklı olarak hedef gösterilir:

Kolay olmayacak, çığır açmak

Hakların çiğnendiği zamanlarda,

İnadına bilimin peşinden koşmak

Yok olacak zorluklar, isteğin karşısında(s.181)

Dizelerinde, kadınlar adına sözcülük üstlenmiş gibidir Aylin Yıldız, “Acınası Suskunlukları Ateşe Dönüştüren Kadınlar” adlı şiirinde. “Acınası suskunluklara/dönüştireceğiz ateşe” karalılığıyla son bulan şiir; suskunluklar, karanlıklar, bataklıklar, çürümüşlükler coşku ve kararlılıkla aşılmak istenir:

gündoğumuna

aydınlık kar taneleriyle uyandı

kadınlar

ürperten yellerle yağdılar

utanç sokaklarında

kirli ağızlı başlara

çamurdan sakallı çürümüşlüklere (s.182)

 

*DENEME

Deneme ve mektubun bir yazarın kendine özgü biçemini ortaya koyabileceği bir sınav meydanı olduğu bilinen bir şey olsa gerek… O nedenle,”Kaç İnsan Yaşadım”da estetik yeliyle vardığımız bu noktanın, sanata en yakın bir özel bölüm olduğunu söyleyebiliriz. Kemal Ateş, Adnan Özyalçıner, Güldane Bulut, Nil Çomunoğlu, Sadife İnan, Remzi İnanç, Kevser İntepe, Mehmet Karakelle, Korkut Köseoğlu, Asım Öztürk, Asım Öztürk, Mustafa Tabak, Dursun Yiğit, Cafer Yıldırım, Dilek Yılmaz, Mürüvvet Yılmaz, Şermin Yılmaz ve Özden Yurdal imzalı yazılar görüyoruz bu bölümde…

