Çocukluğumuzun Adana´sında, belki de Türkiye´sinde saat taşıyanların sayısı azdı. Lüks eşya sayılırdı. Bu nedenle de insanlar sık sık birbirine saati sorardı.
Bizim sokağın Kurtuluş Caddesine bakan tarafında kahvehane vardı. Şişmanca ve daima yeşil ceketli, kısacık beyaz saçlı yaşlı amca, yağmur yoksa yaz demez, kış demez hep aynı yerde, kahvenin girişine yakın bir masada otururdu. Her mevsim giydiği yelek cebinden sarkan gümüş köstek önce aşağıya sonra yukarı kıvrılarak iliklerinden birine ulaşırdı. Rahmetlinin kendine has bir saat söyleyişi vardı ki, bugün bile belleğimde capcanlı durur.
“Emmi saat kaç?” demesinler… İster tavla, ister domino isterse dama oynuyor olsun hiç fark etmez, elindeki, zarı veya taşı bırakırken önce bir “Saat mı?” diye tepki verir, arkasından yavaaaşça elini kösteğe uzatıp aynı tembel hareketlerle saatini çıkarırdı. Bunu yaparken de gözlerini önce karşıya diker, sonra da sağa solabakardı. Bence, saat sahibi olduğunu görsünler diye böyle davranıyordu.
Kapaklı saatlerdendi. Kapağın açılması da sanki tören gerektirir gibi uzardı. Ancak, o bütün bu işleri yaparken boş durmaz, alışılmış soruları sıralardı:
- Naabacan saatı?
- Mektebe gidecem emmi!
- Kaçıncı zınıfsın?
- Üç?
- Tembel missiiin, çalışkan mı?
- Çalışkan!..
- Aferin… Tembellik etme haa!
- Etmiyorum emmi!..
- Hankı mektebe gidyon?
- Necati Bey´e
- Aferin, Aferin… Sen kimin oğlusun bakiym?..
Neden sonra kapağı açılan saati yanındaki veya çevresindeki zevata göstererek, “Şimendiferli, saniye şaşmaz.Yok şimdi bu mallar, yüz lira versen bulamazsın” demeyi asla ihmal etmezdi.
Çevresinden gelecek takdir sözlerini yahut da o anlamdaki baş sallayışları bekleyip rahatladıktan sonra asıl mevzua döner ve saati ileriye doğru uzatıp uzun uzun inceledikten sonra tekrar başlardı konuşmaya:
- Saaaat… Efendiiiiim, Dur bakiiim… Demek ki altı, yeddi, sekkiiiz, dokuz ooonn; onu, beeeş, on, on beş, yirmi, onu yirmi geçyor.
Neticede, saati öğrenmek isteyen dakikalar boyu doğum sancısı çeker gibi kıvrandıktan sonra fırlayıp giderken, yelekli emmimiz saati biraz daha göstere göstere fakat bu sefer kendi kendine konuşurdu:
“Şimendiferli… Kaç senedir kullanırım… Saniyesi şaşmaz saniyesi…”
Ardından kapağını yavaş yavaş kapayıp yine o ağır çekim hareketlerle yelek cebine indirdikten sonra oyuna dönerken sorardı: Sıra kimde?.
Ben okula gitmek için saati Büyük Saati takip ederdim. Eskiistasyon semtinde olmamıza rağmen çok rahat duyabilirdik. O yıllarda kentte gürültü kirliliği yoktu ki. Çan´ın her “Daaang… Daaang… Daaang… sesi bir saati, sonundaki “Dan-trik” gibi sesi de yarım saati ifade ederdi. Yani 30 dakikada bir zamanı söylerdi bizim emektar Büyük Saat.
Vakti çok iyi bile bile, biraz erken çıkmışsam yelekli emmiye saati sorar, o töreni zevkle izlerdim.