Yazı Tamircisi Atölye 2022 Dünya Öykü Günü Buluşması...
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 17.02.2022 16:44:00 3142 0

Yazı Tamircisi Atölye 2022 Dünya Öykü Günü Buluşması...

Yazar Süreyya Köle'nin yöneticiliğinde devam eden Yazı Tamircisi Atölye, çevrimiçi gerçekleştirilen bir etkinlikle dünyanın ve Türkiye'nin farklı yerlerindeki, Türkçe yazan öykücüleri bir araya getirdi.

Değerli yazarlar, Nursel Duruel ve Özcan Karabulut'un da katkı sunduğu etkinlikte Prof. Semiramis Yağcıoğlu'nun kaleme aldığı Dünya Öykü Günü Bildirisi okundu. Ardından "Çok kısa öykü" okumalarına geçildi. İşte o öyküler...

 

Adalet Temürtürkan

Gitme Dedim Sana, Gittin

Gök mavi, bulut beyazdı, her mevsim bahardı, mavi kanatlı uçurtmanın ucunda. İncecik kuyruğunda uçurduğumuz gülüşümüzle şenlenir, renklenirdi gökyüzü. Tırmandığımız gökkuşağının yedi rengiyle boyadığımız bulutlar yorganımızdı. Mevsimlerin tanımadığı korku rüzgârları esmiyordu, yedi tepeli o şehrin sokaklarında. Elin elimde, yüreğin yüreğimde söylediğimiz şen şarkılarımız vardı, yasaksızdı.

Deliksizdi uykularımız, umutlu, mutlu, aydınlık günlere inanırdık, yarınlar bizimdi. Ezgilerimizin dizi titremiyordu, acıya şerbetli, ölüme yeminli türküler bilmezdik. Darbeler, depremler vurdu, bankerler çarptı, hünkâr çöktü ömrümüze, en güzel çağına. İçimde çırpınan hangi yaralı kuşun kanadı, söyle dilim, kalbim, hangi canın feryadı? Meydanlarda şakıyan kuşlar nereye gitti, ürkek güvercinlerin kanadını kim kırdı.

Serçeleri kim susturdu hatırla, anlat dilim, sazım, sözüm, gitarım, türkülerim susma. Ayarı bozuk, dili kirli, kinli, kibirli zaman yeli girdabındayız, ekmek acı, su zehirli. Neşeli sesler duyamazsın, arama, sorma, kalbi kırık, zafer meydanları harap bu şehrin. Atlarımız vardı bizim, “Dörtnala gelip uzak Asya’dan” Akdeniz, Sivas, Samsun… Güneşsiz sabahlara uyanan, umutları çalınan eli bağlı, dili bağlı ecelsiz ölüler kimin. İmdat sesini duyan var mı, kara yağız çocuk, dalgalı deniz, kar tipi fırtına haberleri. Tan vakti kırılan kapılar, sağırlar suskunlar, alaca karanlık çöküyor ömrümüze. Tanrının evlatlarından utanıp yüzünü kapattığı, arsız, hırsız, uğursuz talan devri bu. İlk değil bu, kaç bin yıldır nal sesinden, top tüfek postal darbesinden ürkek yurdum. Ne yana baksam, ölüm, zulüm, sürgün, gitme n’olur, gitme dur, gülüşünden vuracaklar seni.

 

Ayşegül Daylan 

Öykü Düş Gücü İster*

Ömür boyu yolculuk etseydik seninle. Yağmur yüklü kara bulutlardan uzakta. Keşke iki özgür kırlangıç olsaydık. Ümit dolu kalp kalbe uçuşan. Dudağında gülüşler oluşsa. Üşüşse gözlerime pırıl pırıl. Şarkılar söyleseydik birlikte eskisi gibi. Günahları hiç düşünmeden. Üzümleri ezip şarap yapsaydık. Cam gibi parlak olsa gökyüzü. Üzgünüm beceremedim, ne seninle olmayı ne de sensizliği. İnciler, mercanlar, firuzeler senin boynuna ne de güzel yakışırdı. Sarhoş olsak şu kırmızı şarap yüzünden. Takatim kalmadı artık kanatlanıp uçmaya. Eğer sen becerebilirsen kaldır beni olduğum yerden. Rezilin biriyim, affetsen beni, yeniden diyorum, hadi, yeniden, tıpkı eski günlerdeki gibi…

*Orhan Duru, Öykü Yazmanın Sırları…

 

Ayşegül Dinçer 

Yalnızlık Paylaşılmaz

Yollar kapandı kardan, zor ulaştık hastaneye, hemen bir odaya yatırdılar. Akşam oldu, güneş gitti. Lapa lapa kar yağıyor, hava çok soğuk. Nasıl da üşüyorum bilemezsin. Isıtamıyor içimi hastane odası; battaniyeler, ısıtıcılar, titriyorum... Zaman geçmiyor, sen de gelmiyorsun. Loş her yer, aydınlatamıyor lambalar. Islık çalıyor pencereler. Kapılar rüzgâra teslim olmuş, çarpıp duruyor. Paramparça yüreğim, sancılar içindeyim, korkuyorum. Ayaklarım, ellerim tutmuyor. Yaklaşıyor, hissediyorum, geleceksin. Lütfen acele et, daha fazla bekletme. Akşam bitti bak, geceye döndük, her yer karanlık... Şakaklarımdan boncuk boncuk terler akıyor. Ilgıt ılgıt bir yel esti birden. Mehtap da varmış, fark etmemişim önce. Aşkların en büyüğü, geldin nihayet. Zafer benim, doğurdum...

