Ahmet DOKUZOĞLU-NE DEMİŞTİK?


DEPREM

Saygı değer okuyucularım, her depremde bazı tuhaf düşünceler ortaya atılır. Bu depremde de tuhaf düşüncelerin anlatılacağını düşünerek, geçmişteki Adana depreminde yaşadıklarımı bir görmenizi istedim.


          Depre mde hayatını kaybetmişlere Allahtan rahmet, yaralı olanlara acil şifalar , yakınlarını kaybedenlere, sabır diliyorum. Dilerim tez günde huzur bulurlar.Yaşam devam ediyor.Ölenle ölünmezmiş. 
                              Yıl 1998 Adana Depremi sonrası.
           Karşımdaki bir diş doktoruydu. Anlattıklarına bakılırsa, ilk defa ölüme bu kadar yakın olmuş, onun soğukluğunu ensesinde hissetmişti. Ağzından çıkan her kelimede Allah’ı anıyor, onun gücünü etrafa tanıtmaya çalışıyordu. Belki de o gün yanıma gelen insanların hepsi aynı duyguları dile getirmiş, aynı olayları yaşamışlardı.

         Yaşanan olay depremdi. Ölümün soğukluğunu hissettiren, evleri tarumar eden, yolları toz dumana katan, insanları delirtme noktasına getiren, ilginç bir deprem. Her dakikada onu anıyor, gelenden gidenden onunla ilgili hikâyelere tanık oluyordum. Dayanılmaz bir şeydi bu. Kapıdan içeri giren iki kişiden biri “deprem” diyor, kıpkırmızı kesiliyordu. Oturduğumuz apartmanda bir gürültü olsa, herkes kendini dışarı atma telaşındaydı. Bu da depremle yatıp, depremle kalkmamıza sebep oluyordu. Bir türlü içimizden atamıyorduk depremi.

         Aradan bir hafta geçmesine rağmen, insanlar sokaktan içeri girmiyorlar,  evlerinin dibine ya da yolun kenarına çadır kurup orada yaşıyorlardı. Evler bomboştu. Arada sırada hırsız olduğu söylense de kimse aldırış etmiyordu. Koca şehrin parkı, kaldırımı, kenar bahçeleri rengârenk çadırlarla bir panayırı andırıyordu. Diğer mahallelerde olsun, şehrin merkezinde olsun, sokaktan geçmek hayli zordu.

         Yetkililerin:

     “Tehlike yok, içeri girin.” dedikleri halde, halk arasında öyle garip şeyler anlatılıyordu ki; onları dinleyince, insan yetkililer hakkında şüpheye düşüyor, acaba kandırılıyor muyuz düşüncesi benliğimizi sarıyordu.

         Elbette ki devlet insanını kandırmazdı. Halkını kandıran bir devlet çok tehlikeli ve zalim olurdu. Onun da geleceği olmazdı. Bu geçmiş tarihlerde olmuş, fakat hiç birinin yaşamı uzun sürmemişti.

         Bizler, bu tip düşüncelere hâkim olmamalıydık. Böyle düşünce kimseye fayda getirmezdi. Bunu usumuzdan çıkarmamaya dikkat ediyor, yine de etrafı dinlemekten vazgeçemiyorduk. Hikâyeler çok ilginçti.

         Bazılarına göre kıyamet koptu kopacak, bazılarına göre de bir ay içinde Adana yerle bir olacaktı. Karşımdaki diş doktorundan başka, eğitimli, kültürlü, birkaç kişi daha vardı. Anlatılanları birlikte dinliyor, yorum yapmamaya gayret ediyorduk. Herkes depremin tekrar olacağı korkusu içindeydi.  Az önce camiden gelen yaşlı amca;

         “Bugün Yeni Cami’de başı sarıklı, elinde bastonu olan biri kürsüye çıkarak;

         “Bir ay içinde Adana yerle bir olacak” demiş ve ayrılmış. “Aşağıya indikten sonra bir daha onu gören olmamış.Bütün cemaat onu anlatıyor” dedi.

           Yanımda oturanlardan hiç ses çıkmıyor, anlatılanlara herkes inanıyor görünüyordu. İnanmamak mümkün değildi. Depremin o sarsıntısına karşı koymak nasıl mümkün değilse, bu tip hikâyelere yalan demek de aynıydı. İnsan bunu benliğinde hissediyor ve yaşatıyordu. Diş doktoru yine söze girdi;

         “Söylemiyorlar” dedi. “Ceyhan’da adamın biri traktörle tarlaya giderken, tarla yarılmış, adam toprağın içinde kalmış. Olayı televizyonlar çekmiş. Fakat kimse yayınlamıyormuş. Böyle şeylerin yayınlanmasını devlet yasaklamış.”dedi.

         Dindar adam;

         “Doğru.”dedi. “Bana da birisi anlattı. Ceyhan’da adamın biri nehirden su almak istemiş. Nehre geldiğinde bir de bakmış ki, nehir yerinde yok. Koskoca Ceyhan nehri kaybolmuş. Koşarak eve gelmiş. Evdekilere haber vermiş. Birlikte tekrar bakmaya gittiklerinde nehrin yerine geldiğini görmüşler.”

