Hüseyin Erkan, Eğitimci/Yazar


Güçlü Olan mı Haklıdır?


 

Sabahattin Ali (5)

 

Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim

akarsuyun

meyve çağında ağacın

serpilip gelişen hayatın düşmanı…

                                               Nâzım HİKMET

 

                Hiç kimse, “Koskoca çınar ağacı, niçin meyve vermez?” diye sormaz. Aynen bunun gibi:

                “Aynı bahçede yetişen portakal tatlı da limon neden ekşi?” de demez:

                Bildiğiniz gibi, eşeğin de dört ayağı var; atın da… Ama eşeğin yaptığını at yapamaz, atın yaptığını da eşek…

                Koyun keçiye benzemez. Keçi ineğe de hiç benzemez, mandaya da.

                “Keçinin boynuzu var da kedinin ve köpeğin neden yok?” diye sormak da aklımıza gelmez hiç. Doğal sayarız bunları. Boynuzu olanları üstün, olmayanları aşağı görmeyiz. Aslanın da yok boynuzu, kaplanın da… Ne olmuş sanki!

                Ya kuşlara ne dersiniz, ya kuşlara?.. Kanatları var, uçarlar. İstedikleri yere konup göçerler. Arabaya da ihtiyaçları yok, uçağa da, helikoptere de… Mazot da aramazlar, benzin de…

                Örnekleri çoğaltmak mümkün ama gerek yok. Gelelim; neden böyle başladım, bu yazıya:

                Bitkiler için, hayvanlar için doğal saydığımız her şeyi, kendimiz için de doğal saymamız gerekmez mi? Şunu demek istiyorum:

                Elmanın tadı başka; armudun, şeftalinin, kayısının başka… Domatesin, biberin, patatesin, soğanınki bambaşka... Pazara çıkınca her birinden alıyoruz. Her ne kadar, bir türkü: Bahçelerde kereviz/Biz kereviz yemeyiz” diyorsa da bizim aile olarak çok sevdiğimiz sebzelerden biridir kereviz.

                Bizim köyde yetiştirilmezdi nedense. O nedenle çocukluğumda hiç yemedim. Özellikle evlendikten sonra, bana eşim sevdirdi kerevizi. Öyle lezzetli ki, zeytinyağlı yemeği! Her gün olsa, her gün yerim.

                “Zeytinyağlı yiyemem aman/Basma da fistan giyemem aman” türküsüne inat, zeytinin kendisi gibi, zeytinyağlı yemekleri de çok severim ben, pamuklu basmadan yapılmış fistanları da... Konuyu dağıtmamak için öze dönelim yine:

                Diyorum ki, genellikle bitkilere ve hayvanlara gösterdiğimiz anlayışı, hemcinsimiz olan insanlardan esirgiyoruz nedense. Ya dili ve dini dolayısıyla dışlıyoruz; ya ırkı ve milliyeti dolayısıyla…

                Ya giyimi kuşamıyla ötekileştiriyoruz insanları, ya düşüncesi ve tavırlarıyla. Aynı dil, aynı din, aynı ırk, aynı milliyet bile yetmiyor çoğu zaman.

                -Ya onun mezhebi? Ya onun tuttuğu parti?

                -Ya o nereli, nereli? Diyarbakırlı mı, Siirtli mi, Karslı mı, Edirneli mi?

                -Bulgar mı, Kafkas mı, Yugoslav göçmeni mi yoksa?

                Sınırı yok, ötekileştirmenin. Bilmeliyiz ki, hiçbir insan, başka bir insanın benzeri değil. Aynı anne babadan kardeş bile olsa…

                En başta anne babaların da çok iyi bilmesi gerekir bunu, öğretmenlerin de… Kız-erkek ayrımı yapmadan, çocuk ve gençlerin her biri ayrı bir yetenek çünkü.

                Kimi sözelde güçlü, kimi matematikte… Kimi fizikte güçlü, kimi müzikte…

                İyi edebiyatçıya da ihtiyacımız var bizim, iyi mühendise de… İyi siyasetçiye de ihtiyacımız var bizim; iyi sanatçıya, iyi işçiye, iyi ustaya, iyi ziraatçiye de…

                Mesleğini seven temiz fırıncıya, erdemli hukukçuya, doktora da ihtiyacımız var; namuslu müteahhide, pilota, kaptana, fabrikatöre de…

                Hele hele üç kuruşluk çıkar için onurunu satmayan, iktidara yalakalık yapmayan, güçlünün değil de haklının yanında olan şair, yazar, gazeteci, radyocu ve televizyoncuya da…

                Neden mi söyleme gereği duydum bunları?

                Şunun için: Anne-baba ve öğretmenlerimizin birçoğu:

                -Kızım, şu mesleği seç. O daha kolay, rahat edersin.