 

Baran Arslan

Savcı

Güvenlik şeridinin önünde görüntü almaya çalışan gazetecilerin uğultusu, savcının gelişiyle yerini sessizliğe bıraktı.

Savcı, soğuktan kaskatı kesilmiş komisere “Kimmiş?” diye sordu.

Komiser “Kimlik yok. Yirmili yaşlarda. Satırla öldürülmüş, daha sonra yakılmaya çalışılmış.” dedi.

Savcı olay yerine göz gezdirdi. Cesedi incelemek için iyice yaklaştı, yere doğru eğildi. Boğulur gibi oldu, öksürerek ayağa kalktı. Kendisini uykulu gözlerle izleyen komisere, “Kanıtları toparlayın, cesedi Adli Tıp Kurumu’na nakledin.” dedi.

Savcı, tam gidiyordu ki arkasından yükselen sesi işitti. Döndü, cesede bir daha baktı. Hızlı adımlarla makam aracına doğru yürüdü. Kapıyı açan şoförüne “Acele et.” dedi.

Arka koltukta cama kafasını dayadı. “Gebeymiş,” diye mırıldandı.

 

Başak Savaş

Bugün Canım Kahve Çekti

Başlamak için saat erken. Unuttuğum bir şey var mı, demek içinse geç.

Geç yenen akşam yemeği saati, ya da meyvelerin soyulup ekranlardan gözlerin ayrılmadığı bir zamanda, gelebilmiştim yeni evime. Üzerimin kirine pasına aldırmayacak kadar yorgundum. Nereden başlasam, demeyecek kadar da kibardım üstelik. Ceketimi bir köşeye, kendimi de poşetlenmiş bir yatağın üstüne atıp uyudum. Alışkanlıklarına yenilen bedenim gün doğmadan uyandı. Ne işe gitmem gerekiyor ne de yapmam gereken işlere başlayabilirim. Mutfakta kutuların arasına giriyorum. Karışık, üs tüste, yığınla kutu beni bekliyor. Aradığımın alttaki kutularda olmamasını diliyorum. Hadi, diyorum, en üstteki kutuya uzanıyorum. Vefalı bir dosttan telefon beklermiş de telefon henüz çalmamış gibi, umudumu yitirmeksizin açıyorum kutuları birer birer. Elim kahveye değil de dostumun elini yakalamışçasına seviniyorum. Çekilmiş kahveyi kokluyorum. Eski evimin anıları yeni evimin rayihasıyla buluşuyor. Köpüklü bir kahve yapıyorum hemen. Telveyi fincanda bırakmaya özen göstererek, içiyorum kahvemi. İstikbalimin izini kahvemde süreceğim...

 

 

Demet Eşmekaya

Siz de Duydunuz mu?

Çamurlu çizmelerini saklamak için en uzak noktaya bırakarak çıktı merdivenlerden. Dış kapıyı açtığı anda burnuna gelen kızarmış et kokusu ile ne kadar acıkmış olduğunu anladı. Üstünü başını düzeltmeye çalışarak girdi içeri. Sıcacık odada mayışmış bir vaziyette oturan üç kişi, usta girince hafifçe toparlandı. Birisi eliyle yer gösterdi. İlişti kendisine münasip görülen yere. Dilleriyle dişlerinin arasında hal hatır sordular ustaya. O da kem küm ederek, bir şeyler demeye çalıştı. Kısa sürede sofra kuruldu. Dizlerini kırıp bir ayağının üstüne yüklenerek oturdu sofraya. İlk, bol tereyağlı bir mercimek çorbası geldi. Ne kadar oldu böyle güzel bir çorba içmeyeli acaba, diye düşündü, anımsayamadı. Çorbası bittiğinde ayağının uyuştuğunu hissetti. Yükünü diğer ayağına vermek için hafifçe doğruldu, iki yanında oturan ev sahipleri, “Ya dur usta, ne yaptın, yeni başladık. Daha et var, börek var. Hemen bir çorba içip kalkılır mı? Allah aşkına otur, otur otur,” deyince usta utandı. Ayağımı değiştirecektim, diyemedi. Sofraya dumanı üstünde tüten kızarmış et konulurken, midesinin gurultusunu dinleyerek işinin başına dönmek için kalktı.

 

Didem Gökçay

Sabah Sabah Sınanmak

Sıradan bir günü çağrıştıran sabah güneşlerinden biri açmış olsa da, mahallede bir acayiplik olduğu, etraftaki koşuşturmadan anlaşılıyordu. Ana yol üzerinde böyle bir kalabalık pek olmazdı; olsa olsa fırına ekmek almaya giden emekliler, ya da simit, poğaça alıp sabah kahvaltısını savuşturmak isteyen erkenci memurlar olurdu. Beyaz boyayla yere yazılmış olan, normalde insanların zerrece dikkat etmeden üzerine basıp geçtikleri graffiti de ilk defa açıkça görülebiliyordu; çünkü yerlerdeki ekmek artıklarını yiyen kuşlar, yol kenarında toplaşan insanlar yüzünden kaçmışlardı.

