Ahmet ERDOĞDU


21.12.2015 DEN 23.11.2016 YAZI VE RÖPORTAJLAR-5


ONUR ÖYMEN´LE SÖYLEŞİ

Değerli okurlar, bu haftaki konuğumuz Emekli Büyükelçi Sayın Onur Öymen.

Sayın Öymen´den 2015 yılı dış politikada meydana gelen başlıca gelişmeleri yorumlamasını rica ettik. Kendileri bizi kırmadılar ve siz değerli Yeni Adana okurları için kapsamlı bir yılsonu değerlendirmesi yaptılar ve gazetemizin 98. Yıl dönümü kutlama mesajını da gönderdiler. Bu nedenle sizlerin huzurunda bir kez daha kendilerine teşekkür ediyoruz.

 

Yeni Adana Gazetesinin 98. kuruluş yıldönümünü içtenlikle kutluyorum. Yüzyıla yakın bir süreden beri yayınlanan Yeni Adana Türkiye´nin en köklü gazetelerinden biri olmuş ve daima ülke ve dünya sorunlarını Türkiye´nin çıkarları doğrultusunda, Atatürk ilkelerine ve Cumhuriyetin değerlerine bağlı olarak dile getirmiştir. 

Yeni Adana bugün de, Sayın Çetin Remzi Yüreğir´in yönetiminde aynı çizgiyi başarıyla sürdürmekte ve okuyucuları için değerli bir bilgi kaynağı olmaktadır.

Yeni Adana´nın ülkemizin başka kentlerinde de aynı doğrultuda yayın yapan gazetelerimiz için bir rehber ve esin kaynağı olmasını diliyorum.

                                                                                                   

                                                                                                                                Onur Öymen

                                                                                                                                                                                          

                                                                                                                           Emekli Büyükelçi

 

                       2015 YILINDA DIŞ POLİTİKADA MEYDANA GELEN BAŞLICA  GELİŞMELER 

Türkiye´nin bütün ?komşularıyla sıfır sorun? iddiasıyla yürüttüğü dış politika maalesef hedefine ulaşamamış, tam tersine, sorunlar büsbütün artmış ve ülkemizin güvenliğini tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır. Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri komşu ülkeler arasındaki çatışmalara karışmama, özellikle iç çatışmalara hiç karışmama politikasından uzaklaşılmış, Türkiye özellikle Suriye´de hükümeti devirmek için silahlı mücadele veren bazı gruplara açıkça destek vererek çatışmaların fiilen tarafı haline gelmiştir. Başlangıçta, İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk yaparak Ortadoğu barışına katkıda bulunmaya çalışan Türkiye, daha sonra izlediği politikalarla her iki ülkeyi de karşısına almış ve bu görevi sürdürme fırsatını kaybetmiştir. Aynı şekilde, Mısır´daki gelişmelerde de Müslüman Kardeşlerin savunuculuğunu üstlenerek taraf haline gelmiştir. Irak´a yönelik politikamızda da zorluklar ve gerginlikler yaşanmış, bu ülkede üslenen PKK terör örgütünün Irak topraklarından çıkartılması sağlanamamıştır. İran´la ilişkilerimiz son zamanların en düşük düzeyine inmiş. Bir yandan Kürecik´e yerleştirilen radar sistemi, diğer yandan da Türkiye´nin izlediği Suriye politikası İran´la ilişkilerimizi büyük ölçüde zedelemiştir. Yunanistan ve Kıbrıs konusundaki sorunlar artarak devam etmiş ve Kıbrıs konusu, özellikle AB ile ilişkilerimizde Türkiye üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır. Din ve mezhep unsurunun Ortadoğu´ya yönelik politikalarda zaman zaman ön plana çıkarılması karşılaştığımız güçlükleri daha da arttırmıştır.

2015 yılının en önemli gelişmeleri, daha önceki yıllarda da olduğu gibi Ortadoğu´da yaşanmıştır.

2015 yılında yaşananların en önemlisi ise IŞİD´ın bölgedeki hakimiyetini daha da sağlamlaştırması olmuştur. IŞİD, el Nusra´dan ayrılarak 2006 yılında kurulmuştur. 2014 yılında Irak´ın 2. büyük şehri olan Musul´u işgal etti; Anbar ve Tikrit´i aldı. IŞİD, tüm bunları yaparken hiçbir engelle karşılaşmadı. Ta ki kuzeye yönelip Kürt şehirlerini özellikle petrol bölgelerini ve Kobani´yi tehdit etmeye başlayana kadar. 2015 yılında Amerika ve Rusya´nın Türkiye-Suriye sınırının yaklaşık 500 kilometrelik bölümünü denetim altında tutan ve o bölgede Özerk bir Kürt Yönetimi kurduğunu ilan eden PYD örgütüne IŞİD´le mücadelede yardımcı olduğu gerekçesiyle verdikleri destek Türkiye´de rahatsızlık yarattı. PYD, Suriye Hükümetini devirmek için mücadele eden ve Amerikan ile Türk Hükümetlerinin desteklediği muhalif silahlı güçler koalisyonunun içinde yer almamasına rağmen, Amerika 2014 yılından itibaren PYD´ye silah yardımı yaptı. Hatta Suriye´deki Amerikan askeri operasyonlarının sözcüsü Albay Steve Warren PYD´ye 50 ton mühimmat verdiklerini açıkladı. Doğal olarak, bu da Türkiye´nin bölgedeki kaygılarını arttırıyor.  Kuzey Suriye´deki Kürt kantonlarını birleştirmeyi hedefleyen PYD´nin, Barzani´nin Kuzey Irak´ta kurmaya çalıştığı Bağımsız Kürdistan Devletinin topraklarını Akdeniz´e kadar uzatmayı amaçladığını tahmin etmek zor değil. Öte yandan PYD´ye verilen silahların bir bölümünün PKK´ya aktarıldığı ve bunların Kuzey Irak´ta tespit edildiği yolunda haberler var.  Rusya´nın da Suriye´de başlattığı operasyonda oradaki Kürtlerle yakın işbirliği yapmak istediği açıklandı. Rus Dişileri Bakan Yardımcısı Bogdanov´un PYD lideri Salih Müslim´le Paris´te yaptığı görüşmede destek vaadinde bulunduğu ifade ediliyor. Türkiye´nin, PYD´nin PKK´nın bir uzantısı olduğu ve bu nedenle terör örgütü sayılması gerektiği yolundaki görüşünün Amerika´da da Rusya´da da kabul görmediği anlaşılıyor.  22 Şubat 2015 tarihinde, Süleyman Şah Türbesinde görev yapan askerlerimiz bir operasyonla kurtarıldı. Ancak Türkiye´nin egemenlik hakkına sahip bulunduğu Türbeden ve civarındaki araziden çekilmesi ve Türbeyi Suriye toprağı Eşme´ye taşıma kararı ciddi tartışmalara yol açtı. İktidar bu operasyonu büyük bir başarı olarak ilan ederken muhalefet vatan toprağının terkedilmesini şiddetle eleştirdi. İşin aslı şudur: Osmanlı devletinin kurucusu Sultan Osman´ın dedesi olduğu kabul edilen Süleyman Şah´ın türbesinin bulunduğu yer, Türkiye´ye Fransa arasında imzalanan 1921 tarihli Ankara Antlaşmasının 9. maddesine ve Lozan Antlaşması´nın 3. maddesine göre Türk toprağı sayılmakta, Suriye de bunun kabul etmektedir. Bu Türbenin yeri, Tabka barajının sularının altında kalacağı gerekçesiyle 1973 yılında Türkiye ile Suriye arasında varılan bir anlaşmayla değiştirilerek bugünkü yerine taşınmıştır.