“Fakir Baykurt’tan Bir Roman ‘Eşekli Kütüphaneci” (s.185-187) Yazısına, ”Fakir Baykurt (1929) ile ilgili Aydınlık’taki bir yazım üzerine Nazan Sezgin adlı bir okurdan; edebiyatta mahalli dili olumlu bulan fakat Gürcü asıllı olan Fakir Baykurt’un ana dilinin Türkçe olmaması nedeniyle,“…sonradan öğrenilmiş bir Türkçe ile mahalli Türkçeler yazılmaz” eleştirisini, görüntüye dayandırılarak ortaya konan yanlış ve kasıtlı bir yıpratılma amacı taşıyan bir bilgi olarak değerlendiren Kemal Ateş; FakirBaykurt’un Yörük olduğunu belirtip; ayrıca doğum yeri olmayan Türkmen köyü Hemite’de büyüyen Yaşar Kemal’ın Anadolu Türkçesini en iyi kullanan yazarların başında geldiğini vurgulayarak, okurun yanlış düşüncesini çürütmüştür. ‘Türk Edebiyatında Yöre Diline Yöneliş ve Fakir Baykurt’un Dili” adlı yüksek lisans tezide hazırlayan yazar Kemal Ateş; “yerel dil-yöre dili” konusunda derinlemesine araştırmalar yapıp, “yerel dil“ olduğu sanılan binlerce sözcüğün aslında ihmal edilmiş sözcükler olduğunu anlatmaya çalıştığını da vurgulamaktadır. Bu konuda; “Sait Faik, kendi anlatımını da sorguladığı bir öyküsünde şöyle der:Yazı yazarken, yaptığınız benzetmeler, halk dilindeki anonim benzetmeleri (teşbihleri) aşamayacaksa, anonim benzetmelere başvurun.Yani anlatmak istediğiniz bir olayı, duyguyu, durumu halk dilinde anlatan sözcükler, deyimler, benzetmeler mutlaka vardır, önce onları düşünmemizi ister Sait Faik.Yaptığınız bir benzetme onları aşmıyorsa, halk dilinden daha güzel değilse vazgeçin,halk dilindeki anonim benzetmeleri kullanın …”(s.186) diyen Sait Faik’in bir tarafa not edilmesi gereken vurgusu da, Kemal Ateş’in “ihmal edilmiş sözcükler” savunusunu da desteklemektedir. Kemal Ateş adına konu gelip “Eşekli Kütüphaneci”ye dayanmıştır… Fakir Baykurt, son romanı olan “Eşekli Kütüphaneci”yi hasta yatağında bitirdiğini belirten Kemal Ateş’in de bir röportaj olmaktan çıkardığı “Eşekli Kütüphaneci”de, Sait Faik’in gösterdiği çizgiden giderek, dinler arasındaki farkın, “Gâvur ile Müslüman arasındaki ayırt, soğanın kabuğu kadar” tümcesiyle ortaya konulduğunu gösterdikten sonra Fakir Baykurt hakkındaki, bu konuyla ilgili düşüncelerini şöyle dile getirir: ”Fakir Baykurt Türkçeden ödün vermez, öz Türkçe yazar. Başlangıçta romanlarında, öykülerinde fazlaca ağız taklidi yaptıysa da, sonra bundan vazgeçtiğini kendisi de söyler. Ancak bu Anadolu Türkçesinden vazgeçtiği anlamına gelmez, sadece söyleyişteki ağız taklitçiliğinden vazgeçti. Yani’ koşmak’ yerine ‘goşmak’ demenin romana bir şey katmayacağını anladı. O söyleyişte eski tutumundan vazgeçse de, bütün yapıtlarında Anadolu’daki söz varlığından, deyimlerinden yararlanmayı hep sürdürdü.”(s.186) Kemal Ateş’in kısa ama bir yazar için öykü ve roman konusunda önemli derinlik taşıyan yazısı oldukça uzadı. Fakat sırada bir de, başlık olarak konuyu işaret eden bir de “Eşekli Kütüphaneci” Mustafa Güzelgöz var. Köy Enstitüleri’nün varlık süreciyle zaman olarak koşutluk taşıyan “Eşekli Kütüphaneci” olayı köy çocuklarıyla, köylüleri bir eğitim, kültür ve aydınlanma sürecinin kulvarlarında birlikte koşturmuştur ki, köylülerle çocukları birlikte dünya klâsiklerini okuma, tanıma gibi bir güzellikle sonuçlanmıştır. Evet Mustafa Güzelgöz demiştik, söz edelim ondan da biraz… Kütüphanecilik literatürüne “Ürgüp Sistemi” olarak geçen bir yöntemle köylere kitap götürür Mustafa Güzelgöz (1921-18 Şubat 2015)… Tahsin Ağa Kütüphanesi’nde göreve başladıktan sonra 36 köye kitap götürmesinin yanı sıra fotoğrafçılık, sinema, köy gazetesi, folklor, bando, yörenin spor, kooperatifçilik vb. sanatsal, kültürel ve sosyal konularda yörenin bilinçlenip, gelişmesi için çaba göstermiştir.

Güldane Bulut, “Kent Felsefesi” (s.188-192) adlı yazısında, insan/doğa ilişkisi gözetilmeden, ranta göre kurulan kentleri eleştirip; kentte yaşayan insanların çeşitli anılarının bulunmasının göz önüne alınmadığını, kentlerin simgeleriyle birlikte yaşamalarının ve kent estetiğinin düşünülmediğini anlatan Güldane Bulut; Gürhan Tümer, mimarlık, dil ilişkileri üzerine yaptığı çalışmada, mimari yapı kurulurken mimarın, dille, sanatla, doğayla ilişki kurmasının zorunlu olduğunu belirtip, mimarın estetik bilinç ve felsefe birikiminin olmasından söz ederken, Paris’i bugünkü Paris yapan ‘Hausman Operasyonu’na da değinmektedir.” (s.190)