Anne olduğu her halinden belli olan kılıksız sığınmacı kadın, kaldırımdaki sahnenin baş rolünü oynuyor; kah dövünerek, kah yalvararak yanlarına yaklaştığı insanlardan, kırık Türkçesiyle medet umuyordu. ‘Habipim yok bağçede, yok dolapda, gitmişidim ben almaya ekmekimizi, bulamadım dönüncene, oğuuuul yokkk’ diyerek nefes almadan konuşan kadıncağızın sesi yürekleri dağlıyordu. Sıra sıra dizilmiş insanlar, ona yaklaşıp teselli etmek şöyle dursun, önlerine bakıyor, içlerinden bazıları kalabalıktan sıyrılarak yakındaki karakola doğru seğirtiyordu. Az sonra olay yerine gelen polisler ise somut bir adım atmakansa, hep bir ağızdan, ‘yine mi sen’, ‘bıktık her yerde seni görmekten’,’kaç kere söyledik, başka yere git dedik’, ‘illa ki bir dert çıkaracaksan, o derdi başka yerde çıkarsaydın’ diye veryansın ettiler. Bir yandan da kadıncağız çabalamaya devam ediyor, kendisine çıkışan polislere ‘evedamma, gidecek yerimiz yokdur, köşede dolapta uyuduh gece, oğlum üşüdü çok, etekimin altında ısıddım ben onu, sabah olduydu ama hala uyuyordu orada’ diyerek cevap yetiştirmeye çalışıyordu.

Aslında hemen hemen herkes bu kadıncağızı tanıyordu, çünkü haftalardır mahalleli tarafından görmezden gelinen, kimi zaman utanılarak, kimi zaman üzülünerek yanından geçilen bir sima olmuştu. Hatta insanlardan bazıları, bir yandan yaka silkmekle beraber, bir yandan da kendi suçluluk duygularından arınabilmek için onun ve çocuklarının karnını doyurmaya başlamıştı. Sağa sola pek bakmasa da, eli yüzü düzgün olsa da, yine de sakınılacak bir şeydi; kimbilir yarın bir gün birilerinin kocasını kapıverirdi; hem bunlar eninde sonunda her türlü kötülüğe bulaşırdı; o yüzden uzak durmak lazımdı.

‘Islakıdı yerler, hem oğlum çok açdı, yemekçilere gitmişdir, kurumak istemişdir, oralarda bularız, bir yardım et, yavrumu get bana, polis abim, valla daha gelmeziz, n’olur’ diye havada yankılanarak sürüp giden o ses, yavaş yavaş tınısını, direncini, ümidini kaybederek kısıldı. Nefesi tükenen kadın, sonunda yere bakarak sustu. ‘Ama kızım sen de anla artık, davetsiz misafirsiniz bu ülkede, bizim polisimiz senden kaçan çocuğu niye arasın, günlerdir besledik ettik, bu kadarına razı ol’, diyerek makinalı tüfek gibi cümleleri peş peşe saydıran bir beyamca, herkesin kafasından geçen düşünceleri özetlemiş oldu. Nihayetinde yaşlı adamın da susmasıyla beraber, taptaze günün sabahına hiç yakışmayan mel’un bir sessizlik ortalığı kapladı.

Mazlumların rıza göstermesinin zorunlu olduğunu, doğuda büyüyen tüm insanlar gibi erken yaşta öğrenmiş olan genç kadın, eksik Türkçesine rağmen söyleneni anlayıp, üç yaşlarındaki küçük kızını sessizce kucağına alıp uzaklaşırken, rüzgârda savrulup giden yemenisini yakalamaya yeltenmedi. Ağır aksak adımlarla uzaklara doğru yürürken, çocuğunu yabancıların insafına terk etmek zorunda kalmış olan bir annenin ömür boyunca taşımak zorunda kalacağı ağır bir yük sırtlandığının farkındaydı. Kaldırıma yansıyan nazenin gölgesi, asfalta yazılmış olan graffiti ile adeta bütünleşmişti: ‘Hayat ne kadar’

 

Dursaliye Şahan

Öyküden önce küçük bir soru: Kıyamet nasıl kopacak? Dünyanın sonu nasıl gelecek? Doğal yollarla mı? Yoksa…

Son Dakika Golü

Felaket. Patlamalar hâlâ devam ediyor.

Çabuk beni sırtına alıp buradan çıkar.

Efendim çocuklara yardım etmem daha doğru olmaz mı?

Pis terörist!

Deney bombalarından sadece birini patlatacaktınız. Neden hepsini patlattınız?

Dünyanın bu tarafını etkilemez sanıyordum.

Yeryüzünde derin yarıklar açılmış olmalı hatta yörüngeden bile çıkmış olabiliriz.

Ben de insanım, tutamadım kendimi, bastıkça basasım geldi.

Gördüm efendim, ben o sırada masanıza doğum günü pastanızı servis ediyordum.

Şimdi beni kurtarmak zorundasın!

Sayın başkan bakın lav katmanları nasıl da hızla yaklaşıyor.

Allah’ım, seçilmiş bir kul olduğumu biliyordum.

Seçilmiş?

Kıyameti başlatmak bana nasip oldu.

Nasip?

Cennetin kapısı nerede?