Suriye´de yaşanan çatışmalar sonucunda o bölge terör örgütlerinin tehdidi altına girince Türk Hükümeti Süleyman Şah Türbesinin Kırmızı Çizgilerimiz olduğunu, oraya yapılacak bir saldırının bedelinin misliyle ödetileceğini söylemişti. Yani devletimizin politikası Türbe ve civarının savunulması yönündeydi. Geçmişte gerek Türkiye, gerek başka ülkeler en küçük bir toprak parçasının terkedilmesini kabul etmemişler ve bu uğurda büyük riskleri ve ağır fedakârlıkları göze almışlardır. Bunun örneklerinden biri Kardak adasına asker çıkartıp bayrak diken Yunanistan´ın Türkiye´nin bitişik adaya düzenlediği bir askeri harekâtla çekilme zorunda bırakılmasıdır. Eğer askeri açıdan Türbe ve civarının savunulması olanaksız idiyse, kırmızıçizgiler gibi kararlılık söylemleri havada kalmıştır. Bu durumda yapılması gereken şey Suriye Hükümeti´yle Türbenin güvenli bir yere taşınması için mutabakata varmaktı. İlişkilerimizin durumu buna uygun değilse, diplomatik usullere uygun olarak, bu temaslar her iki ülkeyle de iyi ilişki içinde olan üçüncü bir devlet aracılığıyla yapılabilirdi. Hükümetin şimdi yaptığı gibi, egemenlik hakkına sahip bulunduğu bir bölgeden çekilip, aynı ülkenin başka bir bölgesinde fiili durum yaratarak tek başına egemenlik alanı kurmasının dünyadaki başka bir örneğini bulmak zordur. Öte yandan, topraklarının korunmasında esas sorumluluk taşıyan Suriye Hükümetinin devrilmesi için silahlı mücadele veren gruplara destek olunması da Türkiye´nin güvenlik çıkarlarına hizmet etmemiştir.  Şimdiye kadar izlenen Suriye politikalarının beklenen sonuçları vermedi. Bu politikaların sonucunda ortaya çıkan büyük bir göç dalgası Avrupalıları da çok zor durumda bıraktı. Avrupalılar şimdiye kadar izledikleri politikaların sonuçlarından doğrudan doğruya zarar görmeye başladılar. Ege´deki deniz facialarında binlerce sığınmacı hayatını kaybetti. AB Komisyonu Başkanı Junkers´in ve diğer AB yetkililerinin demeçleri Türkiye´den AB ülkelerine geçmek için çalışan sığınmacılar için umut kapısı olamadı. Junkers´in önerisine göre AB toplam olarak 120.000 mülteci alacak ve bunlar halen Yunanistan´da, İtalya´da ve Macaristan´da bulunan mülteciler arasından seçilecek.  Bazı ülkeler mültecilerin gelişini engellemek için sınırlarını kapattı. Başta Almanya olmak üzere, bazı ülkeler Schengen anlaşmasını askıya alarak bu anlaşmaya taraf olan ülkeler arasındaki serbest dolaşımı engellemeye çalışıyorlar. Yıllardan beri ilk defa sınırlarda pasaport kontrolü başlatılıyor. Bazı AB liderleri mültecilerin Avrupa´ya gelişinin Hıristiyanlık değerlerinin zarar verebileceği yolunda kaygılar dile getirenler bile var. Macaristan Başbakanı Viktor Orban´ın ?Mülteciler Türkiye´de kalsın, biz gidelim içlerinden seçelim? açıklamasının kabul edilemez. Bu konuya insani açıdan yaklaşmak lazım, Avrupa ülkelerinin bu katı ve işbirliğine açık olmayan tutumu dolayısıyla binlerce mülteci Libya´dan İtalya´ya veya Türkiye´den Yunan adalarına geçerken hayatını kaybetti.

Soruna köklü bir çare ancak Suriye´de yaşanan çatışmaları önleyecek bir çözümün bulunmasıyla mümkün olabilir. Bunun çaresi Suriye hükümetini silah zoruyla devirmeye çalışan ve bunda da yıllardan beri başarısızlığa uğrayan bazı silahlı örgütleri desteklemek değildir. Soruna siyasi bir çözüm bulunmasını amaçlayan girişimler yoğunlaştırılmalı ve desteklenmelidir.  Son zamanlarda Viyana ve New York´ta düzenlenen toplantılar ve 18 Aralık 2015 tarihinde BM Güvenlik Konseyinde alınan kararlar bir umut ışığı yaktı.  Ancak, bu diplomatik çabalar terör eylemlerinin azaltılmasına yol açmadı. Tam tersine, Paris´te 129 kişinin ölümüne ve 300´den fazla kişinin yaralanmasına yol açan bir terör saldırısı yaşandı. Bu saldırıyı, IŞİD üstlendi. Fransa Cumhurbaşkanı bunun bir savaş ilanı olduğunu, bu eylemi düzenleyen örgüte amansızca karşılık vereceğini açıkladı.  Ne yazık ki, geçmişte de buna benzer olaylar yaşanmış, terör örgütleri lânetlemiş ancak terörle mücadelede etkili sonuç alınamamıştı. Hatta Türkiye gibi bazı ülkelere terörle mücadele etmeyip müzakere etmesi önerirmiş, teröre siyasi taviz verilerek başarılı sonuç alınabileceğini söyleyenler olmuştu. Paris´teki saldırı bütün ülkelerin yararlanabileceği derslere doludur. Bence bu aşamada yapılması gerekenler şunlardır:

- Bütün terör örgütlerine karşı, ayırım gözetmeden topyekun bir mücadele başlatılmalıdır.

- ´Bizim için tehlikeli olan terörist, tehlikeli olmayan terörist´ ayırımı yapılmamalıdır.

- Terör örgütlerinden başka terör örgütleriyle mücadelede yararlanıp onları meşrulaştırma yoluna gidilmemelidir.

- Yakalanan teröristler ilgili ülkelere iade edilmelidir.

- Terörle mücadele eden ülkelere yardım edilmeli, terörü himaye eden, topraklarında terör örgütlerini barındıran, bu örgütlere silah, para ve lojistik destek sağlayan ülkeler cezalandırılmalı, onlara karşı yaptırıp uygulanmalıdır.

- Terör örgütlerinin temsilcileriyle ve onların siyasi destekleyicilerine temastan kaçınılmalıdır.

- Hiçbir ülkeye terör örgütleriyle müzakereye oturması önerilmemelidir.

Amerika´nın Ankara Büyükelçisi John Bass, ?Çözüm sürecini destekliyoruz. Biz bu sürecin çatışmaya dönüşmesini istemiyoruz? demiş. Büyükelçinin bu sözleri Türk-Amerikan ilişkileri açısından yadırgatıcıdır. Uluslararası ilişkilerin en temel kurallarından biri ülkelerin egemenliğine ve bağımsızlığına karşılıklı saygıdır. Türkiye´nin terörle ne şekilde mücadele edeceği, teröre nasıl çözüm bulacağı kendi egemenlik haklarının çerçevesine giren bir konudur. Bu gibi dış telkinler ve müdahaleler PKK sorununun uluslararası bir boyut kazanması sonucunu doğurabilir. Esasen Oslo görüşmelerine üçüncü bir ülke vatandaşının da katılmış olduğu yolundaki bilgiler bu konuda kaygı uyandırmıştı. Büyükelçinin basın toplantısındaki sözleri bu kaygıları daha da arttırmıştır.

Türk milleti milli bir dava olan terörle mücadele konusunun yabancı ülkelerin çıkar veya beklentilerine göre şekillendirilmesini içine sindiremez. Türkiye, milli egemenliğini korumak uğruna her şeyini feda etmeyi göze almış olanların ülkesidir. 2015 yılının sonlarında, Türkiye´nin Irak´ın kuzeyindeki Başika kampında bulunan askeri birliğini personel ve tanklarla takviye etme kararı ülkemizle Irak arasında ciddi bir krize yol açtı. Irak Dışişleri Bakanlığı Bağdat Büyükelçiliğimizi çağırarak oradaki askeri varlığımızın ülkelerinin egemenlik hakkını ihlal ettiğini ileri sürdü ve askerlerimizin 48 saat içinde geri çekilmesini istedi. Türk Hükümeti bu birliklerin Irak´ın talebi üzerine, orada IŞİD´la mücadele edecek silahlı unsurların eğitimi için gönderildiğini söylüyor. Sayın Cumhurbaşkanı bu talebin 2014 yılında bizzat Başbakan Haydar el-İbadi tarafından yapıldığını ifade ediyor. Ancak, son zamanlarda iki ülke arasında, bu konuda yazılı bir anlaşma yapılmadığı anlaşılıyor. Ancak Irak´la bu olaydan daha da ciddi bir sorunumuz var. Irak, topraklarında uzun bir zamandan beri PKK terör örgütünün yönetici kadrosunun, kamplarının, cephaneliklerinin ve eğitim alanlarının varlığına engel olmuyor, hatta Türkiye´nin oradaki teröristlere yönelik hava operasyonlarına tepki gösteriyor. Irak´ın bu konudaki tutumu kendi Anayasasına ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 28 Eylül 2001 tarihli ve 1373 sayılı kararına açıkça aykırıdır. Irak Anayasasının 7. maddesinin 2. fıkrasında şöyle denilmektedir: ?Devlet terörizmin bütün şekilleriyle mücadele edecek ve topraklarının terör eylemleri için bir üs, bir geçiş yolu veya eylem alanı olmasını önlemek için çalışacaktır.?