         “Karataş ilçesinde de olmuş.” dedi birisi. “Birkaç arkadaş çıplak kadınlarla denize girmişler. Deniz birden yükselmiş ve minare boyuna kadar çıkmış. Sonra geri çekilmiş. Çıplak kadınlarla erkekleri bir daha gören olmamış.”

       “Ceyhan’daki evlerde de öyle olmuş,” dedi diğeri. “Yıkılan evlerin altından çıkarılanların çoğu çıplakmış. Güpegündüz evde fuhuş yapıyorlarmış. Hepsi ölüp gitmişler.”

         Bütün bunları can kulağıyla dinlerken içeri sevgili arkadaşım gazeteci-yazar Abdulkadir Kaçar girdi. O depremi en fazla tanıyanlardan biriydi. Her gün yerel televizyon için deprem yerlerini geziyor, onlarla konuşarak olayları belgeliyordu. İçeri girince yanımda oturanlar ayağa kalktılar.  Hepsiyle tokalaştı. Yine çekimden geldiği belliydi. Her çekimden sonra gördüğü ilginç olayları anlatır, yorgunluğunu giderirdi. Birkaç sözden sonra duyduğu Şahmeran hikâyesini anlatmaya başladı;

         “Depremin olduğu gün Mersin’in Tarsus ilçesinde bir kız çocuğu tarlada çalışanlara yemek götürüyormuş. Dağın eteğine yaklaşınca taşların arasından bir ses duymuş. Korkarak o tarafa doğru baktığında ne görsün! Tam karşısında bir Şahmeran! Başı büyükçe bir çam boyunda, kapkara gövdesiyle yolun kenarına uzanmış, kuyruğunu bir o yana, bir bu yana sallayıp duruyormuş. Kızcağız kaçmak istemiş ama bir türlü kaçamamış. Bağırmaya başlayınca, Şahmeran dile gelmiş. Sesi insan sesine benziyormuş.

       “Türbanı ver, türbanı ver” diye bağırmış.

         Kızcağız Şahmeran’ın konuştuğunu görünce biraz rahatlar gibi olmuş. Yine de korkarak;

       “Türbanı vermem.” diyerek kaçmaya başlamış. Sonra Şahmeran kuyruğunu bir daha sallamış. Sanki etrafındaki dağlar onunla birlikte sallanıyormuş.     Korkudan yarı bayılan kızcağız sonunda pes etmiş. Başındaki türbanı çıkarırken karşı dağlarda bir ışık görmüş. Şahmeran’ın üzerine ateş yağdırmış. Şahmeran da gürültü çıkararak dağlara doğru kaçmış.”

       Tarsus’ta olayı bir hocaya anlatmışlar. Hoca etrafındakilere;

       “Kız türbanı çıkarır gibi yaptı, Tarsus bu hale geldi. Eğer, türbanını tamamen çıkarsaydı, bütün ülke mahvolacaktı. Gidin o kıza dua edin. Sizler o kız sayesinde ayakta duruyor, soluk alıyorsunuz.”demiş.

         Hikâye bittiğinde herkes yaşadığına dua ediyor, türban ile deprem arasında yorumsuz kalıyordu. Her depremde olduğu gibi bu depremde de dini duygular öne çıkmış, insanlar ölümle kalım, hayalle gerçek arasında düşünmeye zorlanmıştı.

            Diş doktoru, gazeteci ve diğer eğitimli insanlar bile, bu düşüncenin etkisindeydi. Belki de hikâyedeki kız çocuğunun dedikleri doğruydu. Depremin gelişi ile türbanın gelişi birbirine çok benziyor, ikisi de felaket getirmeye devam ediyordu.

         “Allah bu felaketlerden korusun” dileğinde bulunarak yazıhaneyi kapattım. Hala kafamda deprem ve onun getirdikleri vardı. Hiç kimse olaylara bir anlam veremiyordu.

           Sonuç olarak; depremin dinle, hikâyeler ile hurafeler ile ilgisinin olmadığını yıllar geçtiği halde, anlamamış olduğumuzu, bu depremde de ne yazık ki görmüş olduk. Japonya’da nerdeyse her gün deprem olduğunu duyuyoruz. Kimsenin burnunun bile kanamadığını da biliyoruz.

 Depremin eğitimsizlikten, cahillikten, fay hattının geçtiği yerlere sağlam olmayan binaların  yapılmasından kaynaklandığını ve bu duruma ses çıkarmayan yetkililer yüzünden olduğunu ne zaman anlayacağız?

Bazı insanlar o gün türbanı öne çıkararak insanları etkilemeye çalıştılar.Bu günde başka başka hurafeler uyduracaklarından  o kadar eminim ki.Allah bu milleti cahillerin elinden kurtarsın.

 Sürçü lisan ettik ise af ola, isterim ki insan önce insan ola.

YAZARLAR

  • Perşembe 24.1 ° / 11.6 ° Güneşli
  • Cuma 24.9 ° / 14.2 ° Güneşli
  • Cumartesi 28.3 ° / 15.1 ° Güneşli
  • BIST 100

    8806,72%-0,01
  • DOLAR

    32,25% 0,26
  • EURO

    35,08% 0,67
  • GRAM ALTIN

    2270,84% 0,79
  • Ç. ALTIN

    3854,72% 0,51