 

Ebru Yavuz

Yazmak Hep İyileştirir

Yorgunluğu yalnızlığından mıydı, yoksa yalnızlığı mı yoruyordu onu?

Ardına bakmadan kaçtığı insanlar mıydı, yoksa kendisi mi?

Zamansızlaşan onca yarayı kanatmaktan korkuyordu da, bu illüzyonun içerisinde ne kadar kalabilecekti biliyor muydu?

Muhtemel çalkantıların ihtimalinden sakınıp kendisini, gölgelerinde saklanmak hayatın!

Aslı bu değildi, tanıyordu cevaplar isteyen, biraz kavgacı, biraz asi, çokça anlaşılmayı bekleyen kırılgan kalbini.

Korkular değildi onu kaçıran, yılgınlıktı, anlattıklarına büyük büyük laflarla verilen dağ olup karşısına dikilmiş, kelime ziyanlarından.

Hevesle izlediği dünyada karşısına kendi çaresizliği dikiliverince, sisin ardına saklanmış güzelliği kovalamak nafileydi artık.

Evet ama, ilk değildi bu düşmeler, bir başına çıkacaksa yine buralardan, daha önce nasıl yapmıştı?

Pasını atıyordu işte zihin yazdıkça.

İyileşmek dediğin var olabilme çabasıysa reddettiklerini de yakınlarında tutarak, gelmişti artık bünyenin silkelenip kendine gelme vakti.

Yazmak, ah yazmak, yıllarca sığındığı tatlı kaçamak, yazmak hesapsız kitapsız çıkarsız yol arkadaşı!

İyiden iyiye kaçışını fark etti şaşkınlıkla ki kendi eylemine yabancılaşmak çok da tanıdıktı.

Laleli’nin daracık sokaklarında nice mekan hatırasını taşırdı, sadece kendiyle konuşmak için yazdığı zamanların, ki kelimeler çıkarırdı tüm karanlığından ruhunu.

Eskiydi evet, bir an hatırlayamadı, ona niye küskündü artık?

Şaşkınlık, yine mi? Alışkanlığa dönüşüyordu iyice.

Tutunduğu dalı kendi kesmişti aslında, yıllarca yazdığı her şeyi atmış, yırtmış, kayıtlı tüm belgeleri yok etmişti, terk eden sevgilinin ardından geçirilen öfke nöbetine kurban etmişçesine.

İnsanlar okusun evet, keşke okusun, çok da sevsin ne çok isterdi yazdıklarını.

Renkli düşler sokağının yalnız kahramanı, bak yine yazarken buluyorsun cevabı, sen tek yaz, her cümle sihir olur, bulur hayatta karşılığını.

İncelikle ellerin ruhunu konuşturdukça, önce sen unutursun yalnızlığını, sonra yorgunluk terki diyar eyler hücrelerinden.

Reddedilemez gerçekliğini hatırlarsın “Yazmak hep iyileştirir.”

 

Süreyya Köle

Tahliye/Karşılama

Kadın cinayetlerinin göbeğine bomba gibi düştü öpüşmeleri. Sevgilisinin boynuna uzanan kolları bir ahtapotunki kadar çirkin göründü kiminin gözüne.
“Utanma yok bunlarda,” dedi daha birkaç gün önce perde arkasından otuz beş bıçak darbeli cinayetin herkesten gizli tanığı kadın, «Sokak ortasında olacak iş mi bu şimdi?» Öfkeyle geçti diğer kanala. Ekranda jandarma gencin utangaç yüzünü gördü bu kez de. «Milletin ahlakını bozuyorlar,» dedi, «Başka haber mi kalmadı verecek?»
İçini çekti aynı anda bir başka evde, bir başka kadın, «Gözün kör olsun adam, bir kez olsun öpmedi ya beni şöyle,» dedi, her yeri dayak eziği.

 

 

Gülser Kut Arat

Evlilik ve Boşanma

Evet, şunu görüyorum ki, hiçbir şeyimi paylaşamıyorum seninle. Ve her seferinde beni anlamadığını gösteren bakışlarınla karşılaşıyorum. Liseliler gibi gençliğimizin en umutlu, en coşkulu günlerinde benim yol arkadaşımdın, sevgilimdin. İsyan bayrağını geçmişte ülkem ve dünya adına, şimdiyse senin için çekiyorum. Liderlik hep senin elinde yükseldi, yıllarca. İsyanlardayım, kendi çaresizliğimi görüyorum. Kahkahamı bile paylaşamıyorum seninle, bırak geri kalanını. Ve çığlığım bulutlara ulaşıyor, yağmur oluyor, sel oluyor. Evime, çevreme bakıyorum gözlerim boşlukta. Bulutlar siz söyleyin, ben mi haykırıyorum boşuna geleceğin ne olacağı belli olmaz diye? O, her zamanki vurdumduymazlığıyla kuş olup uçuyor camdan. Şaşkınım, o ise bir o kadar umarsız. Aşkım, diyor bir şey olmamış gibi “Sen idealistsin, duygusalsın.” “Nasıl, şimdi de duygusal ve idealist mi oldum?” diyorum.

Mazeretleriyle, bir kez daha yaralıyor beni. Ayaklanan sesim yankılanırken, belirsiz uzun yolculuklara doğruluyorum.