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 1373 sayılı kararının 2. maddesinde bütün ülkelerin, terörist eyleme karışmış kişilere aktif veya pasif hiçbir destek veremeyeceği, terörist faaliyetlerin önlenmesi için gerekli bütün tedbirleri alacağı, terör eylemi yapanları, bu eylemlere mali destek sağlayanları, eylemleri planlayanları ve destekleyenleri topraklarında barındıramayacağı, etkin sınır kontrolleri yaparak teröristlerin sınırların ötesine geçmesini engelleyeceği karara bağlanmıştır. Irak´ın ülkesinin kuzeyindeki PKK teröristlerine karşı izlediği müsamahakar tutum Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin bu kararına açıkça aykırıdır.  Yine, 2015 yılı içinde, Birleşmiş Milletlerin beş daimi üyesiyle Almanya´nın İran´la yaptıkları müzakereler sonuçlandı ve İran´ın nükleer silah üretme olanağı, hiç değilse uzunca bir süre için fiilen ortadan kaldırıldı.

Bu anlaşma İran´ın uymak zorunda olduğu bir çok uluslararası denetim mekanizması getiriyor. İran yükümlülüklerini yerine getirmezse yaptırımlar tekrar yürürlüğe girecek.  Anlaşmada İran´ın elindeki füze sistemlerini imha edeceğine ilişkin bir madde yok. Bu füzeler, bölge ülkeleri için konvansiyonel başlıklarla bile tehlike oluşturmaya devam edecek. Ayrıca İran´ın Hizbullah ve Hamas gibi örgütlere silah yardımını engelleyici bir hüküm de yok. Bu gelişmelere Türkiye açısından bakıldığında, bugünkü verilerin ışığında, şunlar görülmektedir.

-Türkiye, İran´la diğer devletler arasındaki müzakerelerde etkili bir rol oynamaya çalışmış ancak bunda başarılı olamamıştır.

-Kürecik´e yerleştirilen radar sistemi İran´la ilişkilerimizi olumsuz etkilemiştir. Anlaşma bu durumu değiştirecek bir hüküm içermemektedir.

- Anlaşmaya bir komşu ülkenin nükleer silahlara sahip olmasının engellenmesi Türkiye´nin güvenlik çıkarlarına hizmet eder. Ancak İsrail gibi başka bir bölge ülkesinin bu silahlara sahip olması Türkiye açısından kaygı verici olmaya devam edecektir.

-Yaptırımların kaldırılması Türkiye´yle İran arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesine yardımcı olacaktır. Ancak bu olanağın en iyi biçimde kullanılması siyasi ilişkilerimizin de düzeltilmesine büyük ölçüde bağlıdır.

-Anlaşma yürürlüğe girmeden ve nasıl uygulanacağı görülmeden ihtiyatın elden bırakılmaması gerekir.

-Bundan sonraki dönemde bölgedeki güç dengelerinin İran lehine değişmesi olasılığını da Türkiye´nin iyi değerlendirmesi gerekir. Özellikle Türkiye´de, dış politikada mezhep unsurunu ön plana çıkartmak isteyenler buna dikkat etmelidirler. Din ve mezhep unsurunun dış politikanın etki alanından çıkartılmasına çalışmak Türkiye açısından yararlı olur.

Bu arada, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi´nin Ermenistan´la Askeri İşbirliği Antlaşması imzaladığı gözden kaçırılmamalıdır. Rumların önerisi üzerine iki tarafın ortak askeri tatbikat yapacağı da bildiriliyor. Bu gelişme bölgede bir süreden beri ciddi biçimde bozulmuş olan güvenlik ve istikrar ortamını yeni tehlikelerle karşı karşıya bırakacaktır. Hükümetin Kıbrıs konusunda son yıllarda izlenen politikaları gözden geçirerek daha kararlı bir tutum izlemesi, bu son gelişmenin ışığında kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir. Ayrıca, Türk sınırında bir Rus savaş uçağının Türk jetleri tarafından düşürülmesi Türkiye ile Rusya arasında diplomatik bir krize neden olmuştur. Türk makamları Rus savaş uçağının bir Türk sınırını geçtikten sonra 10 defa uyarılmasına rağmen rotasından ayrılmadığı için düşürüldüğünü açıklamışlardır. Rus makamları ise uçağın Türk hava sahasına hiç girmediğini iddia etmişler ve Suriye hava sahasındayken düşürüldüğünü iddia etmişlerdir.

Bu olay Ekim başından beri meydana gelen benzeri olayların üçüncüsüdür. 5 Ekimde bir Rus uçağı hava sahamıza girmiş, Türk uçaklarının uyarısı üzerine geri dönmüştür. Ruslar bu olayı bir navigasyon hatası olarak izah etmişlerdir. 16 Ekimde Türk jetleri hava sahamızı ihlal eden bir insansız hava aracını düşürmüşlerdir. Hiçbir ülke bu hava aracına sahip çıkmamıştır. Aslında uluslararası uygulamada her ihlal olayında ihlali yapan uçağın düşürülmesi yoluna gidilmemektedir. Ancak, o bölgede 2012 yılında bir Türk savaş uçağı Suriye tarafından düşürülmüştür. Bu nedenle, Türkiye Suriye sınırı civarındaki hava sahası ihlalleri konusunda duyarlıdır. Bu nedenle, angajman kurallarını sıkılaştırmıştır.

Amerika ile Rusya bu bölgedeki savaş uçakları arasında bir çatışma veya kaza olmasının önlenmesi için koordinasyon sağlamayı kararlaştırmışlardır. Benzeri bir koordinasyonun Türkiye ile Rusya arasında da gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Son gelişmeler iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkilemiştir. Oysa iki nesil boyunca Türk ve Rus siyasetçilerinin, diplomatlarının, askerlerinin ve iş adamlarının çabalarıyla geliştirilen dostluk ve işbirliğinin bir uçağın düşürülmesi gerekçesiyle tamamen tahrip edilmesine yönelik adımlar atılması akılcı bir yaklaşım olmaz ve iki ülkeye de zarar verir. Son günlerde yaşanan bütün gelişmeleri Rus uçağının düşürülmesi ile açıklamak mümkün değildir. Önce şu soruları cevaplandırmak gerekiyor: Rusya neden Suriye´ye doğrudan müdahale kararı aldı? Amacı sadece Esad´ı korumak mıydı, yoksa aynı zamanda Suriye´deki stratejik varlığını güçlendirerek Doğu Akdeniz´de ve Orta Doğu´da önemli bir siyasi oyuncu olmayı mı hedefliyordu? Uçak olayından sonra bölgede stratejik açıdan önemli değişiklikler oldu. Rusya, bölgeye S300 ve S400 füzelerini konuşlandırdı. Bu füzelerin getirilmesi Rusya´nın terörle mücadelesinin bir gereği olarak izah edilemezdi. Uçak düşürülmesi olayından sonra Türkiye´nin bir tehdit unsuru gibi gösterilmesi bu füzelerin konuşlandırılması için zemin hazırladı. Rusya´nın Doğu Akdeniz´deki askeri varlığını güçlendirmesi yüzyıllardan beri devam eden sıcak denizlere açılma hedefi doğrultusunda bir adım oluşturduğu gözden kaçırılmamalıdır. NATO´nun gönderdiği gemi ve uçaklar bir yandan Türkiye´nin savunmasına katkı olarak gösterilmekle birlikte, bence aynı zamanda Rusya´nın bölgedeki stratejik üstünlük sağlama çabalarını dengelemeyi amaçlıyor.

Bu durumda yapılması gereken Türkiye´nin Ortadoğu´da ve diğer komşularımızla ilişkilerde başından beri izlediği politikaları gözden geçirmesi, iç çatışmalara katılmaktan uzak durması, sınırlarından hiçbir silahlı grubun geçmesine izin vermemesi, egemenlik alanlarımızda fiili durumların yaratılmasına müsaade etmemesi ve bölgemizdeki, PKK dahil, bütün terör örgütlerinin bertaraf edilmesine yönelik bir strateji savunmasıdır.