Nil Çomunoğluı, “…Koşarken geçiyorum insanların arasından, biraz deniz suyu çarpıyor yüzüme, ağzımda tuzlu bir tat. Geçiyorum insanlarının arasından içimde bir mutluluk, Sait Faik, Sait Faik diye gülerek koşuyorum insana…” diyerek sonlandırdığı, Sait Faik okuru olmanın, onu okumanın ayrıcalığını bilinçli ve yarı ironik bir değiniyle yansıtmaya çalıştığı “Sait Faik Üzerine Kısa Bir Deneme”sine (s.193-194) şöyle başlar: “Sarışın bir adam, yeşil gözlü, güneş yanığı tenli, bakıyor ama görmüyor beni. Belki sigarası için ateş ister benden. Hay aksi çakmak da yok ki. Zaten ben de ateş isteyeceği tiplerden değilim ki. Nasılım? Üstüm başım çok düzgün, ayakkabılarım boyalı, yürürken burnum havada. Nasıl böyle biri oldum çıktım ben? Neden böyle hayıflandım ki? Önceden farklı mıydım? Ama Sait Faik okuyorum ben. Görür, görür beni…”

Sadife İlen, “Okuma Sanatçısı” (s.195-200) adlı yazısında okuryazar olmak, cahil, cehalet konularında görüşlerini yansıtırken, Alberto Manguel’in bir röportajında “bir toplumun, yazmadan var olabileceğini ama okumadan var olamayacağını” belirttikten sonra; “Okumayı öğrenmek, okuma sanatının önemini kavramaktır” (s.196) vurgusunu taşıyan Goethe’nin sözünün ardından hemen, Cengiz Gündoğdu’nun:”İyi bir okur olmak iyi bir yazar olmaktan zordur” sözünü ekleyiverir. Franz Kafka’nın: “İyi bir kitap, içimizdeki donmuş denize indirilen bir balta gibi olmalıdır.” sözünü de anımsatan İlen; çeşitli nedenlerle toplumda yozlaşma ve çürümenin altını çizerken, kitap ve okumanın önemini vurgulamaktadır.

“Yazma Eyleminin Araçları Üzerine” (s.201-206) adlı yazısında, Cervantes’in: ”Kalem aklın dilidir” yazısıyla giriş yapan Remzi İnanç; Sait Kemal, Yaşar Kemal, Necip Mahfuz, ’ın yazma konusundaki duygu ve yöntemlerine değinip, Ahmet Rasim’in nasıl yazdığını da belirtmektedir. Kendi iş ve yazın yaşamında daktilodan bilgisayara uzanan öyküsellikleri yansıtan Remzi İnanç; Mark Twain’in (1835-1919) daktilo ile yazılan ilk roman olduğundan da söz edip, Niels Hav’ın “Benim Müthiş Kalemim” adlı şiirine de yer vermektedir.

Kevser İntepe, “Vera Pavlova-Veroçka” (s.207-208) adlı yazısında N. G. Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı” romanının karakterini Vera Pavlova’yı anlatmaktadır. Romana gelince; Nikolay Gavriloviç Çernişevski, “Nasıl Yapmalı” adlı tanınmış eserini 4 Aralık 1862-4 Nisan 1863 tarihleri arasındaki dört aylık bir sürede Petropavlovsk zindanında yazdığı bilinmektedir... Ağır ve ilginç bir yaşam öyküsü vardır Çernievski’nin… Devrimci hareketleri nedeniyle Çarlık Rosya’sı döneminde suçlanıp yakalanan (1862) yazar, yapıtını yazdığı Petropaviosk kalesine kapatılır. 19 Mayıs 1864 tarihinde Mrtninsky Meydanı’nda Çernişevski’nin halkın önünde pişmanlığını belirtmesi için bir tören düzenlendiğinde, o, Çarlık karşısında diz çökmektense ömür boyu zindanda kalmayı tercih eder ve Sibirya’da 20 yıl kürek cezasına çarptırılır.

“Vicdan Kavramı Üzerine Deneme” (s.209-212) adlı yazısında; “Her insan tekinde çocukluk çağından başlayarak bulunan; ona, belli olay ve olgular karşısında takınması gereken adil tutumu, sergilenmesi gereken doğru davranışı gösteren pusuladır vicdan…” diyen Mehmet Karakelle; vicdan konusunda saysız detaylar verdikten sonra şöyle vurgulamaktadır:”Mademki toplumu bugünden yarına değiştiremiyoruz, dahası değiştirme çabasına girişecek cesaretimiz bile yok;o zaman, vicdansız olduğumuzu bilerek nasıl yaşayacağımız konusunda kafa yormak daha verimli olacak…”

Korkut Köseoğlu, “İnanç” (s.213-2116) adlı yazısında bilim, felsefi, dini, dini olmayan gibi detaylarla ortaya koyar. İnanç dendiğinde insanın hemen akla dini inanç geldiğini söyleyen Köseoğlu; inanç denince bir düşünceye gönülden bağlılık anlamına geldiğini belirterek, bilim insanının inançları konusunda da ayrıntı vermektedir.