 

Gülşen Öncül

Yavrum Seni Çok Özledim

Yatağıma koşarak gidiyorum, sana kavuşacağım anı iple çekerek. Aydınlığına koşuyorum, seninle güzelleşen rüyaların. Varlığını sımsıcak hissediyorum yanımda, kalbinin sessizliği olmasa, yanımdasın sanki, uzanıp öpeceğim ellerini doyasıya. Rüyalarımda susuyorum, sessizce bakıyorum yüzüne; gitme diyorum, ne olur biraz daha kal. Uzun uzun çağırıyor beni hayalin, buram buram kokunu duyuyorum kafamı koyduğum yastığında. Medetsizdi biliyorum ama eski halin gözümün önünde; dimdik, heybetli, bir ağaç gibi sağlam. Sen, sensizliğin sesini duydun mu? Elinin izi kaldı dokunduğun gönüllerde. Ne zaman göçüp gittiğini bile söyleyemediler, o kadar hızlı oldu ki kimse inanamadı gidişine. İsminle yaşamaya başladım o günden sonra, her şeyde sen, her yerde sen. Çatallaşıp kuruyan toprağa uzanıyorum bazen, sana yakın olayım diye. O zaman teselli buluyor gönlüm, o zaman anlam kazanıyor bu gökyüzü, bu kıraç toprak. Kışın sana gelmeyi daha çok seviyorum, belki de imkansızın mevsimidir, yalnızların yakınlığıdır kış. Özlem dev olup çıkıyor koca kollarıyla gökyüzüne. Zamanı kucağına alıp habire öğütüyor, saçlarımdan belli. Lakin kavuşma umudu, o hiç bitmeyen kavuşma umudu orada bir yerlerde; işte ona sığınıyorum ismin göklere sığmayınca. Elimi uzatsam mor dağların yamacına, bıraksam diyorum kendimi rüzgarın kucağına, karlar yatağım olsun, taşlar yastığım. Doğarsa güneş tekrar üzerime, sana kavuşmak için doğsun. İstemek var ya, ölümü istemek hemen yarına, işte en büyük tesellim senin özlemime. Mabedine gelip sığındığımda huzur buluyor yüreğim, ha gayret diyorum, ha gayret, bekle az kaldı bitecek hasret.

 

Kafiye Müftüoğlu

Sustalı Maymuna Dönmüş

Sütunun gölgelediği tarafı seçti. Uluorta ağzına geleni söylediği günler geride kalmıştı. Selam vermez olmuştu eskiden pohpohlayanlar. Tumturaklı laflarını alkışlayanlar uzaklaşmıştı. Ağzından yanlış bir şey çıkacak diye ödü kopuyordu. Lanet okumaya alışık diline güzel sözcükler de yakışmıyordu. Israrlı soruları geçiştirmekte zorlanıyordu. Masanın bir köşesine büzüşmüştü. Alnı boncuk boncuk terliyordu. Yardımına koşacak birini arıyordu gözleri. Merdivenden inen kurtarıcısına sırıttı. Uzanıp elini sıkmaya koştu. Nihayet önemli biri olduğunu gösterecekti herkese. Adam elini çekti hızlıca. Devranın döndüğü kafasına dank etti. Ölümüne savunduğu, yüzüne bakmadı. Nefretini, kinini sahiplendiği, onu silip atmıştı belli ki… Madara olmuştu… Üzüntüsünü belli etmemeye çalışarak kendini dışarı attı. Şaşkınlığı öfkeye dönerken ayağı taşa takılıp yere kapaklandı…

 

Mehmet Oğuz Aslan

Küs Beyaz

Başımızın üstünde bir gölge çırpındı, süzüldü, genişleyerek kumun üzerine kondu. Ardından, onlarca karga çığlıklar atarak yiyecek atıklarına çullandı.

“Kayalar kargalarla dolu. Martılar nerede?” dedim.

“Sadece martıların yokluğunu mu fark ettin? Baksana, güvercinler de yok.”

“Neden yok?”

Ayağa kalktı. “Bir zamanlar bu kayalar martılara ve güvercinlere ev sahipliği yaparmış. Kayaların aralarına yumurta bırakırlarmış. Fakat tarlaların az ürün verdiği yıllarda, aç kalan kargalar burayı keşfetmiş, martı ve güvercin yumurtalarına dadanmışlar. O günlerden bu güne karakuşlar kayalıklardan ayrılmaz olmuş. Böylece beyaz kuşların geleceği kararmış. Beyaz kuşlar bu pislikte yaşamak istemiyor artık.”

“Anlaşılan beyazı küstürmüşler!” dedim.

Sessiz kaldı… Küsmek öylesine bir duygudur ki; insanın sessizliğinden anlaşılır…

 