Yeni Adana Gazetesi 28 Aralık 2015 Pazartesi

 

                                        TÜRKİYE VE DÜNYADA ENERJİ SORUNU

Değerli okurlar, bu hafta sizlere Türkiye´de ve Dünyada Enerji Sorunu ile ilgili olarak eski Milli Eğitim Bakanı ve Başbakan Yardımcılarından Sayın Hikmet Uluğbay´la gazetemiz için yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz.

Sayın Uluğbay, gazetemizin 98. Kuruluş yıl dönümüm nedeniyle tarafıma göndermiş olduğu tebrik mesajını siz okurlarımızla paylaşmaktan mutluluk duyuyorum.

Sayın Erdoğdu,

Yeni Adana Gazetesi´nin 98. Kuruluş yıldönümünü içten kutluyor ve başarılarının artarak devamını gönülden diliyorum. Yerel bir gazeteyi yüzyılın eşiğine taşımada ilk günden başlayarak emeği geçmiş tüm çalışan, yazan ve yöneten kadroları da gönülden kutluyorum ve bu uzun yol boyunca yaşamdan ayrılmış olanları da saygı ile anıyorum. İllerinin gazetelerini yüzyıla yaklaşan süre ile destekleyen Adana halkına da teşekkür ve saygılarımı sunuyorum. 

                                                                                                                             HİKMET ULUĞBAY  

                                                                                          

A ERDOĞDU-Ortadoğu coğrafyasının bu günkü durumunda paylaşılamayan enerji kaynakları nedeniyle adeta bir 3. Dünya Savaşı görünümü vermektedir.  Sayın Uluğbay Dünya nereye gidiyor?

H ULUĞBAY- Sayın Erdoğdu, Ortadoğu´da yaşanmakta olan son enerji kaynak paylaşım kavgası ile bu enerji kaynaklarının dünya pazarlarına sunum yollarının denetlenmesi çatışmasındaki yoğunlaşmayı anlamak ve dünyanın nereye gittiği sorusunu yanıtlamak için önce bazı temel bilgileri özetle anımsamak gerekir. Birçok petrol uzmanı, petrolün kuyu delme yöntemi ile 1859 yeryüzüne çıkarılmasından bu güne kadar tüketilen petrol miktarının, yeryüzüne çıkarılabilir petrol rezervlerinin yarısına ulaştığını hatta yarısını aşmış olabileceğini ve petrol üretiminin 2010 yılı dolayında ?Tavan? yaptığını ve dünya yıllık petrol üretiminin bir süre mevcut düzeyini koruduktan sonra düşmeye başlayacağı tezini savunagelmektedirler.

Bu uzmanlar savlarını, çeşitli petrol sahalarında üretim düzeylerindeki değişimleri gözlemleyerek saptamışlar ve ?petrol üretiminin tavan yapma? kuramını oluşturmuşlardır. Bu kuramın kurucusu, ABD´li petrol uzmanı M. King Hubbert olup, 1956 yılında ABD´nin petrol üretiminin 1970 yılında tavan yapacağını ve izleyen yıllarda da düşmeye başlayacağını ileri sürmüştür.  Hubbert´in öngörüsü gerçekleşmiş ve ABD´nin petrol üretimi 1971 yılından başlayarak gerilemeye başlamıştır. Petrol üretiminin tavan yaptığı görüşünün politikaları etkilediği bir ortamda, mevcut petrol rezervlerinin ülkeler arasındaki dağılımına göz atmak, Ortadoğu´nun petrol kaynakları bakımından stratejik önemini göstermeye yeterlidir. Bu amaçla Tablo 1´i düzenledim. Tablo 1 in incelenmesinden de görüldüğü üzere, dünya toplam petrol rezervlerinin 1,481.5 milyar varil olduğu ileri sürülmektedir. Tabloda yer alan ülke petrol rezerv tahminleri aslında bir rakam aralığı içinde verilmektedir. Tabloya alınan rakamlar üst düzey tahminler olarak verilenlerdir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika´daki Suudi Arabistan, İran, Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Libya ve Katar´ın rezervleri toplamı 841.1 milyar varil olduğu ileri sürülmektedir. Diğer bir deyişle dünya rezervlerinin yüzde 56.8 i bu yedi ülkede bulunmaktadır. Bu yedi ülke petrol rezervlerinin diğer önemli bir özelliği de üretim maliyetlerinin çok düşük olmasıdır. Bu bilgiler ışığında, dünyadaki süper güçlerin izlediği strateji bakımından, bu düşük çıkarma maliyetli rezervlerin bulunduğu ülkeleri kendi kampına çekmek veya denetimleri altında tutmak büyük ve yaşamsal bir önem taşımaktadır. Irak, 2003 yılında demokrasi getirme reklamı altında işgal edilmiştir. Bu işgalinin nedeninin petrol olduğunu ABD Merkez Bankası eski başkanlarından Alan Greenspan ?The Age of Turbulance? isimli kitabında açıkça belirtmiştir. Bu kitap dilimize de çevrilmiştir. Irak, 2003 yılından bu yana ciddi bir kaos içinde ayakta kalma, ulusal bütünlüğünü koruyabilme mücadelesi  vermeye çalışmaktadır. Ama petrol varlıklarının denetimi geniş ölçüde Batı ülkelerinin denetimine geçmiştir. Libya´ya da demokrasi getirilmek istenmiş ve bu ülke de ciddi bir kaos içine itilmiştir. Ülkenin ulusal bütünlüğünü koruma olasılığı çok zayıf görünmektedir. İran´ın nükleer enerji  üretimine Şah döneminde teknolojik ve malzeme desteği veren ülkeler, Şah´ın devrilmesi sonrasında bu ülkenin nükleer enerji santralı kurmasına ve uranyum zenginleştirme programlarına yaptırım uygulamaya girişmişlerdir.   

Tablo 1

Petrol Rezervlerinin dağılımı

(milyar varil)

Ülkeler

Petrol rezervi

Venezuela

297.7

Suudi Arabistan

268.3

Kanada

175.2

İran

157.3

Irak

140.3

Kuveyt

104.0

Birl. Arap Emirl.

97.8

Rusya

80.0

Libya

48.0

Nijerya

37.2

ABD

36.4

Kazakistan

30.0

Çin

25.6

Katar

25.4

Yedi ülke

841.1

Dünya Toplam

1,481.5

Kaynak: Wikipedia World Petroleum Reserves maddesi.

Kaya petrolü ve kaya gazı üretimine başlanmış olması, petrol ve doğal gazın tavan yapmasını bir süre erteleyeceği görüşü doğrudur, ancak bu kaynaktan petrol ve doğal gaz üretimi hem parasal boyutta hem de doğa bakımından çok yüksek maliyet getirmektedir. Bu kaynakların ortaya çıkması halen sürmekte olan petrol ve doğal gaz kaynakları ile bunların dünya pazarlarına sunum yollarını denetleme savaşından vaz geçilmesine neden olamamıştır ve olamayacaktır. 

Suriye ise, İran, Irak ve Katar´ın petrol ve doğal gazını boru hatları ile Akdeniz üzerinden Avrupa pazarlarına sunmada çok önemli ve stratejik bir köprübaşıdır. Ayrıca, Suriye kaosu yaratıldıktan sonra, ilginçtir, İsrail´in işgali altındaki Golan Tepelerinde zengin petrol yatakları keşfedilmiştir. Diğer taraftan Suriye, Rusya´nın Akdeniz´deki tek deniz üssünü barındırmaktadır. Petrol ve doğal gaz kaynaklarına erişim ve denetleme, dünyadaki ekonomik gelişme ve liderlik yarışını da çok ciddi biçimde etkilemekte ve etkilemeye de devam edecektir. Yapılan araştırmalar, Çin´in 2024 yılında ABD doları cinsinden cari fiyatlarla ölçülen GSYİH (Gayrı Safi Yurt içi Hasıla) büyüklüğünde ABD´ni geçeceğini ortaya koymaktadır. Hindistan´ın da 2025-2030 döneminde cari fiyatlarla GSYİH büyüklüğünde Almanya´yı geçip Japonya´ya yaklaşacağı ileri sürülmektedir. Bu gelişmelerde tüketilen petrol ve doğal gaz boyutu yanında stratejik maden ve mineral kullanımındaki artışlar çok önemli rol oynayacaktır. Bu konudaki beklentiler Tablo 2 de yer almaktadır. Tablo 2 den de görüldüğü üzere, Çin 2010 yılında günlük petrol tüketiminde ABD´nin yaklaşık yarısı kadar petrol tüketirken, 2035 yılında günlük olarak ABD´den yüzde 20 daha fazla petrol tüketir konuma varacaktır. Doğal gazda ise Çin 2010 yılında günlük olarak ABD´nin yüzde 16.2 si boyutunda tüketim yaparken, 2035 yılında ABD tüketiminin yüzde 71´i düzeyine sıçraması beklenmektedir. Bu noktada ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger´e atfedilen bir sözü anımsamak uygun olacaktır: ?Petrolü kontrol ettiğinizde devletleri denetim altında tutarsınız, gıdayı denetlediğinizde de halkları kontrol edersiniz.? Dolayısı ile Çin ve Hindistan gibi ülkelerin, ABD ve Avrupa Birliği gibi ekonomileri geçme yarışının sonucunu etkilemede ve geciktirmede Kissinger´in kuramı çok önemli rol oynayacağı için kaynak paylaşım kavgası bütün hızı ile sürmektedir.  