                -Oğlum, ya doktor ol, ya mühendis… Bol para kazanır, bana dua edersin.

                -Bak yavrum, felsefe, tarih, tiyatro, sinema, resim… Geç bunları, geç! Karın doyurmaz hiç biri. Bak; teyzenin oğlu nerde, dayının kızı nerde? Onlardan aşağı, mısın sen? Onların önemli mevkilere geldiğini gördüğünde, ‘Ben ne halt ettim de tıp okumadım; hukuk okumadım; puanım tuttuğu halde niçin Siyasal Bilgiler Fakültesini seçmedim?’ diye çok pişman olursun sonra.” diye diye yanlış yönlendiriyorlar; çocuklarımızı ve gençlerimizi.  

                Bunun sonucu, mesleğini sevmeyen bir sürü başarısız hukukçu, doktor, mühendis, öğretmen ve yönetici yetişiyor. Ülke olarak hep birlikte çekiyoruz zararını.

                 İyi yöneticilerimiz, namuslu gazetecilerimiz, “Adalet mülkün temelidir” inancında olan erdemli hâkimlerimiz olsaydı, ne Nâmık Kemal zindana atılırdı, ne Nâzım Hikmet, ne Sabahattin Ali

                Hırsız mıydı onlar? Devletin hazinesini mi soymuşlardı? Kadına, kıza, çocuğa mı sarkıntılık yapmışlardı? Vatanı mı satmışlardı? Neydi suçları, günahları?

                Yazı yazmışlar, şiir yazmışlar. Makale, öykü, roman ve tiyatro eserleri yazmışlar.

                Yazmasalar mıydı?

                “Yazsınlar da, yöneticileri övsünler, göklere çıkarsınlar: ‘Siz olmasanız, bizim halimiz dumandı.’ desinler. Halkın, köylünün, işçinin, marabanın sorunlarından söz etmesinler. ‘Derdinize derman arıyorsanız, birleşin ey ahali! Dernek kurun, sendika kurun. Hak verilmez, alınır. Verilmeyen hakkınızı gerekirse zorla alın!’ demesinler” diyorsunuz, öyle mi?

                Birkaç haftadır, öyküsünü anlattığım Sabahattin Ali de, egemenlerin koydukları bu kurala uymayanlardan işte. Bu nedenle önce Aydın, sonra Konya ve Sinop hapishanelerine tıkarlar; halkımızın bu yiğit yazarını. Ama herkes bir değil ki. Nâmık Kemal’in, “Dönersem kahpeyim, millet yolunda bir azimetten” dediği gibi aynı, O, asla dönmemiştir yolundan.

                1939’a Hasan-Âli Yücel ME Bakanı olur. Dünya klasiklerini Türkçe’ye kazandırma işine girişir;

 olanca gücüyle. Yazarımızdan da birkaç kitap çevirmesini ister; Almanca’dan.

                Ne güzel, değil mi? Çevir; al paranı, keyfine bak. Sana ne Cumhurbaşkanı İnönü’den, sana ne Başbakan Saraçoğlu’ndan! Dahası sana ne, Avrupa’da küçük büyük her ülkeyi yutan, sonra da Rusya’ya saldıran Hitler’den!

                Ülkemizde nerdeyse herkes, “Almanya Rusya’yı da yutacak.” diye göbek atarken, ne diye bunun aksini söyleyip durursun; sevgili yazarım!

                Görmüyor musun; “ustam” dediğin Nâzım’ı, 28 yıl ceza verip attılar içeri. Ne diye mektup üstüne mektup yazarsın O’na? Ne diye O’ndan gizlice gelen şiirleri okuyup durursun herkese?

                Kimseyi dinlediği yok ki bu yazarın. Gündüz hem işini yapıyor, hem özgürce konuşuyor ama geceleri de hep yazıyor. Biliyorsunuz, 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ikinci kez askere çağrılmış, asker çadırında yeni bir romana başlamıştı. Almanya’da iken âşık olduğu genç hanımın adını verir romana: Kürk Mantolu Madonna

                Asker dönüşü, yeniden Ankara’dadır. Romanı tamamlar. Aralık 1940’ta Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlar. Başlamasına başlar da gazetenin sahibi Cemal Hakkı Selek, eserin tutmadığını bahane ederek yazarın parasını ödemez. (İşe bakın ki, ilk romanı Kuyucaklı Yusuf’ta da benzer bir sorun olmuştu. Ve o gazete patronunun adı da Cemal’di. Cemal Kutay.)

                Önceki mahkûmiyetlerinden dolayı, siyasi poliste kaydı vardır yazarın. Böyle durumlarda hapisten çıksa da polis bırakmaz peşini insanların. Yazarımız da izlenir adım adım. Kabarır gün geçtikçe dosyası. Memleketi saydığı Ege Denizi kıyısındaki Edremit’e gider bir gün. “Bir komünisttir O. Dikkatli ol!” diye fısıldanır; bekçi Ali Efendi’nin kulağına.