“İçinden akıp geçtiğimiz yaşamların bize öğrettiklerini biriktire yıka günlerimizi geçirir gideriz…” tümcesiyle başlayan yaşamsal seyir Asım Öztürk’ün, “Yaşama Sığmanıyla Okuyup Yazmak” (s.217-219) adlı yazısında “Yaratmanın o büyük evreninde olmak, o evrenin usumuza verdiği… biliyor, anlıyor olma sevincini tatmak gerekir” yaklaşımıyla yazısını sürdürmektedir.

Adnan Özyalçıner’in, “Sennur’la Konuşmalar” (a.220-222) adlı yazısında, sevgi dolu birlikteliğe götüren ölümsüz bir sevginin yansımaları görülür… “Gerekli Bir Açıklama”, “İki Yaşında”, “Portre”, “Yemekte”, ve “Sen-Ben” adlı bölümlerden oluşan, yazarın:”…2014 yılının Nisan ayının 5’inde yazmaya başladım. Adını ‘Günübirlik Düş(ünce)ler” koydum “ dediği “Sennur’la Konuşmalar”, “Kırk dokuz yıllık birlikteliğimizde senden bir şey saklamadım…” tümcesiyle başlar. “Bir sözle kuruldu dünya/ Hep o sözü aradım ve buldum: Emek” gibi dizelerinin yer aldığı “Hangi Kan” adlı şiirine de yer verilen Sennur Sezer’in özellikle şiirle ilgili yazıları şiir, deneme, çocuk kitabı, anlatı, seçki ve yemek kitabı olmak üzere 42 yapıtı bulunan; eşi Adnan Özyalçıner’in “Buruk Acı” adlı romanından aynı adla sinemaya uyarlanan (1969) filmde “Buruk Acı” ve “Buğulu Gözler” isimli şarkıların güftesini yazan Sennur Sezer’in aramızdan ayrılışının 5.yılında bir şiiriyle analım..

ÇOCUĞUN SÖYLEDİĞİ

Bir çocuk “hayır” dediğinde

Göğe bakın

Kuşlar uçuşuyor mu?

Yoksa bir uçak mı yaklaşan

Kuşkulu

***

Uykumu karşı koyduğu

Yoksa kararan ekran

Bir gülüşün ölümü

Kırılışı mı bir oyuncağın

***

Büyür çocuk

İnsan

Hayır

Sennur Sezer

Mustafa Tabak, “Ekmeğimi Kazanırken Özümden Dökülenler” (s.223-224) başlıklı yazısında, “Sanat”, “İnsan İlişkileri”, “Düşünme Yöntemi” ve “Değer” konularındaki düşüncelerini belirtir… Bir sanatçının yapıtlarından dolayı kendisinin eleştirilme yerine, yapıtının eleştirilmesini; şairin yazdığı şiirlerinde gerçekten ayrılmamasını; şiirin bilgi verme anlamında anlatandan çok duyuran olduğu yolundaki sanatsal düşüncelerini belirten Mustafa Tabak; “İnsan İlişkileri”, “Düşünme Yöntemi” ve “Değer” konularındaki düşüncelerine de yer verir.

“Penye Cumhuriyeti” (s.225-226) gibi ilk bakışta hemen ironik algılanan bir yaklaşımla yaşam ve insana yöntem ve tavır olarak eleştiri getiren Dursun Yiğit; eşyaların verdiği hazla mutlu olunamayacağının altını çizmekte; duygu ve düşüncesinin özetini bir düşünürün sözüyle noktalıyor:”Eskiden ruh bedeni belirlerken, şimdi beden ruhu belirliyor.”