Tablo 2

Seçilmiş ülkelerin 2010 ve 2035 yılları arasında günlük petrol ve doğal gaz taleplerinde beklenen gelişmeler

Günlük petrol talebi

(milyon varil gün)

Günlük doğal gaz talebi

(milyar metre küp)

Ülkeler

2010

2035

2035 İthal

2010

2035

Değişim

ABD

17.6

12.6

3.7

680

766

86

AB

11.6

8.7

8.0

536

618

82

Japonya

4.3

3.1

3.1

104

123

19

Rusya

3.1

3.5

?

466

549

83

Çin

9.0

15.1

12.1

110

544

434

Hindistan

3.4

7.5

6.9

64

178

115

Dünya

87.4

99.7

?

3,307

4,955

1,648

 Kaynak: IEA, WEO-2012 Table 3.2 ve Table 4.2 den yararlanılarak düzenlenmiştir.

Ülkemizin bulunduğu coğrafyadaki enerji kaynaklarının son paylaşım kavgası, ABD´nin Irak´tan askeri varlığını çekmesinden ve Büyük Ortadoğu Projesi´nin uygulamaya başlamasından bu yana ABD ve koalisyon ortaklarının hava harekatları ile desteklediği uygulama, karada taşeron olarak kullanılan inanç ve etnik temele dayalı ayrılıkçı güçler ve terör örgütleri aracılığı yürütülegelmişti. Suriye´de de aynı yöntem 2011 yılından beri uygulanmaktaydı. Ancak taşeronlar eliyle yürütülen bu kaynak paylaşım kavgasının son yıllarda giderek Sünni inançlı ülkelerden gelen/getirilen taşeronlar eliyle, Şii/Alevi inançlı ülke ve toplumları yok etmeye dönüşmüştü. Anımsanacağı üzere nüfusu ağırlıkla Şii inancında olan Bahreyn´de de Arap Baharı başladığında Suudi Arabistan´ın askeri müdahalesi ile bu bahara derhal son verilmişti. Suudi Arabistan, Yemen savaşı da hem enerji hem de inanç temelli bir kavgadır.

Rusya´nın 2015 yılının ikinci yarısında Suriye Hükümeti´nin çağrısı üzerine bu ülkeye askeri destek vermesi sonucu, bu ülkede rejim değişikliği ve parçalama projesini ortaya atan ve uygulayan devletlerin hesaplarını alt üst etmiştir. Suriye Hükümeti´ni Rusya´dan başka İran ve Çin de desteklemektedir. Bu noktada, bazı okurların aklına Rusya´nın, Suriye´de ne işi olduğu sorusu gelebilir. Rusya da, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi kaynak paylaşım kavgasında payına düşeni korumak ve yeni paylar ele geçirebilmek için Suriye´dedir. Yukarıda da değindiğim üzere, Rusya´nın Akdeniz´deki tek askeri üssü bu ülkededir. Diğer yandan yine yukarıda değindiğim üzere Suriye İran, Irak, Katar ve hatta İsrail ile Mısır´ın petrol ve doğal gazının Avrupa pazarlarına sunulması için kilit nokta oluşturmaktadır. Söz konusu ülkelerin petrol ve doğal gazının Avrupa pazarlarına gelmesi, Rusya´nın Avrupa enerji piyasaları üzerindeki gücü ve denetimi için büyük risk oluşturacaktır. O nedenle Suriye´de mevcut rejimin değişmesi ve askeri üssün kaybedilmesi Rusya için önemli bir stratejik darbe olacaktı. Rusya´nın Suriye denkleminde yeni ve daha büyük bir katsayı ile yer almasının Üçüncü Dünya Savaşı´na yol açabileceğini tahmin etmiyorum. Zira süper güçlerin çıkar çekişmeleri Berlin Duvarı´nın inşasından, ?Küba Krizi?nden şimdiye değin birçok kez savaş eşiğine geldi ise de her biri diplomatların perde önünde ve arkasında ustaca yürüttükleri müzakereler ile ya dondurulmuş ya soğumaya bırakılmış veya bir formülle çözülmüştür. O nedenle Rusya´nın Suriye krizinde sahne alması, Suriye için, Irak ve Libya´dan çok daha farklı ve dengeli bir çözüm bulunabilme olasılığını arttırmış görünmektedir. Bir yandan, Suriye´de rejimi yıkma görevi üstlenmiş terör örgütlerine karşı mücadele daha etkin boyutlara taşınırken, diğer yandan da, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri arasında yapılan görüşmeler sonucu alınan karar sonucu başlayacak diplomatik görüşmelerin Suriye için dengeli, kalıcı ve sağlıklı bir çözüm üretmeleri olasılığı, zaman alsa da, yükselmiş gibi görünmektedir.

Irak´ın işgali ve Arap Baharı projesinin uygulanmasından bu yana çok şey konuşuldu ve yazıldı. Demokrasi ve insan hakları getirme kandırmacasının bu ülkelerde insan unsuru açısından ortaya çıkan korkunç maliyeti kaç kişi yazdı ve kaç kişi biliyor? Mark Taliano Aralık 2015 de yayınladığı bir makalenin girişinde Irak´ın işgalinden önce uygulanan yaptırımlar sonucu su arıtma tesislerinin gerekli malzemeleri sağlayamamaları nedeniyle beş yaş altı yarım milyon çocuk ve 1.2 milyon kişinin yaşamını yitirdiğini belirtiyor. Gideon Polya, Mart 2015 de yayınladığı makalesinde 1990-2015 döneminde Irak-İran Savaşından başlayarak günümüze kadar Irak´ın ödediği insani maliyetler için verdiği rakamlardan bir kaçını belirtmek isterim: 7.7 milyon kişinin göç etme zorunda kaldıkları, 5 milyon dolayında yetim, 3 milyon dolayında dul, 3.5 milyon dolayında tam yoksulluk sınırında yaşayan çocuk, 1990 yılında kanserli hasta sayısı 100,000 de 40 iken 2005 yılında bu sayı 1,600 e tırmanmış, 1990 da 34,000 olan doktor sayısı 16,000 e gerilemiş, 2,000 den fazla doktor ve hemşire ölmüş, meslek sahibi insanların yüzde 40´ı 2003 den sonra ülkesini terk etmiş. Irak halkının uğradığı yıkımın bir bölümüdür bu rakamlar.