Nazire Gürsel

Yaşam Sonsuz Bir Akıştı

“Yaşam bir akıştır aslında, hem de sonsuzdur,” dedi kadın.
Adam düşündü, sonsuzluk içinde isek neden sona yaklaşmak bu kadar zorluydu?
“Şadan, yarın oy verdikten sonra yemeğe çıkmak istersin sen şimdi.
Ama ben çok yorgunum, gitmeyelim, olur mu?”
Midem, göğüs kafesim, çenem titriyor.
“Sonsuzluk olasılıklardadır, insan yanılır, zamanda sanır,” diye karşılık verdi kadın.
Oy vermek iyi yurttaş olmanın gereği, böyle söylüyor TV’ler, bas bas bağırıyor sosyal medya hesaplarından çokbilmişler.
Nerede ve nasıl biteceğini hayatın, oy vermek mi belirler?
Sırtına vuran sızının rotasını takip etmeye çalışan beyni nasıl da bitap düşmüş.
Umarsız mı yoksa umutsuz mu?
Zihni çılgınca ileri sarıyor sözcüklerden oluşan yaşam rulosunu.
Bir türlü durduramıyor, ne acıyı, ne pişmanlığı ne de gelmekte olanı.
İki kişilik bir yaşamı sürdürmek kolay mıydı sanki?
Rahmetli sıkı eleştirmendi, derler mi arkamdan şimdi?
Acaba karısı onu gömdükten sonraki ilkyazda gene sirtaki oynar mı?
Karısı, yaşamının yarısı.
Ilık bir sızı uyuşturuyor giderek sol yanını.
Şekli şemali netleşiyor yaşamın zıt anlamlısının.
Tam tam sesleri geliyor kulağına çok uzaklardan.
Istırap, ışıksızlık, ıraksama, ıslak karga, ırgalama... Binlerce kelime sığdırdım ömrüme de bir kendimi sığdıramadım öyküme...

 

Nuray Cihan Gündüzalp

Yeni Ayakkabılar

Ne diye bu ayakkabıları giymişti sanki? Her adımda ayağının arka kısmı daha çok ağrıyordu. Yüreğine bir çentik atılıyordu adeta. Bastığı yeri görmüyordu zaten. Zifiri karanlıkta çıkılması gerekiyormuş. Ay ışığı tehlikeliymiş. Yeri incitmekten korkarcasına tedirgin adımlarla ilerliyorlardı. Yeni ayakkabılarının ayağını vurması tedirginliğini artırıyordu. Ya yürüyemezse, onları yarı yolda bırakırsa? Ne olursa olsun canını dişine takıp yürümeye devam etmeliydi. En önde giden adamın kısık sesine kulak kesiliyordu. Peşinden ve önünden giden adımların nefesini hissediyordu her an. Tehlikeli karartılar ortaya çıkınca yere kapaklanmayı öğrenmişti artık. Karanlığın ellerine bırakmıştı kendini. Yaklaştıkça uzaklaşan ışıklara bakıp iç geçirdi.

- Neden aynı yerde dönüp duruyoruz ki, dedi gerideki sabırsız delikanlı.

- Benden buraya kadar dedi, öndeki adam.

Kulakları sağır eden kurşun sesleri yankılandı o anda.

Artık yeni ayakkabıları ayağını acıtmıyordu.

 

Sadık Çil

İhtiyar

Altında oturduğu dut ağacının dallarına uzanan asmanın yanındaki tulumbaya doğru yürüdü. Tulumbayı kurduğu yıl ekmişti asmayı da, dut ağacını da. Kendisiyle birlikte, onların da yaşlandığını düşünüp hüzünlendi. Güneşin alnında rengi iyice soluklaşmış tulumbadan iki kova su doldurdu. Kollarını sıvayıp abdestini aldı. Ellerini gökyüzüne açarak, yıllardır ertelediği namazını kılmak için niyetlendi. Çileli yaşamında sabah akşam çalışarak kendisine eşlik eden hayat arkadaşı ile göz göze gelince, gayri ihtiyari minnetle gülümsedi. Pencerede asılı ağdan anılar sesleniyordu:

- Şu abinin yaptığına bak, nehre girip bir ağı kurtarmaya korkuyor. Yaşayacağını yaşadın sen, diyor utanmadan.

- Baba hiç merak etme, hemen kurtarıyorum.

Bir çırpıda kurtardığı ağ, bir gurur abidesi olarak duruyordu orada. Torunlar bahçede koştururken, oğulları, gökyüzünün kızıllığı altında, günün yorgunluğundan iki tek rakı atarak uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Bahçedeki yüzlerce ağaç selamlaşır gibi, esen ılık rüzgâr eşliğinde hafifçe sallanıyordu. Namazını bitirmeye yakın sağdaki ve soldaki dağlar da selama durdu onunla.

Gün battı. Sofraya oturdu, her akşam olduğu gibi iki duble rakısını içti. Odasına çekildi.

Sabaha uyanmadı.

 

Selahattin Avcı

Paro(l)la

Gölgenin elinde başka bir gölge var. Nacağa benziyor. Neden en kötüsü olmak zorunda, bir çıkış yolu yok mu ? Demirin sivri ışıltısı ense kökümde. Hissediyorum. Kafamın gövdemden kopması. Yerde yuvarlanıyor kafam. Gözlerim pörtlemiş. Pis pis sırıtan Raskolnikov bana alacaklı gibi bakıyor. Ayıp be ayıp, cebimdeki on lirayı alıp da n’apacan,, anca gider simit yer, bir bardak çay içersin! Karnın bile doymaz, tenezzül ettiğin şeye bak! Yere düşüp seke seke yuvarlanan başım dış kapının sövesinde kütlüyor. Uyanıyorum sonra, ağrıyor başım. Geçmez ama olsun. İki parol atayım yine de. Belki günü kurtarırım.