                Bekçimiz, sabahın köründe elinde kâğıt, kalem bir şeyler yazıp çizen yazarı görünce, “Tamam, sen casussun. Yakaladım seni suçüstü” deyip kelepçeyi takıverir bileğine. 

                Karakolda polisler çevirir etrafını. Zabıt tutup mahkemeye çıkararak tutuklatmak isterler. İlçenin tanınmış ailesi, belediye başkanından yardım ister de kurtarırlar genç yazarı.

                Ancak O, yaşadığı bu olaya da aldırmadan her yerde, halkın özellikle de işçi sınıfının büyük acılar çektiğini anlatır. Ayrıca Cumhurbaşkanı İnönü’nün bencil bir yönetici olduğunu haykırır durur.

                Sözgelişi,  Gar Gazinosu’nda bir grup arkadaşıyla eğlenirken, yüksek sesle, “Biz burada buzlu rakımızı içerken, kentin eteklerinde ve Anadolu’da millet kan ağlıyor.” diye bağıracak kadar gerçekçi ve yüreklidir.

                Almanların Rusya içlerine kadar girip de Leningrad’ı alamadan geri dönmeleri, yazarı çok sevindirir. Baskıcı yönetimleri sevmiyordu çünkü O. Ve “Rusya’yı teslim alacak bir Almanya’yı, bir daha hiçbir kuvvet durduramaz.” diyordu.

                1944’te Ankara Devlet Konservatuarı’nda öğretmendir. Eski arkadaşı Nihal Atsız, Orhun adlı dergisinde Sabahattin Ali’ye ağır hakaretlerde bulunur. Yazarımız, dava açar. Atsız, mahkemede de,“Vatan hainidir Sabahattin Ali” deyince, 6 ay ceza verilir kendisine.

                Almanya üstün durumdayken savaşta; Alman yanlısı ırkçılara, sağcı ve Turancılar’a destek veren devletimiz, Almanya’nın yenileceğini anlayınca, başta Nihal Atsız olmak üzere, içlerinde Üsteğmen Alparslan Türkeş, yazar Osman Yüksel Serdengeçti gibi gençlerin de olduğu sağcılara, aşırı milliyetçilere karşı cephe alıp onları tutuklamaya başlar. Dün öyle idi de bugün farklı mı sanki?

                Özetlersek, çevremize bakınca, birçok örnekte açıkça görebileceğimiz gibi, maalesef, “Güçlü olan haklı” sayılıyor hep.

                                               UMUT PEŞİNDE, DELİ VELİ ve SUDAKİ HALKALAR

                Son yıllarda zevkle okuduğum, tadı damağımda kalan kitaplardan biri de yazar Esat Yavuztürk’ün Umut Peşinde adlı anı-romanıdır. Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin bir köyünde doğup büyüyen yazar, 1959’da Almanya’ya giden ilk işçilerdendir. Zor işlerde bir süre çalıştıktan sonra, kafa açlığının acısını karın açlığından daha çok hissedince, koşar gelir ülkesine. Hem çalışır, hem önce ortaokulu, sonra liseyi bitirir dışarıdan. Hedefi üniversitede okumaktır ama kazanamaz giriş sınavını.

                Aç kurtlar gibi saldırır kitaplara. Okur, okur, okur… Küpü dolup da taşmaya başlayınca, oturup tüm yaşadıklarını, saklayıp gizlemeden Umut Peşinde adlı romanında anlatır. Bu eserin büyük ilgi görmesi üzerine Deli Veli ve Sudaki Halkalar romanları ile Emekçinin El Kitabı (söyleşiler), Bulanık Suyun Balıkları (öyküler), Garip Hasan (manzum öyküler) ve Özgürlüğe Çağrı Destanı (manzum denemeler) kitaplarını yayımlar.

                Okuyun, bu eserleri. Benim gibi siz de beğenecek, siz de hayran kalacaksınız.              

                                (Dorlion Yayınevi, 0312 433 03 78,  www.insancilkitap.com)

 

                                                                                                                              Hüseyin Erkan

                                                                                                   huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

YAZARLAR

  • Cuma 24.9 ° / 14.2 ° Güneşli
  • Cumartesi 28.3 ° / 15.1 ° Güneşli
  • Pazar 28.3 ° / 15.7 ° Güneşli
  • BIST 100

    8806,72%-0,01
  • DOLAR

    32,25% 0,26
  • EURO

    35,08% 0,67
  • GRAM ALTIN

    2270,84% 0,79
  • Ç. ALTIN

    3854,72% 0,51