2011 yılında Suriye´de başlatılan rejim ve yönetim değiştirme harekatı nedeni ile ortaya çıkan insan maliyeti konusunda ne biliyoruz? Sadece Suriye´yi terk eden göçmen sayısını o da kabaca! Birleşmiş Milletler Göçmen Bürosu´nun (UNHCR-The UN Refugee Agency Northern Europe) verilerine göre, 2015 yılı sonu itibariyle yurt dışına göç eden Suriyeli sayısının 4,270 bine ulaşacağı tahmin edilmektedir. Aynı Büro´nun açıkladığına göre 7.6 milyon Suriyelinin de ülke içinde göç etmek durumunda kaldığını belirtmektedir.  Wikipedia´da yer alan bilgilere göre ise Türkiye´ye sığınanların sayısının 2.5 milyona yaklaştığı ve bu sığınmacılar için Türkiye´nin 8 milyar avro dolayında harcama yaptığı bilgisi yer almaktadır. Ölen çocuk sayısı, yetersiz beslenen çocuk sayısı, dul kadın sayısı, çatışmalar nedeniyle ölenler/öldürülenler, nitelikli eğitim almışların kaçı ülkesini terk etti, ülkede kaç doktor-hemşire kaldı bunlar henüz bilinmiyor veya hesaplanamıyor. Ancak bu maliyetler ileride açıklandığında, Irak´taki, Somali´deki ve diğer bazı ülkelerdeki gibi insanlık için yüz karası olan yeni bir belge olacaktır. Suriye projesinin Türkiye´ye yüklediği sığınmacı ve bunlar için harcanan kaynakları ülke ekonomisine ve sosyal dokusuna yaptığı maliyetleri biliyor muyuz? Suriyeli göçmeni ucuza çalıştırmak için kaç kişinin işten çıkarıldığını biliyor muyuz? Kaç hanede Suriyeli kuma sorunu yaşandığına ilişkin veri var mı? Kaç Suriyeli çocuğun ülkemizde eğitimden yararlanamadığını biliyor muyuz? Çocuklar dahil kaç Suriyelinin Avrupa ülkelerine sığınmacı olarak giderken denizde boğulduğu hakkında bilgimiz var mı? Suriyeli göçmen sorununun ülkemizdeki yasa dışı faaliyetleri etkileyiş boyutunu araştırıyor muyuz? Soruları daha da artırmak olasıdır. Ama ben sıraladığım bu soruların çoğunun yanıtını bilmiyorum.

Dünya nereye gidiyor sorunuzun ilk yanıtı ?dünya giderek insanlıktan uzaklaşıyor?, ikincisi ise, dünyada enerji kaynaklarının ve ulaşım yollarının denetlenmesine için uluslararası çekişmeler hız kesmeden ve tansiyonu devamlı değişen bir süreçle sürmeye devam edecektir. Enerji kaynaklarının paylaşım kavgası yanında, Türkiye olarak yakından izlemesek ve kamuoyunun gündemine getirmesek bile, maden ve minerallerin bulunduğu coğrafyaların denetlenmesi, tatlı su kaynaklarının kontrolü, verimli tarım arazilerinin bulunduğu coğrafyaların denetimi ve ülkeleri tohum bakımından daha bağlı konuma getirmek için de yoğun bir mücadele başlamıştır ve giderek yoğunlaşarak sürecektir. Gelişmiş ülkelerde bu konudaki araştırmalar ve yayınlar süratle artmaktadır. Umalım kısa süre içinde ülkemizde de bu konular daha etkin izlenmeye, üzerinde düşünülmeye ve tartışılmaya başlanacaktır. 

A ERDOĞDU- 2015 yılının sonuna geldiğimiz bu günlerde, enerjide dışa bağımlılıktan ne zaman kurtulacağız?

H ULUĞBAY- Türkiye´nin enerjide yabancı kaynaklara bağımlılığını tamamen ortadan kaldırmak pek olası olmamakla birlikte, bu bağımlılığı orta ve uzun vadede taşınabilir, yönetilebilir ve kriz riski düşük bir düzeye indirmek mümkündür. Bunun için yapılması gereken, enerji kullanımından alınan yüksek düzeydeki vergilerin bütçe açıklarını kapatmakta kullanılmak yerine, yenilenebilir enerji alanlarına ve ülkedeki doğal gaz ve petrol potansiyelini araştırmaya kaydırılması gerekir. Bunun için yapılması gerekenlerin en başında da yenilenebilir enerji kaynaklarına gerekli yatırımın olabildiğince kamu kaynakları ile yapılması gelmektedir. Petrol ve doğal gaz aranmadıkça kendiliğinden fışkırmıyor!

A ERDOĞDU- Ülkemizde Yenilenebilir Enerji Kaynaklarından yeterince yararlanabiliyor muyuz?

H ULUĞBAY- Türkiye´nin yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanabilme potansiyeli çok yüksek olmasına karşın, yeterince yararlandığını söylemek olası değildir. Zira, kömür, petrol, doğal gaz ve nükleer enerji projelerinin kâr maliyetleri yüksek olduğu gibi, bu kaynakların artarak kullanmasını özendiren evrensel anlayış ülkemizde de hükümranlığını giderek daha da güçlenerek sürdürmektedir. Türkiye bulunduğu iklimsel konum itibariyle güneş enerjisinden yararlanma katsayısı çok yüksek bir ülkedir. Türkiye, konut, ticari, ulaşım ve sanayi enerji kullanımının bir bölümünü güneş enerjisinden sağlayabilir. Güneş enerjisi konusunda dünyadaki kuramsal çalışmalar çok ileri düzeye ulaşmış olup, verimlilik katsayısı çok yüksek teknolojiler geliştirilmiş ve uygulanmaya başlamıştır. Aynı gelişme düzeyi rüzgâr enerjisi için de mevcuttur. Ülkemiz sahip olduğu rüzgâr enerjisi potansiyelinden yararlanma boyutu henüz başlangıç aşamasındadır. Diğer taraftan, ülkemizi çevreleyen denizlerdeki dalgaların azımsanmayacak enerji potansiyeli vardır. Bu kaynaktan yararlanma ülkemizde sıfır düzeyindedir. Devlet Su İşleri´nin hidrolik santrallar yapım ve işletmesinde rolünün giderek azaltılması ve yapılan hidroelektrik santrallerin özelleştirilmesi yanında küçük su santralleri yapımının özelleştirilmesi de hidroelektrik potansiyelinden yararlanma hızını düşürmektedir. Zira özel kesim DSİ´den satın aldığı hidroelektrik santralların kârından mutlu olup, yeni barajlar yapmak için sergilediği çabalar, DSİ´nin geçmişteki başarılarının çok gerisindedir. Küçük su santrallarının özel kesim eli ile yaptırılması çok ciddi ekolojik ve sosyo-ekonomik sorunlara yol açmaktadır. A E- Nükleer Enerji Santralleri bir çözüm müdür? Enerjide çağı yakalama konusunda neler yapmalıyız?

H ULUĞBAY- Enerji sorunu ile karşı karşıya olan bir ülke için, her enerji üretecek teknoloji bir çözüm getirir, ancak her enerji üreten teknoloji ilgili ülke için en doğru ve en akılcı çözüm müdür sorusuna öncelikle bakılması gerekir. Ülkemizde yapılacağı ileri sürülen Akkuyu ve Sinop nükleer güç santralları için verilen fiyatlar somut ve net biçimde toplumun bilgisine sunulmamıştır. Akkuyu Nükleer A.Ş.´nin internetteki sitesinde şu bilgi yer almaktadır; ?Akkuyu ve Sinop nükleer güç santrallerinde 1 yılda yaklaşık 80 milyar kWh elektrik üretilmesi bekleniyor. Yakıt maliyeti her iki santral için yıllık yaklaşık olarak 720 milyon ABD doları olarak açıklanıyor. 80 Milyar kWh elektrik üretimi için 16 Milyar m3 doğalgaza ihtiyaç var. Doğalgaz maliyeti ise yaklaşık 7,2 milyar ABD doları. 3 senede sadece doğalgaz ithaline ödenecek para ile Mersin-Akkuyu´da 4 ünite nükleer santral kurulabildiği belirtildi.? Dolaylı olarak dile getirilen maliyetin (7.2 x 3=) 21.6 milyar dolar olduğu anlaşılıyor.  Ancak bu tutar Akkuyu ve Sinop´un toplam maliyeti midir açık değildir. Diğer taraftan Sinop santralı için Milliyet gazetesinde çıkan haberde şu bilgi yer almıştır; ?Japonya´da yayımlanan Nikkei gazetesi, Sinop´ta inşa edilecek nükleer santralin maliyetinin 16.3 milyar dolar olacağının tahmin edildiğini ve inşaatta Japon ve Fransız şirketlerin yanı sıra iki veya üç tane Türk şirketinin yer alacağını belirtti. Türkiye´nin ikinci nükleer santrali olacak Sinop Santrali´nin maliyeti daha önce 22 milyar dolar olarak öngörülmüştü. Santrali yapacak konsorsiyum Japonya, Fransa ve Türkiye´den oluşuyor. ? Türkiye´nin ilk nükleer santrali ise 20 milyar dolarlık yatırımla Rusya tarafından Mersin Akkuyu´ya yapılacak.? Milliyet gazetesinin bu haberinden anlaşıldı üzere, Akkuyu santralının maliyeti 20 milyar dolar ve Sinop 16.3 milyar dolar olmak üzere toplamda en az 36.3 milyar dolar olacağı anlaşılıyor. İki santralın toplam maliyeti için ?en az? 36.3 milyar dolar dememin nedeni, gerçek sözleşme tutarlarının henüz kamuoyuna açıklanmaması ve açıklanacak rakamlara bir de yine en az 40 milyar dolar düzeyindeki dış kredinin getireceği faiz ve sair giderlerin eklenmesi gerekecektir. Bütün bu maliyetlerin sonucu üretilecek enerjinin halka satın fiyatının ne düzeye çıkacağı ise bir bilmeceye dönüşebilir.