 

Sema Canbakan

Her Şey Güzel Olacak

Her yanı saran kardan örtü, tüm çirkinlikleri kapatmıştı. Evlerine varma telaşındaki insanlar kaymamak için pür dikkat yürümeye çabalıyorlardı. Ruhi de bir an önce evine ulaşabilmek için işten erken ayrılmıştı. Şanslıysa arabası çalışır, onu bu karda kışta yolda bırakmazdı. En azından hava daha ayaza çekmeden işten çıkabildiği için mutluydu. Ya bugün mesaiye kalması gerekseydi ne yapardı? Çaresiz kendimi riske atmaz servise binerdim, diye düşündü. On yaşındaki arabasından hele de böyle soğuk havalarda çok çekiyordu. Korktuğu başına gelmedi. Gaza basar basmaz çalışıverdi emektarı. Ümitle doldu içi, işte ayağı yerden kesilmişti. Zahmetsizce varacaktı yuvasına. Eve çıkan yokuşa kadar hiç sorun yaşamadı. Lakin önündeki araç yokuşta kalıp bir daha kalkamayınca olan oldu. O, yolu kapmış giderken aniden frenine asılmak durumunda kaldı. Lunaparktaki çarpışan otolar gibi kayarak önündeki araca bindirdi. Arkadan gelen kamyonet de duramayınca zincirleme kazanın ortasında kalıverdi. Canı sıkkın indi arabadan. Ardında biriken trafiğe bakıp, yolların tuzlanmayışına küfürler savurdu. Korktuğu başına gelmiş, çalışmayan araba yüzünden olmasa da kaygan yol yüzünden varamamıştı sıcacık evine…

 

Seyhan Aslan Hanotte

Kırmızı Benekler

Hayatlarını kaybeden dünyanın bütün işçilerine

 

Babamı bekliyordum parkta ve bulutlar kayıp kayıp akıyordu gökyüzünde.

“Bak hayat da bunlar gibi, kayıp gidiyor, kayıp gidiyor.” Babam... İşte hep böyle tam zamanında…

Parmağının ucunda bulutlar.

“Çin duvarı bittiği gece duvarcılar nereye gitti dersin?” dedi, göz kırpıp. Anladım ki bugünkü rotamız Çin.

Babamın yaptığı kağıt uçaklardan birine atlayıp hoppaaa Çin’e gittik. Önce duvarın üstünde yer fıstığı yedik. Kabuklarını cebime doldurdum. Sonra duvarın dibinde Çinli duvar ustalarının mezarlarını arayıp bulduk. Yoruldu babam, mezarlardan birine uzandı, kaldı öyle. Fıstıkların kabuklarıyla örttüm üstünü. Üşümesin. Eve döndüm çünkü benim bir de annem var.

“Senin oğlan fıstık yiyip kendi kendine konuşuyormuş parkta” diye anlatıyordu komşu teyze anneme.

“………”

Annemin sesi niye böyle titrek?

Babamın duvarcı tulumunu çıkardım yastığımın altından. Üzerinde kırmızı benekler vardı. Onlara sarılıp uyudum. Yarın babamla artık Taç Mahal mi olur, Piramitler mi?...

 

Tuba Özkur Aksu

Babamın Pardesüsü ve Kasketi

Bugün üç gün oldu gideli ama bana sorsan asırlar geçti sanki. Akşam olunca, o salınarak gelişini özlüyorum. Balkona gidip beklemeye başlıyorum sokağın başından görüneceğin anı. Ah, bak yine yüreğimi gizli bir el sıkıyor, nefes alamıyorum, gittin gideli daha bir dakika uyumadım, uyuyamıyorum ve sanırım son uykuma kadar bir daha uyuyamayacağım. Mahalle bekçisi bu gece beş kere geçti pencerenin önünden. Işıklar söndü birer birer evlerde. Niye gittin sanki? Paha biçilmezmiş meğer seninle geçen bir dakika bile. Aniden gidişini sindiremiyorum. Rahmetli, demeye dilim varmıyor, dur daha erken, öyle söyleme, diyor içimdeki ses. Daha üç gün önce yanımdaydın. Ev sessiz, senin o güzel anılarını, o güzel sesinden duymayınca. Sevdiğin herkes burada. Üşüyor musun? Havalar iyice soğudu. Sardunyan bile boynunu bükmüş. Üzgün belli ki o da. Vadesi yeti, dedi okuyan hoca, sevmedim bu sözü. Ey güzel gözlü bambim, derdin bana, şimdi bambin yokluğuna alışamıyor. Kimseyle konuşmuyor, o can yoldaşın, biricik arkadaşın, ilk sevdiğin kadın, öyle bir kederde ki. Artık eşyalarından istediğinizi alın, hatıra olsun, ben görünce dayanamıyorum, dedi. Sana ait olan en çok giydiğin kasketini ve pardesünü aldım eve getirdim. Kapının arkasına, yatınca görebileceğim yere astım onları. En sağlıklı halinle, bu giysiler üzerinde gibi hayal ettim seni. Tebessüm ediyorsun bana şimdi. İçimde huzur, göz kapaklarım nasıl da ağırlaştı, bak…

 

Zeynep Paftalı

Gölgeler Maviye Dönünce

Zehra’nın önünde, akşamüstü ışığıyla gölgeleri maviye dönmüş, altın kum tepeleri. Kulaklarında, içinde mi dışında mı öttüğünü anlayamadığı, çöle ait bir ıslık; bir melodi, yıllar önce unutulmuş ve şimdi yeniden bulunmuş bir şarkı. Bu şarkı eşliğinde oturduğu yerde ellerini ve ayaklarını biraz daha kuma gömüyor Zehra. Çölün yalnızlığı, sırtındaki solgun örtü.