Cafer Yıldırım, “Edebiyatın Geleceği” (s.227-229) adlı yazısında; “Modern insan varoluşunun peşinde olan insandır. Bu nedenle modern insanın trajedisi onun ikiz kardeşi olan varoluş bilincidir. Çünkü varoluş problemidir modern insanın en devasa problemi…”(s.227) şeklindeki yaklaşımı yer alır.”Kabul gören görüşe göre romanın giriş kapısı trajedidir…” diyen Yıldırım; “Varoluş trajedisi’yle romana malzeme olan insan kitlesi genişledikçe varlığını insanın trajedi kapısından girerek oluşturan romanın alanının daraldı”ğını belirtir.

“İnsanlığın Anayasası… Barış” (s.230-234) adlı yazısında Dilek Yılmaz’ın sokak manzaralarından yolu Suriyeli göçmen çocuklara çıkar… Dolayısıyla savaşa, düşmanlığa, duyarsızlığa özeleştiri yapan Yılmaz; “…ne yapalım bu insanları. Bunlar gülmesin. Sokağa çıkmasın. Yemesin. İçmesin. Nasıl yaşasınlar. Tez çıkarıla bir yasa, göçmenler gülmeden, yemeden, içmeden yaşaya… Bilinç durumu şu an böyle…” (s.232) demektedir. Barışcıl dizelerle seslenir Dilek Yılmaz; “…Oysa yaşadığımız topraklar insanlığın beşiğiydi. Bilim, sanat, felsefe bu topraklarda doğmuştu. Filozoflar yurduydu bu topraklar… Antik kentler, tiyatrolar Bağdat’tan Efes’e, Halep’ten Atina’ya bu topraklardaydı. Söyle İstiklal Caddesi ne oldu insanlığa?...” (s.230)

Şermin Yılmaz, “Bireyin Arzu ve İstekleri” /s.238-240) adlı yazısında, “sistemin, bireyde arzunun bütün yaratıcı gücünü ve üretkenliğini yok ettiğini; kapitalizmin, insan arzusun politize edilebilirliğini insana gösterdiğinden söz edip; tüketim kültürünün, kapitalizmin bireye verdiği ve onda oluşturduğu bir yanılsama olduğunu; meta fetişizmi bireyin kendisine yabancılaşmasına neden olduğunu ifade eder.

Özlem Yurdal, “Yüzyılın Başkenti Paris’ten Bugünün Başkentlerine” (s.241-242) seyrini sürdüren yazısında, Walter Benjamin’in postmodernizmin adımlarını ilk gören kişi olduğunu belirtir; Benjamin Franklin’i asıl yazının dışında aramak gerekir ki, salt postmodernizmin değil, faşizmin de ayak seslerini gören edebiyat eleştirmeni ve çevirmen ebiyatçı Walter Benjamin… Felsefe öğrenimi gören Franklin, dükten sonra en “Alman Tragedyasının Kökenleri” adlı doktora tezi Frankfurt Üniversitesi’nden geri çevrilince (1928) akademik kariyerden vazgeçer, daha sonra ise Paris’e yerleşir (1933). Alman mülteciler tarafından yayınlanan Sosyal Araştırmalar Dergisi’nde çıkan bir yazısı nedeniyle Alman vatandaşlığından çıkarılır ve Fransa’nın Almanya tarafından işgalinde evi Gestapo tarafından basılması üzerine Fransa’nın güneyindeki Port-Bou kentine kaçar. Burada, polis tarafından Gestapo’ya teslim edeceğini öğrenince intihar eder (26 Eylül 1940). Bertol Brech onun ardından, “Hitler’in Alman edebiyatına verdiği ilk ciddi kayıp” olarak yorumlar. (Kim Kimdir Forsnet)

*(Kaç İnsan Yaşadım/Derleme/Berrin Taş/Nisan 2018/384 sayfa)

YAZARLAR

  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 30.8 ° / 18.3 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9809,64%0,96
  • DOLAR

    32,58% 0,30
  • EURO

    35,07% 0,29
  • GRAM ALTIN

    2457,40% 0,88
  • Ç. ALTIN

    3991,84% 0,00