Japonya´daki nükleer enerji kazasından sonra birçok ülkenin nükleer enerji yatırımlarını durduğu ve var olan santralları da kademeli olarak devre dışı bırakma kararı aldığı bir ortamda Türkiye´nin nükleer kaza geçirmiş iki ülkeye (Fukuşima ve Çernobil) birer santral yaptırma kararı ne kadar akılcıdır? Nükleer enerji santrali piyasasının durgunluk içine girdiği bir ortamda iki santral için verilen fiyatlar sağlanabilecek en iyi fiyatlar mıdır? Toplam maliyeti 40 milyar doları aşağı anlaşılan bu kaynak, güneş, rüzgâr, deniz dalgası, termal ve benzeri enerji teknolojisine harcansa, Türkiye´nin enerjide dışa bağımlılığı hangi düzeylere gerilerdi? Bu üç soru bildiğim kadarı ile ne Türkiye Büyük Millet Meclisi´nde ne de akademik düzeyde kamuoyunu da bilgilendirecek ve bilinçlendirecek düzeyde yapılabildiğini sanmıyorum.  

Türkiye´nin nükleer teknoloji ile ilgilenmesi gerektiğini kabul ediyorum, ancak yukarıda belirttiğim bütün bu sorular tartışılmadan nükleer enerji için 40 milyar dolar üzerinde borca dayalı dış kaynak harcamanın doğru olmayacağını düşünüyorum.

A ERDOĞDU- Dünyada ve ülkemizde enerji sorununun geleceği için nasıl bir öngörüde bulunmak istersiniz?

H ULUĞBAY- İlk elektrikli taşıtın ön modeli, petrolün kuyu delme yöntemi ile 1859 yılında yeryüzüne çıkarılmasından yaklaşık 31 yıl önce 1828-1835 döneminde bulunmuş olmasına rağmen, petrol tüketen içten patlamalı motorların geliştirilmesi sonucu otomotiv sanayiinin ilgisinden uzak kalmıştır. Çevre sorunlarının artması ve küresel ısınmanın insanlık için yaşamsal tehdit haline gelmesi ile birlikte elektrikli taşıtlar için sanayicilerin ve tüketicilerin ilgisi artmış ve ticari üretim başlamıştır. Ancak, petrol ve otomotiv sektörünün ortak ticari çıkarları bu araçların geliştirilme ve piyasaya sunulma ivmesinin düşük düzeyde kalmasına neden olmaktadır.

Bu tarihi gelişim süreci de açıkça ortaya koymaktadır ki, dünyadaki enerji sorunlarına ilişkin çözümler enerji şirketlerinin çıkarlarına göre şekillendirilmeye devam edecektir. Bu yaklaşım da dünyadaki enerji kaynakları paylaşım kavgasının artan tempo ile sürmesi demektir. Bu kavganın diğer kazananı da, uluslararası petrol devleri yanında, silah sanayi kuruluşları olagelmiştir ve bundan böyle de öyle olamaya devam edecek gibi görünmektedir.

Ülkemiz de dünyadaki bu eğilimin etkisi dışına çıkamamaktadır. Bunun en belirgin örneği son yıllarda dile getirilen ?tam yerli otomobil? projesidir. Bu projede, elektrikli taşıt aracı yapımını hedeflemek yerine yine petrolle çalışan teknoloji peşinden gidilerek yaşama geçirilmeye çalışılmaktadır.

A ERDOĞDU- İlave etmek istediğiniz hususları da almak isteriz.

H ULUĞBAY- Dünyada en fazla sınır komşusu olan ülkeler sıralamasında Türkiye 8 sınır komşusu ile 7 inci sıradaki üç ülkeden birdir. Sıralama; Çin 15, Rusya 14, Brezilya 10, Demokratik Kongo Cumhuriyeti 9, Almanya 9, Sudan 9, Türkiye 8, Avusturya 8, Fransa 8 ve Mali 7 sınır komşusu şeklindedir. Bu listede yer alan ülkelerin II. Dünya Savaşı´ndan bu yana tarihlerine de dikkatle bakıldığında, hiçbirisinin coğrafyasında Türkiye´nin bulunduğu coğrafya kadar yoğun ve kanlı savaşların yaşanmadığı da görülür. Coğrafyamızdaki savaşların nedenleri incelendiğinde en baş sıralarında, su olmak üzere kaynak paylaşımının olduğu da gözlemlenir. Dolayısı ile ülkemizdeki politikacılar, teknisyenler ve akademisyenlerinin, çok bilinmeyenli denklem çözmede, bu coğrafya için çıkar projeleri hazırlayan ülkelerin benzeri konumundaki insanlarından çok daha akıllı, becerikli ve bilgili olmaları gerekmektedir. Ayrıca saydığım görevlerde bulunanların 19 uncu yüzyılın son çeyreğinden başlayarak dünyada ve bulunduğumuz coğrafyada ulusal çıkar çekişmeler ve çatışmalar tarihini de çok iyi incelemiş olmaları gerekir. Bu incelemeler yapılırken, ulusal çıkar çatışmaların inanç farklılıklarının ve etnik farklılıkların ne boyutta ve nasıl kullanıldığına da özellikle dikkat etmeleri gerekir.

Sayın Erdoğdu, yeni yılın, sizin ve Yeni Adana Gazetesi okurları ile yönetici ve çalışanlarına sağlık, huzur, mutluluk ve iyiliklerle dolu olarak gelmiş olmasını dilerim.   

Yeni Adana Gazetesi 4 Ocak 2016 Pazartesi

 

                                  ?BEN AZINLIK DEĞİL ONURLU YURTTAŞIM?

Değerli okurlar, 9 Ekim 1937´de Atatürk, Ege Manevralarını izlemek için Aydın´ın Ortaklar köyüne gelir. Atatürk´ü karşılayanlar arasında babasıyla birlikte bulunan 7,8 yaşlarındaki bir çocuktur Hanri Benazus.

O gün ilk kez gördüğü Atatürk´ün kendisine karşı gösterdiği yakın ilgi nedeniyle, o andan itibaren yüreğinde filizlenen Atatürk sevgisi 86 yaşına geldiği şu günlere kadar artarak devam etmiştir.  Bugün dünyanın pek çok ülkesinden topladığı Atatürk fotoğraflarıyla çok geniş bir albüm koleksiyonuna sahip olan Sayın Benazus´un, yurt içi ve dışında açtığı ?Atatürk Fotoğrafları Sergileriyle? ve verdiği konferanslarla özellikle yeni nesillere tanıtılması açısından büyük özverili çalışmaları halen devam etmektedir.

Sayın Benazus´tan yaklaşık üç ay önce bir söyleşi talebimiz olmuştu. Yoğunluğu yüzünden söyleşiyi ancak bugünlerde gerçekleştirebildik. Ayrıca kitaplarındaki fotoğraflardan istediklerimizi kullanabilmemize izin verdiler. Bu nedenle kendilerine gazetem ve şahsım adına teşekkürlerimi sunuyor, sağlıklı nice yıllar diliyorum.

A ERDOĞDU-Sayın Benazus,  size bu kadar çok Atatürk kitabı yazdıran sevginin kaynağı nedir?

H  BENAZUS- Benim daha 7,8 yaşında iken Atatürk´le beraber olma şansına ermiş olmam?

A ERDOĞDU- Atatürk fotoğraflarını arşivlemeye nasıl başladınız? Şu anda elinizde kaç adet Atatürk fotoğrafı mevcut?

H BENAZUS- Arşivlemem 17 yaşında ilk defa rastladığım bir Atatürk fotoğrafı görüp onu satın almamla başladı. Sonradan bu bir tutkuya dönüştü.

A ERDOĞDU- Arşiv çalışmalarınız sırasında karşılaştığınız güçlükler oldu mu?

H BENAZUS- Gün geldi iki fotoğraf ve negatiflerini almak için günü birlik Amerika´ya gittiğim olmuştur. O  fotoğraflar 1921 yılında Atatürk´le röportaj yapan bir Amerikalı gazetecinin çektiği fotoğraflardı.