Kemikli titrek elini, kırışıklıklarla kaplı yüzünde gezdiriyor. Teni, kupkuru. Bir zamanlar kocasını ve kızını öptüğü, sevgi izlerinin artık bulunmaz olduğu, yol yol kanayan dudaklarına dokunuyor. Hayalindeki yüzüyle, şimdi dokunduğu yüz birbirinden farklı. Zar zor yutkunuyor. Boğazı, kumtaşı.

Başını güneşe doğru kaldırınca, gözünün önündeki sarı parlak noktadan bir anı geçiyor. Kızı beş yaşında, bir iki adım ötesinde, tütüsüyle kumlara bata çıka koşuyor; kırklarındaki kocasıysa elleri cebinde Zehra’ya dönüp, çapkın ve parlak gülümsüyor.

Zehra elini onlara doğru uzatıyor. Selam veriyor; anılara, yıllar önce kaybettiklerine, zamansız toza karışanlara. Ve hiddetleniyor; sevdiklerini yitirene, içinde geleceğe dair istekler kalmayana ve gölgeler maviye dönene dek yaşadığına.

Altın güneş, altın tepelerin ardında kaybolmak üzere. Artık kumdaki çizgilerle Zehra’nın cildindekiler bir. Derin, mavi damarlı, ölgün… Cebinden önce, kızının çiçekli kurdelesini çıkartıp, kumda yanına seriyor; sonra kocasının bir zamanlar kolundan hiç çıkartmadığı, baba yadigarı saatini. Ve en son, sarıya çalan bedenini de kuma seriyor Zehra; sevdikleriyle altın taneciklerde bir olup, beraberce gölgelerin mavisine dönüşmek için.

 

Özge Harman

Zamanı Boşa mı Geçmişti?

Zamanı geldi gitmenin, dedi o sabah. Artık, buğday tarlasındaki tek gelincik gibi, ayakta durabilme vaktiydi.

Mutluluğu yüreğinde hissetmeyeli, gözleri gülmeyeli yıllar olmuştu. Ardında bırakacaktı tüm geçmişini. Nasıl da umutla başlamıştı oysa her şey. Ilık bir bahar güneşi gibi ısıtmıştı yüreğini. Belli ki, yıllara yenik düşmüştü, sonsuz sandıkları sevgileri. O, ‘sen her şeyimsin’ diyen adam, yalnızca birkaç kelime konuşabildiği bir yabancıya dönüşmüştü. Şaşırarak bakıyordu yorarak, yıpratarak geçen yıllara. Aramadığı çare, aralamadığı kapı kalmamıştı bu sevgiyi kurtarmak için. Mantığı ve duyguları yıllarca savaş vermiş, yüreğine yıllarca söz geçirememişti. Isıtmıyor, ısıtamıyordu bu ev artık her ikisini de. Görmüştü ki, geçmiyor bu buz gibi kış, gelmiyordu yeniden bahar.

Elveda, diyerek son kez baktı evine; elveda güzel günler, umutlar, elveda hayallerimdeki gelecek…

Çekti son kez kapıyı. Merdivenlerden koşar adım indi, arkasına bakmadan, boğazı düğüm düğüm, gözlerinde yaşlar. İşte gidiyordu yeniden başlamak için. Şimdi yanında kaybolan yıllar ve derin bir yalnızlık. Tutunabildiği tek şey evlatlarının yüreğini ısıtan sevgisi. İçinde milyonlarca soru, bilinmeyen bir geleceğe doğru.

 

Özlem Gece Eraslan

İfadesiz

Gece yarısı 3.00’de tekinsiz sokağın köşesindeki kırmızı ışıklı tabelanın altında, karşı kaldırımda bekleyen trans kadını seyrederek mastürbasyon yapan zencinin kusmuğuna basıp düşen kör adamı; iki ay önce trafik kazasında ön sağ bacağını kaybeden köpek kurtardı. Köpeğin adı Bussy’di. Olayı yalnızca kızıl tüylü kedi gördü.

 

İlknur Güneylioğlu Şengüler

Tekrar Dene

Kalemi kırılmasa yazar, dili dönse konuşur, bir resim çizerdi elleri tutsa. Kurtulsa, kaçsa… Zayıfladı kaçamayınca, daraldı zihni. Bakamaz, göremez oldu. Ne dense densizce buldu. Kapandı içine. Silgisi erimese siler, toz tutmasa üfler, demiri olsa döverdi. Okusa kitabı olur, gönderilse mektubunu açardı. Gönderilmedi. Gönderilemedi. Tekrar dene. Denese yapar, yapsa kurtulur, kurtulsa kaçardı.

 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9079,97%3,10
  • DOLAR

    32,35% 0,15
  • EURO

    34,93% -0,09
  • GRAM ALTIN

    2322,96% 0,18
  • Ç. ALTIN

    3843,45% 0,00
  • Cuma 24.9 ° / 14.2 ° Güneşli
  • Cumartesi 28.3 ° / 15.1 ° Güneşli
  • Pazar 28.3 ° / 15.7 ° Güneşli