A ERDOĞDU- Atatürk´le olan anılarınızdan bize söz eder misiniz? Bize Atatürk´ün çocuk sevgisini anlatır mısınız?

H BENAZUS- Tüm Türkiye bilir ki ben tam manası ile bir ?Atatürk Fanatiği? ve bir ?Atatürkçülük? doktrineriyim. Bu konuda hiçbir kimse ile tartışmaya da, değerlendirmeye de girmem.

 

Yaşım 86, bu yaşa kadar hayatımın hiçbir devresinde hiçbir kimse beni bu anlayışımdan çeviremedi. Zaten hiçbir kimse değiştirme girişiminde dahi bulunamadı. Yaşamında sevgiyi, hoşgörüyü kendime bir hayat felsefesi yapan, anlayışı, uyumu, paylaşımı ön planda tutan ben, konu ?Atatürk ve Atatürkçülük? olunca, dünyanın en anlaşmaz, en hoşgörüsüz ve katı insanı kesilirim.

 

Doğaldır ki bir çok insan  bu duygularımın kaynağını merak eder. Evet, bu konuda iki miladım vardır. Birincisi 9 Ekim1937 tarihinde Aydın´ın Ortaklar Kazası (O zamanlar küçük bir köydü) Atatürk´ün Ege Manevralarını izleme sebebiyle gelişiyle başlar.  Karşılamaya çıkan İstasyon Müdürü, Muhtar, İmam ve İncir Kooperatifi katibi olan babamın eline nasıl yapıştığımı, nasıl onunla Atatürk´ü karşılamaya çıktığımızı ve ardından da nasıl babamın elinden kaçıp Atatürk´ün yanına gittiğimin anısı bende ?Atatürk Tutkusunun? ilk kıvılcımını çakmıştır.

 

Hele hele ardından Atatürk´ün beni elinden tutup trenine bindirmesi ve benim ona getirilen rakısının yanındaki leblebilerini yemem, zannedersem memleketimizde, şu anda yaşayan 70 milyon insan arasında beni ayrıcalıklı kılmaktadır. İkinci miladım ise artık kendimi bilmeye ve tanımaya başladıktan sonra Atatürk´ün ?Ne Mutlu Türküm Diyene? sözünün bana bir yandan verdiği yükümlülük, bir yandan da beni ve benim gibilerine ?Azınlıktan-Vatandaşlık?a geçiş hakkını verişi ve kendimi tam ve eksiksiz bir Türk olarak benimsememi sağlamasıdır..

 

Evet, koyu bir Atatürkçü´yüm. Çünkü ben ?Bir Türküm? demekle, ?O?nun direktifi ile, bu Güzel Vatanda bir ?Onurlu Yurttaş? kademesine eriştim.

Atatürk´ün çocuk sevgisi inanılmaz boyutlardaydı. Her zaman çocukları yarının Türkiye´sini temel taşları olarak görürdü. Zaten beni yanına alması ve benimle büyük bir insanmışım gibi uzun uzun konuşması bunun en büyük delili idi.

A ERDOĞDU- Sayın Benazus, gazetem Yeni Adana 25 Aralık 1918 yılında Adana´nın işgalinden 4 gün sonra işgale bir tepki olarak yayınlanmaya başlamıştır. 98 yıldır aynı çizgisini muhafaza ederek bugünlere gelmiştir. Gazetemizle ilgili görüşlerinizi almak isterim.

H BENAZUS- Yeni Adana Gazetesi işgalin o karanlık günlerinde tüm Çukurova Havalisinin umut ışığı olmuş ve kurtuluştan sonra da ?Özgürlük, Vatanseverlik ve Bölgesel sorunlar? üzerinde hassasiyetle durmuş ve durmaya devam eden Basın tarihimizin yüz akı bir gazetemizdir. Daha nice on yıllar bu görevinin tam bir Yurt sevgisi ile devam edeceğine inanıyorum.

A E- Son olarak okurlarımıza neler söylersiniz?

H BENAZUS- Çukurova insanının o güzel yüreğine seslenmeye devam edin. Unutmayalım ki, bugün Atatürk´e ve onun felsefesine her zamandan daha fazla ihtiyacımız var. Belçika´da yaşayan Türk Kültürünü ve Tarihini Yaşatma Derneği Başkanı´nın ?Atatürk´ten Düşünceler? kitabından aldığım bir sözünü dile getirmek istiyorum.

Şöyle diyor:

          

?Unutma Türkiye; Atatürk´ü Allah´a borçlusun. Geriye halan her şeyi de; Atatürk´e??

Ve ben diyorum ki;

 

İŞTE ?NİÇİN ATATÜRK?E VERİLECEK EN GÜZEL CEVAP?

 

Sayın Benazus, Gazetem Yeni Adana okurları adına teşekkür ederim.

 

                    HANRİ BENAZUS KİMDİR

523 yıllık İzmirli bir ailenin 27 Mart 1930 tarihinde İzmir´de doğan çocuğudur. İzmir Atatürk Lisesi mezunudur. Maddi imkansızlıklar sebebiyle yüksek tahsilini tamamlayamamıştır. Uzun yıllarını iş hayatı içinde geçirdikten sonra, 1988 yılından itibaren emeklilik yaşamına geçmiştir. Yıllarca Altay Spor Kulübünde yöneticilik ve Başkanlık yapmıştır. Yaşamının en önemli anısı 1937 yılının 9 Ekim tarihinde Aydın´ın Ortaklar Beldesinde Atatürk´le karşılaşması ve onun masasındaki leblebilerini yemesidir. Fanatizm derecesinde bir Atatürk hayranı ve Atatürkçülük Felsefesinin tutkunudur. Halen Türkiye´nin 5000 adetle en büyük Atatürk Fotoğrafları koleksiyonuna sahiptir. Bu koleksiyondan 3105 adetlik fotoğraflarını, Ankara, Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkünde kurulmakta olan Atatürk Müzesine hediye etmiştir. Uzun yıllardır "İnsan", "Yakın Tarihimiz", "Atatürk" ve "Atatürkçülük" konusunda kitaplar yazmakta, konferanslar vermekte, sergiler açmaktadır. Halen bu etkinliklerini Türkiye içinde ve dışında birçok okul, Üniversite, dernekler kademesinde devam etmektedir.

BU GÜNE KADAR YAZDIĞI KİTAPLAR

1- Gönül Bahçemde Küçük Gezintiler

2- İnsanları Seveceksin

3- Gençler Sorunu mu? Yetişkinler Sorunu mu?

 4- Mutluluk Çıkmazı

 5- İçerdekiler, Dışardakiler

6- Dost Dost Dedikleri

 7- Kader

 8- İnsan Olma Sanatı                                                                   

 9- Ben Kimim? Siz Kimsiniz?

10- Atatürk´ün ağzından Atatürkçülük

11- Düşüncenin Istırabı

12- Ölümün Pembe Yüzü

13- İçimizdeki Sessizlik

14- Sevginin Gizemi

15- Bir Millet Böyle Kurtuldu

16- İnsanın Bitmeyen Arayışı Mutluluk

17- Her Şeye Rağmen Aşk

18- Pırıltılar - Kıpırtılar

19- İnsanı Tanıma Sanatı

20- Türk Kadınının Uyanışı

21- Mustafa Kemal ve Vahdettin

22- Kanla Yazılan Destan Çanakkale                                                     

23- Sarıkamış Faciası                                                                                

24- Atatürk ve Deniz sevdası (Albüm)

25- Atatürk´ün Çocukları (Albüm)

26- Düşünen İnsanın Sancılı Dünyası

27- Hümanizm

28- Mevlana Felsefesi

29 - Çanakkale´den Gelibolu´ya

30.- Atatürk Anıları

31- Dünya Şairlerinden Atatürk Şiirleri

32- İçsel Dünyamızın Derinliklerinde

33- Kadınlar

YAZARLAR

  • Salı 15.1 ° / 9.5 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Çarşamba 19.1 ° / 9.6 ° Orta kuvvetli yağmurlu
  • Perşembe 16.4 ° / 10 ° Orta kuvvetli yağmurlu
  • BIST 100

    8718,11%-1,25
  • DOLAR

    32,33% 0,16
  • EURO

    35,17% -0,02
  • GRAM ALTIN

    2243,92% 0,03
  • Ç. ALTIN

    3950,05% 0,00